İkinci bölüm

848 29 2
                                    

"Sahne ışıklarının bir kızın görünüşünü gölgeleyebilecek kadar keskin hatları vardır." Diyordu Audrey Hepburn, benim sahnem bu hafta başlayacağım yeni işimdi. Bir asistan olarak başlamak belki de basamakların en alt kısmıydı ama henüz yürümeden koşmayı öğrenemezdim.

Emilie Anderson'un asistanlığını yapmak, içimdeki moda tanrıçasını heveslendiriyordu. Geceleri yatağıma yattığımda, ne kadar yorgun olursam olayım sabah ne giyeceğimi düşünürken uyuya kalıyordum. Okulumda spor ayakkabı ve babetten başka bir şey giymek istemediğim günleri hatırlıyordum, işe her gidişimde yeni bir topuklu giyiyordum. Kesinlikle daha fazlasına ihtiyacım vardı!

Sahne demişken, sanırım bu kısımda 'Görünüşümü Gölgeleyen Işıklar' da Jack oluyordu. Bana yardım mı etmek istiyor yoksa beni dergiden attırmak mı istiyordu? Bilemiyordum. İş görüşmesinden sonra bana bütün ofisi bir solukta gezdirmişti, aklıma takılan bir sürü soru olsa da soğukkanlı tavrı sayesinde ona hiçbir şey sormak istememiştim.

Bütün hafta asistanlığa kabul edilebilmek için Emilie'nin ayak işlerini yaptım, Jack onunla birlikte fotoğraf çekimlerine, toplantılara katılabiliyordu. Ajandasını ayarlayıp, telefon bağlarken ben de üçüncü sokakta ki Starbucks'ta Emilie'nin büyük boy Caramel Macchiato'su için sıra bekliyor oluyordum. Cuma günü köpeklerinin aşısını yaptırmak için onları veterinere bile götürmüştüm, neden iki asistana ihtiyacı olduğunu henüz yeni farketmiştim. Dergi, Vogue'un önemli işleri ve Emilie'nin önemli işleri olarak ikiye ayrılıyordu.

Ve bilin bakalım, ayak işleri de kime düşüyordu? Ama bundan şikayetçi değildim, bu yorgunluk bana iyi geliyordu. Güzel elbiseler ve topuklular içinde kendimi işe yarar biri gibi hissediyordum. Emilie haftanın son iş gününde ona akşam 7'de mozzarella pizza bulduğum da bana "İşe alındın, pazartesi günü geç kalma." Demişti. Jack bunu akşam yemeğimizi yerken "Azmini sevdi" olarak tanımladı.

Evet, onunla kafeterya da bir akşam yemeği yemiştik. "Sanırım, azmini sevdi" demişti sandviçinin arasından, saçlarının güzelliğine bakarken kelimeler beni böldü. Sarıya yakın kumral saçları, biraz yuvarlak yeşil gözleri vardı. Onlara baktığımda gerçekten içimi okuyabildiğini düşünüyordum, sivri yüz hatlarına dokunma isteğimi zar zor bastırıyordum. Ne kadar yakışıklı olursa olsun, gün içindeki ukala tavırları bana onunla ilgili güzel olan her şeyi unutturuyordu. İlk sabah karşılaştığımız partiden hiç laf açılmıyordu, konuşmalarımız genellikle "Emilie bunu istiyor, tamam" gibi şeylerle başlayıp bitiyordu. Yani azmimle ilgili yaptığı bu yorum, ilk gerçek konuşmamızdı.

"Emilie'nin öngörüşlü biri olduğuna inanıyorum," Bu ne anlama geliyor? dercesine bana bakıyordu, çocuğun hiç kitap okumadığına inanmaya başladım. Göz devirerek ekledim "Onun için bütün hafta koşturdum ve bunu hakettiğimi anladı." Yemeğe devam ettim. Boğazını temizleyip püskürürcesine güldü, onu bu kadar ukala yapan neydi?

"Onun için koşturmak senin görevin." İşte bundan bahsediyordum "Ve lütfen bir kez daha gözlerini devirme, gözlerin gerçekten çok güzeller." Kırılma noktasından sonra da bana iltifat ediyordu.

"Aslında bakarsan, onun için koşturmak senin de görevin. Hatta buradaki herkesin görevi bu." Üsteleyip yemeğimin son kısmını ağzıma attım.

"Çaylak olan sensin," ayağa kalkarak kül tablasının altına 5 dolar sıkıştırdı. Kendi sandviçini ödüyordu, bir kızınkini de ödeyecek kadar centilmen biri değildi. Üstelik beni yalnız yememek için kullanmıştı. Arkasını dönüp giderken ekledi "Arkadaşım Bar10'da bir parti veriyor, eğer gelmek istersen bu salı orada ol. Partileri seviyor gibi görünüyorsun." Sonra ağzının kenarıyla gülerek öylece ilerledi. Beni gerçek bir partiye davet etmişti ama ciddi anlamda bok gibi davranıyordu. Dengesizin tekiydi.

EylülOnde as histórias ganham vida. Descobre agora