8. Bölüm: En Uzun Gece

77 4 0
                                    


1 Kasım 1250

Hazal aldı kalemi;

Dest-i Kıpçak'ta doğmuş bir Kıpçak kızıydım ben. Adımı Hazal koymuşlar. Her İlkbahar'da yeniden doğsun diye.

Ben Dest-i Kıpçak'ta büyümüş bir kızım. Destanlarını ninesinden öğrenen... At binmeyi yedi yaşında, ok atmayı dokuz yaşında öğrenen bir Kıpçak kızıyım. Bizde ok atmayı, kılıç kullanmayı kız çocuğu da öğrenirdi, erkek çocuğu da. Kadında erkekte eşittik Allah'ın gözünde. Doğada ki bütün canlılar eşitti bizim için. Türk gelenekleri, adetleri böyleydi. Biz böyle gördük atamızdan böyle devam ettiririz.

Kendi topraklarından ayrılınca insan, yurt hasreti dolunca yüreğine adetlerine, geleneklerine daha sıkı bağlanıyor bu yüzden. Ne kim olduğunu unutuyor, ne de geldiği yeri.

Memlük Devleti'nin yöneticisi Türk, halkı ise Arap olmuştur. Bu yüzden yönetici sınıfının sayısı hep halka göre azdır. Bu durum bizi kendi özümüze daha sıkı bağlanmaya itmiştir. Bu yüzden bize Dest-i Kıpçak'ta verilen isimlerimizi asla bırakmayız. Gerçeğimiz odur bizim. Özümüz geçmişimizdir.

Ben Kıpçak kızı Hazal çok güzel bir çocukluk geçirdim. On dört yaşıma kadar mutlu bir hayatım oldu. Sonra ansızın bir gece hayatım karanlığa gömüldü. Her şeyimi bir gecede kaybettim. Ailemi, obamı, yurdumu... Hepsini kaybettim. Elimde sadece anılarım ve geçmişim kaldı. Zamanla onları da unuttum. Annemi, babamı unuttum. Yüzlerini unuttum. Bana kalan basit bir isim ve kanımın getirdiği o asil ad vardı. Türk! Bir Türk'tüm. Ben Kıpçak Türk'üydüm. Karadeniz'in kuzeyinde, İrtiş nehrinin gölgesinde büyüyen bir Kıpçak Türk'ü.

O gece babam gözümün önünde öldürüldü. Babam kollarımın arasında ölünce nefesim kesildi, yüreğime tarifsiz bir acı indi. O an dedim ki bir daha canım böyle acımaz. Yanmaz artık. Babamı kaybettikten sonra acım bitmedi. Kötü kader peşimi hiç bırakmadı. Önce annem öldü gözümün önünde. Aradan bir hafta geçmeden küçük kardeşim Goncagül kucağımda can verdi. Küçük kardeşimi kaybettiğim gün mevsimler benim için dondu. Hep kış mevsiminde yaşadım. Hep üşüdüm.

Sonra birer birer ailemi kaybettim. Önce Osman, sonra Bengü. Yanımda kendi kanımdan canımdan olan bir Aysar kaldı.

Yıllar yılları kovaladı Reyhan'ın konağında. Ben hep Baybars'ı bekledim. Ama o gelmedi. Bir gün o konaktan da ayrıldım. Kahire'ye geldim. İşte o gün Aktay'la tanıştım. Kendi kanından canından olmayan birini kardeşin gibi sevmek bana imkânsız gelirdi. Dışarıdan bir insanı ailem yerine koyamam sanıyordum. Ama yaptım. Aktay benim için bir baba oldu hep. Onu bir ağabey bir baba gibi sevdim, değer verdim. Şu kötü dünyada ki en iyi insandı o. Ben onun konağında bir cariyeydim ama o beni kızı gibi sahiplendi. Kızı gibi korudu kolladı.

Aktay Bahri Memlüklerinin Emiri, komutanıydı. En başı, en yükseğiydi. Sultanlar, şehzadeler bile ondan korkar, çekinirdi. Ama o ölmüştü. Şimdi ben onun cansız bedeninde sarılıp ağlıyordum. Bunun kötü bir rüya olmasını ne kadar da isterdim. Aktay'ın öldüğünü anladığım o an öz babamı kaybettim an yaşadıklarımı yaşadım. Hâlbuki bir daha bu acıyı yaşamam sanıyordum. Nefesim kesildi. Göğsüme bir acı saplandı. Gözyaşlarım bile alıp götüremedi bu acıyı.

Aktay'ın cansız bedenine sarılıp ağlarken bir el omuzumdan tuttu. "Efsan. Burada olmaman gerek," dedi ses. Sesi umursamadım ve ağlamaya devam ettim. Bu sefer arkamda duran kişi iki eliyle beni yerimden kaldırdı. Sonra beni tutup silkeledi. "Efsan!"

Yaşla dolan gözümü kırpıştırıp karşımda duran kişiye baktığımda Kutuz'u gördüm. Kutuz Bahri komutanlarındandı ve bildiğim kadarıyla Aktay ve Baybars'ın yakın arkadaşlarındandı.

Baybars Huşdaş (DÜZENLEMEDE)Donde viven las historias. Descúbrelo ahora