Otuz Üçüncü Bölüm

62 2 3
                                    

Merhabalar, bir boşluğa mı konuşuyorum yoksa hâlâ Eylül'ün hikayesini merak edenler var mı bilemiyorum. Sanırım bunu sesim duvarlarda yankı yapmamaya başlarsa anlayabilirim. Şu an bu satırlarımı hikayesinin sonunu getirmekten kaçan bir yazarın günlüğü olarak okuyabilirsiniz çünkü ben sabah 05.58'de nereden geldiğini bilmediğim bir ilhamla yazmaya başladım.

Eylül'ün hikayesinin "Otuz Birinci Bölüm" ile bittiğini düşünmüştük fakat kesinlikle içime sinen bir son değildi, olaylar biraz karıştı. Farkındayım. Hikaye hayal gücümde hiç bitmedi, zihnimi hep süsledi ve devam etti. Şimdi hikayenin sonunu kafamda bitirdim ve o yolculuğu sizin de görmenizi istiyorum. Hatırlarsanız "Otuz İkinci Bölüm" ile Eylül'ün ölümünün bir rüya olduğu ortaya çıkmıştı. Nereden devam edeceğimizi merak ediyorsanız, bir önceki bölümü okumuş olmalısınız. En azından bir yerlerde Eylül'ün hikayesinin hâlâ devam ediyor olmasını dileyenler için... Yani, böyle bir şey mümkünse.

Ben bu yolculuğu 1 okunma görünene kadar burada yayımlamaya devam edeceğim. Gerçek sonu yazana kadar burada olacağım. Okunma sayısı 0'a düşerse de geri dönüp okumak için kendime bir kitap yazmış sayılırım. Amacım 1 ya da 2 haftada yeni bir bölüm atmak. Eğer hâlâ orada birileri varsa, iyi okumalar.

Sevgilerle...

Bir şehrin üzerine yoğun bir sis bulutunun çöktüğünü, terkedilmiş bir evin koltuklarına pejmürde bir çarşaf yığını serildiğini, bir cesedin üzerine öylesine bir kefenin örtüldüğünü düşünün. Hayal edin. Ağır ağır çöken bir sis, gökten havalanarak koltukları bulan bir çarşaf, titrek ellerle örtülen bir kefen... Vogue, artık tam olarak böyle bir yerdi. Cennet olmaktan vazgeçmişti ama cehennem olmayı da kendine yakıştıramıyordu. Tıpkı benim ve onun gibi. Bizim gibi.

Biz?

Kolumun altındaki dergi, omuzlarımı süsleyen kabanım ve siyah gözlüklerimle evime giriş yaptım. Vogue. Bal renkli duvarları artık grileşmiş, çalışan tüm insanları yüzsüzleşmiş belki de iki yüzlüleşmiş... Masaların, sandalyelerin üstü tozlarla ve hatta asansörlerin içi örümcek ağları ile kaplıydı. Yani, sanki... Mert Borak olmadan ayakta kalmaya çalışan bir Vogue... İşte burası artık böyle bir yerdi.

"Günaydınlar, efendim." Asansör düğmesine basan asistanım Nina, kahvemi uzattı. Sesini duyduğumda sanki şimdiki zamana ışınlandım ve o grilik bir anda yok oldu. İçeriye rahatsız edici bir Güneş doğar gibi oldu. Dergiyi ona hiç bakmadan verdim ve karşılığında kahvemi aldım. Saatime bakıyordum.

"Anderson burada mı?"

"Efendim, birazdan olurlar. Hatta geldiler. Günaydın Jack Bey."

Gözlüklerimi çıkartıp ona baktım. Gülümsemeye gerek duymadım. Çok gergindim, yeterli bir sebepti.

"Günaydın hanımlar. Eylül,"

"Jack." Başımla selamladım. Asansör geldiğinde önce benim geçmeme izin verdiler. Daha sonra Nina arkama, Jack yanıma geçti.

"İnsanları bu suratla karşılamayacağını umuyorum." Takıldı bana. Aynaya baktım. Suratımda hiçbir şey yoktu, tebessüm buna dahildi.

"Nesi varmış?"

"Hiçbir şeyi yok, dümdüz. Görende eski kocanın hissedarlıktan çekilmesine üzüldüğünü sanacak, daha neler değil mi?.."

Derin bir nefes aldım. "Normalde olsa bu imalarına bir cevap verirdim ama evet, canım sıkkın. Yeni hissedarı bilmiyoruz. İnsanların işten çıkartılma ihtimali canımı sıkıyor."

EylülDär berättelser lever. Upptäck nu