Bölüm 07

477 62 104
                                    

Etrafıma sarılı battaniyelerle döndüm. Pencerelerden hafif bir ışık geliyordu, hemen örtüleri başımın üzerine çektim. Güzel ve uzun bir uykudan sonra da yataktan çıkarak oturdum. Isı kaybından dolayı ürpermiştim ve bu beni biraz uyandırmaya yetmişti.

Başım hala can sıkıcı bir şekilde ağrıyordu, bu yüzden gözlerimi kapattım. Sanırım bundan sonra alkol içerken daha dikkatli olmam gerekiyordu, kafam çatlayacakmış gibiydi. Dağınık saçlarımı kabaca taradıktan sonra şok olarak gözlerimi kocaman açtım. Üzerimde üst kıyafetim yoktu!

Çıplak uyumak gibi tuhaf bir alışkanlığım olmadığından oldukça emindim.

Dün gece... Dün gece ne olmuştu?

Hafızamı canlandırmak için çok uğraştım ama bu tıpkı yoğun bir sise bakmak gibiydi, hiçbir şey net bir şekilde görülemiyordu. Hatırladığım son şey ihtiyarla buluşmam ve onunla tartıştıktan sonra Murong Yu ile içmemdi. Aşağıya doğru bakınca vücudumda mavimsi ve kırmızımsı izler olduğunu gördüm, ama incinmediğimden oldukça emindim. Peki bunlar nereden çıkmıştı?

Beynimin her köşesini karıştırmaya başladım ve bir süre sonra cevap bulamayacağımı fark edince pes ettim.

Yıkandıktan sonra odamdan çıktım. Sabah güneşi, kireçtaşı yoluna büyük altın lekeler bırakmıştı. Serin, nemli sabah esintisi yüzüme çarpıyordu. Hemen gökyüzüne baktım. Hava gerçekten muhteşemdi, görünürde hiçbir bulut yoktu. Gökyüzü berrak bir maviydi. Şehir surlarının dışından akan derelerin ve rüzgardan sallanan otlakların zayıf seslerini duyabiliyordum.

General Zhou'ya buraya kadar eşlik ettiğimde mevsim ilkbahardı, şu an sonbahar gelmek üzereydi. Zaman çok hızlı geçiyordu.

Birden ihtiyarın dün geceki öfkeli ifadesini hatırlayınca kendimi suçlu hissettim. Orduya girdiğimden beri onu ilk kez görüyordum ve onu böyle uzaklaştırdığım için gerçekten pişmandım. Belki biraz daha sabırlı olsaydım pes edip beni buradan uzaklaştırabilirdi. Ancak çoktan gittiğine göre pişmanlık içinde iç çekmekten başka elimden ne gelirdi?

Şu an Murong Yu'nun odasına doğru gidiyordum. Geç uyandığım için beni nasıl cezalandıracağı konusunda merak içindeydim. Kişisel hizmetçilerinden birkaçı da ellerinde tabaklar ve bardaklarla köşeyi dönüyorlardı. Hepsinin yüzlerinde gergin ve endişeli bir ifade vardı. Zaman zaman birbirlerine gizlice bir şeyler fısıldıyorlardı. İçlerinden biri beni görünce sıkıntılı ifadesi hemen yok oldu.

"Arkadaşım!" Hızla yanıma gelip omzuma vurdu. "Neden bize bir iyilik yapıp bunları bizim için ekselansa götürmüyorsun?"

Şaşkın bir şekilde "Ama demin siz oradan gelmediniz mi zaten?" diye sordum.

Bitirmemi beklemeden her şeyi ellerime yığdılar.

"Ekselans uyandığından beri bilmediğimiz bir sebepten ötürü kötü bir ruh hali içinde. Yanlış bir şey yapmasak bile bizi kapının önüne koyar diye içeri girmekten korkuyoruz."

Açıklamalarından memnun kalmayarak onlara karşılık verdim. "Ah, yani ben korkmuyorum öyle mi? Bilginiz olsun, ben de kapının önüne konmak istemiyorum!"

"Oh hayır, hayır, hayır. Bu imkansız. Hepimiz ekselansın sana nasıl davrandığını biliyoruz. Bunun için endişelenmene gerek yok."

Onlarla konuşamayacağımı fark edince kendi kendimi cesaretlendirerek odasına doğru yürüdüm ve pencereden içeri baktım. Sırtı bana dönük bir şekilde duruyordu. Üzerinde zırh yoktu, sadece gevşek bir hanfu giymişti ve saçları dağınık bir şekilde toplanmıştı. Masasının üzerinde sanki askeri raporlar yazıyormuşçasına açıkta duran birkaç kağıt parçası vardı, ancak üzerlerinde yalnızca birkaç dağınık satır bulunuyordu. Masanın diğer bir tarafındaysa mürekkep lekeli kağıtlardan oluşan küçük bir dağ duruyordu.

Cold SandsWhere stories live. Discover now