On Yedinci Bölüm

390 18 9
                                    

"Geceleğin hakkında ne düşünüyorsun?"

Central Park'ın çimenlerinde uzanarak Mert ile birlikte öğle yemeğimizi geçiriyorduk. Havalar ısınmaya başlamıştı, kuşlar baharın yavaş yavaş geldiğini söyler gibi cıvıldıyordu. Bahar, aynı zamanda evliliğinde gelmesi demekti.

Üzerimde kalın askılı pudra bir elbiseyle, beyaz kırçıllı hırkam vardı. Vintage gözlüklerimin altından sorduğu soruyu düşünmek için berrak gökyüzüne baktım.

"Bence kendini kariyerine adamış, tek başına yaşlanan cins bir kadın olacağım. Böyle düşünüyorum."

Söylediklerim onu kıkırdatmıştı. Ama daha sonra suratının düştüğünü gördüm. Gözlüklerinin ardından mutsuzca söylendi. "Yani o gelecekte bana yer yok."

"İnanamıyorum, çok kırılgan bir insansın!" Dirseğimin üzerinde doğrulup böyle söyledim. Aslında gülüyordum çünkü bu sürekli yaptığı bir şeydi. Onunla birlikteyken ettiğim her cümleyi on kez düşünmem gerekiyordu.

Buruk bir tebessümle omuz silktiğinde dayanamadım ve oflayıp çimenlere geri uzandım. "Bence," dedim hayalimdeki geleceği düşünürken. "Altmışlı yaşlarında bile çok fit ve yakışıklı görüneceksin. Ve yine, etrafımdan bir an olsun ayrılmayacaksın. Senin sonunu da işte böyle görüyorum."

Kesinlikle haklıydım, erimek bilmeyen kaslı bir vücudu vardı. Güzel gözlere, derin nazikliğe sahipti. Yaşlandığında bile harika görünürdü fakat o tüm bu lütufları benim peşimde sürünerek yok sayacaktı.

"Ben geleceğimi öyle görmüyorum." Yaşlı Mert Borak düşüncesi aklımda film gibi oynarken böyle söylemişti. Kaşlarımı merakla kaldırıp çimenlerin üzerinde ona döndüm. "Güzel bir yuva, evimin içinde neşeyle gezinen küçük kız çocukları ve iyi giden ofis işleri. Geleceğimde bu var."

Hayali yüzünden dudakları kıvrılsada kulağa hoş gelmiyordu. Onu başka bir kadınla, aynı evde, mutlu bir yuvada düşünemiyordum. Eylül'süz yaşam alanı, vay canına.

"Hadi, kalkalım." Üzüldüğümü belli etmeden çantamın sapına yapışıp çimenlerden doğruldum.

"Ne oldu şimdi?" Ben parkın çıkışına doğru ilerlerken peşimden geliyordu. Bir adamı hayalleri yüzünden suçlamak da bir tek bana yakışırdı zaten.

"Hiç," dedim uzun adımlar atarken. "Hiçbir şey olmadı."

Bir kaç saat sonra derginin çekimleri için Jack ile birlikteydik. Jonathan'a kıyafet konusunda şirketin deposunda yardım ediyorduk. Burası oldukça uygundu, dekorlarla minimalist bir ev havası verilmişti. Konumuz "Bahar'a Hazırlık"tı. Kızların üzerlerine giydikleri parkaların içlerinde yeni ilkbahar - yaz kreasyonlarından kıyafetler vardı. Sanki montlarından nefret ediyorlar, onları yırtıyorlarmış ve içlerinden mevsimin yeni kıyafetleri çıkıyormuş gibi poz veriyorlardı.

"Daha ne kadar sıkıcı olabilir?" Jack, elinde tuttuğu Miu Miu markalı bir ayakkabıya bakarken söylendi. Madonna'nın bir kaç ay önce giydiği davetteki ayakkabıların aynısıydı.

"Emilie'nin oğlu olduğuna emin misin? Modadan oldukça uzaksın." Kızlardan birinin boynunda Prada fular denerken böyle söyledim. Mankenlerin hepsi oldukça inceydi, hatta zayıflıktan ölmek üzereydiler. Bir mideye sahip olmadıklarına yemin edebilirdim.

"Hayır, ben kesinlikle Peter Anderson'ın oğluyum. Annemle benzediğimizi zaten hiçbir zaman düşünmemişimdir." Sesi fazlasıyla sert çıktığında ayakkabıyı öteki çiftinin yanına bıraktı. Ailesi hakkında verdiği bilgiyi dinlediğimde kaşlarımı hayretle yukarı kaldırdım.

EylülWhere stories live. Discover now