Otuzuncu Bölüm

240 11 5
                                    

Eski bir felsefi söze göre, anneler tabiat icabı taraf tutarlardı. Bunu okulda ilk duyduğumda ne kadar mantıksız ve anlamsız olduğunu düşünmüştüm. Neyin, kimin tarafını tutacaklardı ki? Anneler böyle şeyler için uğraşırlar mıydı? Fakat bu öylesine söylenmiş bir söz değildi, anlamıştım. Anneler, her zaman iyiliğin tarafındalardı. İyilik ise evlatlarıydı.

Mert'in dağılmış yüzünü ve kana bulanmış gömleğini gördüğümde aklım ilk önce Afra'ya kaymıştı. Acaba bu zorbalar babasını bu hale getirirlerken küçük kalbi hissetmiş miydi? Çünkü öyle bir haldeydi ki ağlamamak için çok zorlanıyordum. Daha sonra ise yüreğimin yanışını hissetmiştim. Alevlerin kalbimi nasıl sarmaladığını, rüzgarın ateşi kalbimden alıp tüm bedenime nasıl savurduğunu her zerrem duymuştu.

Marcus, tek elini dostane bir tavırla ona gitmem için uzattığında bileklerimi sıkan adam geriye çekildi ve bana küçük bir özgürlük verdi. Gözlerimi suratını ifadesiz tutmaya çalışan Mert'ten alamıyordum. Jack'i ve Nick'i de önemsemek istiyordum fakat imkansızdı. Dağılmış görüntüsü ruhumu omuzlarından tutup sarsıyordu. "Yapma," dedi Marcus da Mert'e bakarak. Sadece benimle konuşuyordu. "Onu biraz hırpaladık, hepsi bu. Böylesine iyi bir kalbe sahip olma." Elini ona ulaşmam için daha da uzattı. "Bu herif seni hiç haketmiyor."

Ona haklılık payı vermediğimi söylemezdim fakat konu bu değildi. Başındaki silaha rağmen gidip onu kurtarmak istiyordum. O üç silahın kimin üzerinde patlayacağını kestiremesem de gidip ellerini çözmek ve Mert'in yaralarını sarmak istiyordum. Karşımdaki bu görüntü beni mahvediyordu, onu ilk kez böylesine yaralı görüyordum. "Yanıma gel, Eylül. Dediklerimi yapmazsan baştan sona o silahları patlatırım. Belki sıralama değişir ve ortadan başlarız. Sevgili kocandan, ne dersin? Buraya gel."

Marcus, aklımın içinde dönenleri okuyormuş gibiydi. Önce ona döndüm, sonra tekrar Mert'e. Yorgunluğuna rağmen kaşları kesin bir emir için kalktı ve başını Marcus'a uymamam için salladı. Ortağından beni korumak istiyordu. "Tetiği çek." Marcus'un emrini duyduğumda ise zemine çivilenen ayaklarım hiçbir şeyi düşünmeden hareketlendi. Kendimi Marcus'un yanında bulduğumda Mert, ağzındaki beze rağmen bağırmaya çalışıyordu. Ortağı bu çaresizliği gülerek cevapladı.

"Burada neler oluyor?" Ruhumu sarmalayan şok etkisini bırakıp uzaklaşırken sonunda konuşabilmiştim. Marcus ona ilerlediğim yolun yarısında daha beni yavaşça tutup kendine yasladı. Yani sırtım onun göğsüne değiyordu, kolunu da karnıma dolamıştı. Bu berbat bir samimiyetti. "Burada neler olduğunu bize kim açıklasa? Hmm, Şerif Nick! Bence iyi bir seçim olurdu, hepsinin ağızlarını açın."

Adamlar Marcus'u duydukları gibi tek bir anda itaat ettiler. Jack'in ağzındaki bez açıldığında dudağının patlak olduğunu farkettim. Onu uzun zamandır görmediğim için şuan garip hissediyordum. Ona duyduğum saf aşkı hemen yanındaki sinirli adam ile öldürmüştüm. Karnıma dolan şey de kelebekler veya tatlı duygular değildi zaten. İngiltere'den buraya kadar gelmiş olması beni korkutuyordu. İşin ciddiyetinin farkına varmamı sağlıyordu.

"Ona elini sürmeye devam edersen seni sikerim lan, çek elini üzerinden!" Karnımdaki el daha da sıkılaşınca Mert, ağzı açıldıktan sonra kükremeye başladı. İster istemez tırnaklarımı Marcus'un eline geçirmiştim. "Şş, sakin ol güzelim. Bize hiçbir şey yapamaz." Marcus, burnunu saçlarıma sürtüp geri çekti. "Eylül'ü biraz aydınlatmayacak mısınız, beyler?"

"Masum birini kendi pisliğine alet ederek ne halt olduğunu gösterdin. Artık pes etmelisin." Jack, Marcus'un yüzündeki korkutucu gülümsemeye rağmen asabiydi. "Pisliğime mi? Ya sizin yaptığınız pislikler? Bugün Eylül'e her şeyi anlatacaksınız." Mert'in çenesi Marcus'un tehditleri sayesinde daha da kasıldı. Yüzündeki saf sinir ne kadar çaresiz olduğunu kanıtlar nitelikteydi. "Kendi ağzınızla yaptığınız pislikleri söyleyeceksiniz."

EylülWhere stories live. Discover now