✓ anxiety ❁ [hyunjin × yeji]

By chanxwally

142K 11.8K 20.7K

[Tamamlandı.] / DÜZENLENİYOR. • illness serisi, birinci kitap • • scene one: passion • Anksiyete bozukluğu k... More

•°• warning •°•
Chapter One: Doze
Chapter Two: Impossible
Chapter Three: Mistake in the Party
Chapter Four: Unforgettable Photo
Chapter Five: First Dispute
Chapter Six: "Thank You."
Chapter Seven: Minho's confession
Chapter Eight: The Night
Chapter Nine: I Need Somebody
Chapter Ten: Guests
Chapter Eleven: "Is It Better, If I Die?"
Chapter Twelwe: Pyjamas Party
Chapter Thirteen: Ryujin's Plan
Chapter Fourteen: The Playing Card
Chapter Fifteen: Love Foolish
Chapter Sixteen: In The Reliable Arms
Chapter Seventeen: "I'm Afraid, Yeji"
•°•Açıklama (Sezon Finali, Süre, Bölümler) •°•
COMEBACK
Chapter Eighteen: Flames and Pains
Chapter Nineteen: Black Hat
Chapter Twenty: A Little Hag
Chapter Twenty-One: Keep Secret
Chapter Twenty-Two: Street
Chapter Twenty-Three: Apologize
Chapter Twenty-Four: Disappointment
Chapter Twenty-Five: Liar
Chapter Twenty-Six: The Sin
Chapter Twenty-Seven: A Little Confession
Chapter Twenty-Eight: Pursue Her
Chapter Twenty-Nine: Silver Necklace
Chapter Thirty: Pain
Chapter Thirty-One: "I'm So F*cking Sorry"
Chapter Thirty-Two: Goodbye
♪ Yeji's Playlist ♪
Thank You, So So Much! (Düzenlenecek)
We're Coming, Babe. Wuhu!
Scene I: Passion. Have a Good Time.
[önemli] açıklama: "aslında hepsi yanlış bir şeyi güzelmiş gibi göstermem..."

Chapter Thirty-Three: "The Life Loves Chances" [finale]

2.8K 289 1.1K
By chanxwally

NOT: Bu bölüm bizim için çok özel. Lütfen buraya kalplerinizi bırakabilir misiniz? Baktıkça tebessüm edelim. :) ❤❤

Playlist: Bu sefer sizin en sevdiğiniz şarkı bu bölümü süslesin, en sevdiğinizi yazın yorumlara.♡ Ben severek dinlediğim, çıktığı an müptelası olduğum bir şarkının sözlerini bırakıyorum şuracığa:

- He bir de, bölümü koyduğum şarkıyı dinleyerek okusanızaaaağ

"Yani şimdi mutlu musun?
Nihayetinde, şimdi mutlu musun?
Güzel, ben hâlâ aynıyım.
Her şeyi kaybettim gibi geliyor.
Her şey istediği gibi geliyor ama veda bile etmeden çıkıp gidiyor.
Artık hiçbir şeyi sevmek istemiyorum böyle.
Eski püskü her şey, geziyorum hatıralarımda.
Turuncu güneşin altında gölgeler olmadan dans ediyoruz.
Planlı ayrılık diye bir şey yok.
Bir zamanlar güzel olan anılarda buluşalım.
Sonsuza dek genç olarak...
Sonsuza dek genciz.
Eğer bu bir kabussa, asla uyanmayacağım.

"Birinin beni teselli eden sözleri gibi.
Sadece bir anı bile olsa unutmak kolay değil bunları.
Zaman gelip geçse bile...
Ben, sonsuza dek sana tutunduğum o yerdeyim.
Başımızı birbirimizin kollarına yastık yapıyor,
Ve pek kederli olmayan hikayelerimizi paylaşıyoruz.
Mutsuz son diye bir şey yok.
Her zaman o hatıralarda buluşacağız.
Sonsuza dek genç olarak...
Sonsuza dek genciz.
Eğer bu bir kabussa, asla uyanmayacağım."

(IU & SUGA of BTS - Eight)

***

2 yıl sonra...

"Yeji! İki numaralı masa boşaldı, tabakları alabilir misin?"

"Hemen geliyorum!"

Az önce topladığım masanın bardaklarını mutfağa bıraktıktan sonra hızlı adımlarla iki numaralı masanın olduğu cam kenarına gittim. Tahminimce waffle yediklerini düşündüğüm müşterilerin tabaklarını ve içtikleri portakal suyunun bardaklarını alıp dikkatlice tekrar mutfağa ilerledim.

Bulaşıkları tezgâha bıraktıktan sonra masayı temizlemek için iki bez aldım. Biri silmek diğeri de kurulamak içindi. Onları da hallettikten sonra bezleri yerine bıraktım. Mutfaktan çıkıp kafenin içine baktım. Şu an yeni dolan, sipariş bekleyen bir masa yoktu. Bu nedenle kasanın olduğu yerde, tezgâh arkasında bekleyen Lia'nın yanına doğru ilerledim.

"Akşam bizde toplanalım diyoruz. Sen de gelsene."

Lia'nın teklifi hoştu. Gitmek isterdim ama kimin geleceğini bilmiyordum.

"Kimler gelecek?" diye sordum pantolonumun kemerini düzeltirken.

"Chaeryeong, Jisung, Changbin, Seungmin. Eğer sen de gelirsen üç kız, üç erkek olacağız işte."

Jisung ve Changbin, Lia'nın üniversiteden tanıştığı arkadaşlarıydı. Buraya çok kez gelirlerdi, bir ara da Lia bizi tanıştırmıştı. Oldukça eğlenceli, cana yakın bir ikiliydi. Chaeryeong ve Seungmin ise lisedendi. Onları zaten tanıyordum.

"Olabilir aslında." Gülümsedi. Lia gülümserken yüzünde hoş bir ifade oluşuyordu.

"Kesinlikle gel. Jisung güzel filmler bulduğundan bahsediyordu."

Tebessüm ederek karşılık verdim. Lia'nın gerçek ismi Jisu'ydu aslında. Fakat o, arkadaş çevresi arasında Julia isminin kısaltması olarak Lia adını kullanmayı daha çok seviyordu. Bana da zorla kendine Lia olarak hitap ettiriyordu.

İki yıl önce... Son olanlardan sonra biraz zorluk çekmiştim. İyileşmek için söz verdiğim biri vardı ve o sözümü o ve kendim için tutmak istemiştim.

İyileşmiş miydim?

İsteyince yapabileceğimi anladığım bu süreçte, evet, iyileşmiştim. Eskisi kadar pısırık veya içime kapanık değildim. İnsanlarla konuşurken zorlanmıyordum. Zaten hâlâ sıkıntılar çekiyor olsaydım, şu an bu kafede çalışıyor olmazdım.

Lia'yla lisede tanışmıştık. Evet, onunla iyi bir geçmişimiz yoktu. Ryujin'in oyunları sayesinde birbirimize düşman kesilmiştik. Fakat Ryujin'in kişisel sorunları artınca tedavisi için okuldan ayrılmıştı, üçüncü senin sonunda. Tabii bu da kaçınılmaz bir şekilde okula yayılmış ve hasta olduğu da açığa çıkmıştı. Gerçekleri teker teker öğrenen Lia ve Chaeryeong ikilisi de mahcup olarak özür dilemek için yanıma gelmişlerdi. Yumuşak kalpliydim, insanlara karşı kin tutamazdım. Affetmiştim, barıştıktan sonra da anlaşmaya başlamıştık. Aramız iyiydi şu an.

Seungmin ise her ne kadar masum olduğunu düşündüğümüz biri olsa da Ryujin'in gidişinin ardından pişman olmuştu. Aslında her şeyi saklamaya devam edip hayatını sürdürebilirdi ama o da yanıma gelip Ryujin'le yaptıklarından sonra hem kendisi hem de onun adına özür dilemişti. Bu süreçte onunla da yakınlaşmıştık. O da dışarıdan yaşına göre olgun duran ama gerçekte fazlasıyla eğlenceli olan bir tipti. Şu an, o da Lia'nın gittiği üniversitede hukuk okuyordu.

Lia, liseden sonra burada bir üniversitede işletme bölümünü kazanmıştı. Hedefine ulaşmıştı fakat kendi ayakları üzerinde durabilmek için bu kafede part-time, kasiyer olarak çalışmaya başlamıştı. Aslında bu kafede işe ilk ben başlamıştım, iş aradığını söyleyince de çalıştığım yeri önermiştim.

Chaeryeong da bir üniversitede ilkokul öğretmenliği okumaya başlamıştı. Aslında onun hedefi Kore'de oldukça ünlü olan bir şirketin seçmelerine katılıp bir müzik grubuyla çıkış yapmaktı fakat ailesinin baskısı nedeniyle bu hedefini rafa kaldırmak zorunda kalmıştı. İyi bir dansçı olduğunu ve iyi bir sese sahip olduğunu duymuştum. Bu nedenle, hayaline kavuşamayacak olması beni üzmüştü.

Çevresindeki herkes iyi bir yerlere gelmiş olan ben ise...

Üniversite sınavında iyi bir sonuç elde edememiştim ben, bekleneceği gibi. Kötü bir okula gitmektense mezuna kalmayı tercih etmiştim. Liseden sonraki ilk senemi boş geçirmemek için, sınava çalışırken burada işe başlamıştım. Açıkçası, çalışmayıp babamın işine güvenebilirdim. Gerçi onlardan sonraki o koca şirketin tek varisi de bendim fakat aklıma sürekli onların da gidici olduğu, hazıra konarsam çok zorluk çekeceğim geliyordu. Bu nedenle bu kafede garsonluk yapıyordum. İlk sene de üniversite sınavı için çalışmıştım ama bu çalışmayla kalmıştı. İkinci bir defa da sınava girmemiştim.

Lise yıllarımda Yuna en büyük yardımcılarımdan biri olmuştu. Şu an kendisi sıkı bir şekilde üniversite sınavı için hazırlanıyordu. İstediği üniversitede istediği bölümü, bu çalışmasıyla kazanacağına adım gibi emindim.

Sonunda o da hastalığımı öğrenmişti. En başta, bunu ona ilk zamanlarda söylemediğim için darılsa da iyi olmam için elimden geleni yapmıştı. Bunun için ona minnettardım.

Yuna'nın aşk hayatı da bu sürece dahildi bir de. Kai'yle son zamanlarda oldukça yakınlaşmışlardı. Yuna da daha fazla dayanamayarak, büyük bir cesaret göstererek Kai'ye duygularını açmıştı. Şu an çıkıyorlardı. Kai her ne kadar ondan uzakta, şehir dışında bir üniversitede inşaat mühendisliği bölümünün ilk senesini okuyor olsa da Yuna onun yanına gidebilmek için deliler gibi çalışıyordu.

Ayrıca üçüncü sınıfta, okulumuza yeni bir ögrenci daha gelmişti. Kişi sayısı en az olan sınıf biz olduğumuz için doğrudan bizim sınıfımıza gelen yeni kız, tek boş sıra olduğu için yanıma oturmak zorunda kalmıştı. Normal olarak, ondan çekinmiştim ama sınıf içerisinde neredeyse kimseyle konuşmayıp önündeki kitapla ve dersiyle ilgilendiği için benimle, sıra arkadaşı olarak, konuşmak istemişti. İsmi Chaewon'du. Uzun kahverengi saçları ve gözlerinin biraz üstüne düşen kâkülleri vardı. Sevimli, ufak tefek bir kızdı. Cana yakındı. O da bu süreçte yanımda olmaya çalışan bir diğer kişiydi. Şu an o da bir dans kursunda, profesyonel olarak eğitim veriyordu.

Aynı zamanda Chaewon, Felix'le birlikteydi. Garip bir ikiliydi ama yıldızları bir şekilde barışmıştı işte. Felix de şu an yine burada bir üniversitede bilgisayar mühendisliği okuyordu.

Hayatımın en hareketli dönemlerini yaşadığım üçüncü sınıfta hem acıyı hem mutluluğu hem kaybetme hissini hem de başarmayı tatmıştım. Garip bir yıldı fakat hayatımda en fazla iz bırakacak tek zamandı, diyebilirim.

Minho'yla anlaşmalı olarak ayrıldıktan sonra, taburcu olup birkaç gün geçince annem şirket evliliği konusunu bana da açmıştı. Heyecanlı bir şekilde anlatıyor, benim için en doğru olanın bu olduğunu söylüyordu. Fakat ben birden Minho'yla ayrıldığımızı ve bu evliliğin hiçbir zaman olmayacağını söylediğimde donup kalmıştı. Hayal kırıklığına uğradığı yüzünün her bir ayrıntısından belliydi. Ama o zaman da ne yapabilirdim ki? Geleceğim, ailem tarafından yönetiliyordu ve mutlu olup olmayacağım sorulmuyordu bile. İtiraz etmek hakkımdı. Düşüncelerimi belirttikten sonra da zaten, annem de hak vererek kabul etmişti. Bu konu da bu şekilde kapanmıştı.

Minho'yla hâlâ karşılaşıyorduk, iletişimimiz de küçük küçük devam ediyordu. Tabii ki de eskisi gibi değildik ama. Arkadaş olma konusunun masumiyet sınırlarını çoktan aşmıştık onunla. Ne yazık ki, hiçbir zaman eskisi gibi olamazdık. Fakat hâlâ ailelerimiz şirket ortaklığına devam ettiği için karşılaşmalarımız da devam ediyordu.

Asıl mevzuya gelirsek, ah... Belki de hayatımın filminin en kalp kırıcı sahnelerinden bir tanesi de buydu.

Evet, gitmişti.

Taburcu olup okula tekrar adımımı attığımda hiçbir yerde olmaması o konuşmalarında ciddi olduğunun göstergesiydi. Dediklerinin her bir harfini çok iyi hatırlıyordum.

"Büyük ihtimalle sen taburcu olduktan sonra, ben gitmiş olacağım. Çok üzgünüm bunun için ama bu olmak zorundaydı."

En başta, sadece bir günlük devamsızlık olduğunu düşünmüştüm ama Yuna yanıma geldiğinde, sabredemeyerek sorduğum sorunun cevabı pek de iç açıcı olmamıştı.

"Unnie... Şey... Hyunjin oppa, buradan taşındı. Ailesiyle başka bir şehre gitmişler."

Duyduklarım... Kahretsin ki derinden yıkmıştı beni. Yaptığım hataların acısını daha derinden hissederken ağlamama engel olamamıştım. Hıçkırarak ağlamıştım o gün. Binlerce defa, sesimi bir daha asla duyamayacak biri için özür dilemiştim. Onu bir daha göremeyecek olmamın acısı tarif edilemezdi. Kalbimin ilk kez o kadar parçalandığını hissediyordum.

O günün gecesi onu aramak için bir şans istemiştim fakat numarasını tuşladığımda telesekreterin dediği kelimeler aynen şunlardı:

"Aradığınız numara şu anda kullanılmamaktadır."

İkinci bir yıkılış daha... Gitmiş olması yetmiyormuş gibi bir de numarasına da değiştirmişti. Yeni bir hayat, temiz bir sayfa... Pekâlâ demiştim ben de. O temiz sayfayı ben de açacağım.

İyileşmek için içimde yanan ateşi körükleyen bir diğer olay da bu olmuştu. Bunun için elimden geleni yaparken de kalbimin kırıklarının içime batışından dolayı hissettiğim acılar hâlâ devam etmişti. Zorlanmıştım o parçaları bir bir yerine koyarken. Şimdi; hâlâ birkaç parça eksik olsa da, o parçalar da içimde bir yerlerde batmaya devam etse de toparlanabilmiştim.

İlkler unutulmaz derler. Ben de ilkimi unutamamıştım, unutamıyordum fakat hayatıma kaldığı yerden devam etmek zorundaydım. İçimde bir yerlerde hâlâ izleri vardı ama bu izler beni etkilememeliydi. İllaki hayatıma yeni birileri girecekti, güzel şeyler olacaktı. Sadece biri için kendimi hırpalamamam gerekiyordu. Bu yapacağım en büyük yanlış olurdu.

"Jisung ve Binnie geldi!" Lia'nın heyecanla baktığı yöne döndüm. Eğlenceli ikili arkasında bulunduğumuz tezgâhın yanına geldiler. Jisung, kolunu yaslayıp göz kırptı.

"N'aber hanımlar?" Ona gülümserken Changbin tok sesiyle konuştu.

"Akşam için atıştırmalıklar benden." Lia, şaşkınlıkla ve sevinçle bir ooo sesi çıkardığında Jisung gözlerini kısarak güldü. Bu çocuk bir sincaba benziyordu, aksini iddia eden kesinlikle bir göz doktoruna gözükmeliydi.

"İddiaya girdik, kaybetti."

"Siz bebekler ne zaman büyüyeceksiniz, merak ediyorum." dedi gülmeye devam eden Lia. Changbin sadece gözlerini devirirken Jisung gülerek Changbin'in omzuna yumruğunu vurmuştu.

Dediğim gibi; Jisung sincaba benzeyen, kumral tenli, sevimli bir çocuktu. Boyu çok uzun değildi, yeni boyatmış olduğu düz sarı saçları vardı. Büyük yanakları, küçük dudakları, küçük çekik gözleri ile ortaya çıkan tatlı görüntüsü herkesi kendine çekiyordu.

Changbin ise kısa biriydi. Jisung çok uzun değildi, evet, ama Changbin, Jisung'tan da kısaydı. Kısa boyuna rağmen yapılı bir vücuda sahipti. İnce uzun bir yüzü, çıkık elmacık kemikleri vardı. Siyah saçları, küçük dolgun dudakları ve yüzüne yakışan kahverengi gözleri ile yakışıklı biriydi ama kısaydı biraz işte.

"Sen de geliyorsun, de mi kız?" Jisung'un bana dönmesiyle başımı olumlu anlamda salladım gülümseyerek.

"Evet." Birden Changbin gülerek ellerini birbirine çırptı.

"Masraf gittikçe artıyor." Bu sefer Jisung kaşlarını çatarak vurdu Binnie'nin omzuna.

"Öyle denir mi lan?"

Changbin gözlerini irileştirerek baktı sincaba. "Bilmiyordum oğlum geleceğini!"

"Eğer sorun olursa gelmeyebilir-..." diyerek sözüne başladığımda Lia ve Jisung aynı anda bana dönerek sözümü kestiler.

"Söz verdin bile." dedi Lia.

"Changbin her zaman öküzdür. Gel işte." dedi Jisung da. Hafifçe tebessüm ederek başımı salladım.

Bir süre sonra Jisung ve Changbin yanımızdan ayrıldılar. Changbin'in akşam için bir şeyler alması gerekiyordu. Jisung da evine uğrayıp bahsettiği filmleri getirecekti. Lia, Seungmin'in birkaç bira kapıp geleceğinden bahsetmişti. Biraz yüzümü buruştursam da onların tercihlerine karşı saygılıydım. Lisede de alkol ve türevlerinden hoşlanmazdım, hâlâ da sevmiyordum. Sevmeyi de düşünmüyordum.

"Yeji, cam kenarında bir masa doldu sanırım."

Önce bana seslenen Lia'ya, daha sonra hafif çatık kaşlarıyla baktığı masaya döndüm. Evet, az önce boş olan masada şu an biri oturuyordu.

"Gideyim." diyerek yan tarafımdaki menü defterlerinden birini aldım. Masaya ilerleyip menüyü koymadan önce yüzüme bir gülümseme yerleştirmiştim ki garip bir şekilde çok tanıdık gelen yüz duraksamama neden oldu.

Kaşlarım eskileri hatırlamamın etkisiyle hüzünle havaya kalkarken ellerim gittikçe ısınıyor, kalbim depar atmaya başlıyordu. İstemsizce nefesimi tutarken dudaklarımı birbirine bastırdım.

Aynı siyah saçlar... Biraz uzunlardı sanki bu sefer.

Aynı eller... İnce uzun parmaklarında bu sefer birkaç gümüş yüzük takılıydı.

Aynı dolgun dudaklar... Pembeliklerini hâlâ koruyorlardı.

Siyah deri ceket, içinde beyaz bir tişört...

Sanki eskisi kadar cılız değildi, ha? Yapılanmıştı biraz. Olgunlaşmıştı.

Değişmişti. Ama çok değil. Hâlâ lise yıllarındaki gibi duruyordu. Hâlâ yakışıklıydı, hâlâ yüzünde kendine çeken bir yumuşaklık vardı. Sadece biraz daha olgunlaşmış, biraz daha oturmuştu yüz hatları.

Ama hâlâ oydu işte. Yine ve yine oydu.

"Sadece filtre kahve..."

Siparişini ben önüne menüyü koymadan belirttiğinde yutkundum.

Sesi bile aynıydı, en ufak bir ton değişikliği bile duyamıyordum.

Değişmemişti. Yine ve yine sınıfta en ön sırada oturan, derslerde aktif olan, herkesin sevdiği o çocuktu.

Gözlerimin yanmaya başladığında bile hâlâ bacaklarımda yanından gitmek için o gücü bulamadım. Zorlukla yutkundum defalarca. Fakat boğazıma takılan yumru gitmedi. Ellerim terledi, dudaklarım birbirine kenetlendi, dilim tutuldu. Ne yapacağımı bilemeyerek başında dikildim sadece. Görüş açım buğulansa da onu net görebileceğim kadar işlenmişti bilinçaltıma. Kalbimde yeteri kadar silindiğini sanıyordum ama hâlâ oradaydı. Capcanlı bir şekilde yaşamaya devam ediyordu.

Hâlâ yanına gelen garsonun başında durduğunu fark ettiğinde şüpheli bir şekilde başını ilgilendiği telefonundan kaldırdı. Çatılan kaşları, gözlerinin beni odak noktası yapmasıyla hayretle havaya kalktı. Dudakları şaşkınlıkla aralandı, elindeki telefon masaya düşerek tok bir ses çıkarttı.

"Yeji?" diye mırıldandı kısık bir sesle. Gözlerimden yanaklarıma doğru yaşlar inmeye başladığında titremeye başlayan ellerimden düşmesine izin verdim menü kitapçığının.

"Hyunjin..." diye mırıldandım zorlukla. Yıllar sonra ismini ilk kez sesli bir şekilde telaffuz etmek çok garip hissettirmişti. Bir de şu an karşımda kanlı canlı durması... Tarif edilemeyecek bir duygu karmaşası içindeydim.

Kızmak istiyordum ona. Beni bırakıp gittiği için...

Sarılmak istiyordum ona. Çok özlediğim için...

Ağlamak istiyordum omzunda. Bana sarılıp teselli etmesi için...

Sadece onu istiyordum. Eskileri özlediğim için...

Yavaşça oturduğu sandalyeden doğrulup ayağa kalktı. Karşıma geçtiğinde boyunun da uzadığını fark ettim. Şu an sadece omzuna yetişebiliyordum. Lisedeyken de uzundu zaten. Bu şaşırtmamıştı beni.

"Yeji..." diye mırıldandı, şaşkınlık içinde. "Sen..." dedi, devamını getirmedi. Onun da dili kilitlenmişti.

Kimseyi umursamadan; şu an hâlâ masalarında sohbet eden müşterileri, kasa başında bekleyen Lia'yı ve etraftaki bir iki çalışanı takmadan ellerimi yüzüme siper edip hıçkırarak ağlamaya başladım. Geçtiğini sandığım şeyler saklandıkları yerden teker teker çıkmışlardı. Nasıl bir tepki vereceğimi kesinlikle bilmiyordum. Bu arafta kalışım da gözyaşları olarak kendini belli ediyordu dışarıya.

Hıçkırıklarım arasından onun titrek bir nefes alıp verişini duydum. Daha sonra sessizce bana mırıldanışını...

"Yeji..." Birden sustu. Ne diyeceğini bilemiyor gibiydi. "Ağlama, güzelim."

Güzelim... Bu kelimeyi onun sesinden, onun ağzından duymayı çok özlemiştim.

Elleri benim bileklerime dolandı. Ellerimi yüzümden çektikten sonra başımı kaldırıp onun yüzüne baktım. Burukça tebessüm ettiğini gördüğümde yutkundum. Ondan geri çekilirken ne diyeceğimi bilemiyordum. Özlenen bir karşılaşmanın berbat bir dakikasındaydık.

Yıllar sonra onun yüzünü tekrar görmenin etkisiyle ağlamaya devam ederken bana endişeyle baktı. Yutkunup beni kendine çekti birden. Başımı göğsüne doğru yaslarken saçlarımı okşamaya başladı.

"Ağlama. Lütfen... Bu sefer böyle olmasın." Mırıldanışı daha çok hıçkırmamı sağlamıştı ne yazık ki. Göğsüne yaslanmış olan ellerimi yumruk haline getirip sıktım. Ağlarken sıklıkla yaptığım bir şeydi, yine refleks haline gelen bu hareketi yapmıştım.

"Tanrı'm..." diye konuştu bu sefer. "Çok özlemişim." Fısıldayışı bana ulaştığında sessizce mırıldandım.

"Ben de..."

"Hadi." dedi birden bir ses. Geri çekilip ıslak gözlerimi yanımıza gelen ve bize samimi bir şekilde tebessüm eden Lia'ya çevirdim. Elinde buraya gelirken yanıma aldığım çantam vardı.

"Git. Ben seni idare ederim." Ona minnettar bir şekilde baktıktan sonra çantamı aldım.

"Teşekkür ederim." diye fısıldadığımda Hyunjin, sabırsızca elimden tuttuğu gibi kafenin dışına çıkartmıştı bizi.

Bu sırada da arkamızdan Lia'nın bağırışını duymuştuk. "Akşam ikiniz de bize geliyorsunuz, itiraz yok!"

Hyunjin diğer elini kaldırıp onaylayan bir hareket yaparken gülmüştü. Bu basit gülüşü bile delicesine özlemiştim. Bunları şimdi fark etmek çok acıydı.

Tek koluma astığım çantam, birbirine kenetli olan ellerimiz, yan yana olan bedenlerimiz, arada sırada ona attığım kaçamak bakışlar, onun yüzündeki belli belirsiz tebessüm, aramızdaki garip sessizlik...

Anlatılamazdı ki!

Bir parka yaklaştığımızda Hyunjin adımlarını yavaşlatıp elimi sıkmıştı. Onunla birlikte ben yavaşlamıştım. Parkın içine doğru girip ağaçların arasında kalan bir banka ilerlemiştik.

Şimdi ise o bankta yan yana oturuyorduk, sessizdik. Aramızda belirli bir mesafe vardı, bankın her iki ucuna oturmuştuk. Arada ona doğru kaçamak bakışlar atıyordum. Bu sıralarda başını öne eğmiş bir şekilde ellerine bakıyordu. Bazen göz göze geliyorduk, hemen kaçırıyordum bakışlarımı ondan. Garipti; şu an karşılaşıp buraya gelmemiz, aramıza bir mesafe koyarak oturmamız, hâlâ aramızda bir sessizliğin hakim olması garipti.

Tesadüf?

Belki...

"Nasılsın?"

Sessizliği bozan taraf o oldu. Galiba o da benim gibi sıkılmıştı bu suskunluktan. Sorusu da biraz sessizliği bozmak amacıyla sorulmuş, gelişine bir şeydi zaten.

"İdare eder." diye mırıldandım. "Sen?"

"İyiyim." dedi. "Çok iyiyim ama bir o kadar da pişmanım."

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Sormak istiyordum. Öğrenmek istiyorsam da sormak zorundaydım.

"Neden gittin?" diye fısıldadım kırık sesimle. Tekrar ağlamama ramak kalmıştı.

"Bunu sormaya hakkın var." Fısıldadığında yavaşça başımı salladım.

Derin, sesli bir nefes aldı. "Annem ve babam..." Konuşamadı bir süre. "Boşandılar."

Gözlerimi aralarken bakışlarımı ona çevirdim. Gözlerini yere doğru sabitlemişti, başı öne doğru eğikti. Bakışları boş boş bakıyordu bir noktaya.

"Ben de annemin yanına gittim."

Yutkundum. Lisedeyken ailesinin kavgalarına fazlasıyla maruz kalıyordu. Demek ki sonunda beklenecek bir şekilde sonlanmıştı o kavgalar. Aslında mutluydum çünkü daha fazla etkilenmek yerine erkenden kurtulmuştu tartışmalardan. Hem annesi hem babası hem de kendisi için en doğru olan gerçekleşmişti.

Yine de... Baştan anlatması gerekmez miydi?

Ya da... Ne saçmalıyordum ki? Tüm hata bendeydi. Ona konuşmak için şans bile vermemiştim.

Yoksa hiçbir şey böyle olmazdı, değil mi?

Olmazdı.

"Sen?" dedi konuşmaya devam ederek. "Hastalığın..."

"İyileştim." dedim hemen. "Artık eskisi gibi değilim."

Gülümsedi. "Sevindim."

Ben sadece belli belirsiz gülümserken o devam etti.

"Yuna ve Kai nasıl?"

"Kai şehir dışında bir üniversitede okuyor. Yuna da onun yanına gidebilmek için sıkı çalışıyor sınava."

"Çıkıyorlar mı?" Başımı olumlu anlamda salladım.

"Evet."

"Sonunda." diye mırıldandığında güldüm. O da aynı şekilde karşılık verdi.

"Okuyor musun?" diye sordu birden. Başımı olumsuz anlamda salladım.

"Hayır." Tepkisini ölçmek için ona döndüm. Kaşları havalanmıştı. Soru sormak için dudaklarını hareket ettirmeye hazırlandığında hızlı davrandım.

"Sen peki?" Okuyordu tabii, salak. O kadar çalışmayla mezuna kalacak değildi ya.

"Buradayım. Okul için babamın yanına geldim."

Demek ki uzun süredir buradaydı.

"Hangi bölüm?" dedim bu sefer.

"Mimarlık." Aklıma Minho geldiğinde derin bir nefes aldım. O çoktan okulunu bitirmiş, işine bile başlamıştı. Ama çoğunlukla şirket işleriyle ilgileniyordu.

"O kafede çalışıyor musun?" dedi aniden. Başımı olumlu anlamda salladım. "Çalışmak yerine şu an iyi bir üniversitede okuyor olsaydın, daha iyi olmaz mıydı?"

"Olabilirdi." dedim cevap olarak. "Ama olmayınca olmuyor. Ben de artık istemiyorum zaten."

"Peki." deyip sustu.

Gözlerimi tekrar kapatıp derin bir nefes alırken aramızda tekrar başlayan sessizliği dinledim. Fakat o konuşmaya devam etmek ister gibi sessizliği bozdu.

"Saçların..." diyerek başladı sözüne. "Uzamışlar."

Başımı salladım. Saçlarımı kestirdiğim o berbat geceden sonra kahverengi tutamlar oldukça uzamıştı. Belki de eskisi gibi belime kadar uzanmıyorlardı ama uzunlardı artık.

"Uzadılar." diye fısıldadığımda onun yakınıma doğru hareketlendiğini fark ettim. Aramızdaki bu uzaklıktan bıkmış olmalıydı. Açıkçası ben de bıkmıştım. Böyle uzak durarak neyden kaçıyorduk ki sanki?

"Yeji..." diye fısıldadı yanıma yaklaştığında. Bedenini tamamen yanımda hissettiğimde yan yana gelen bacaklarımıza ve aralarında birkaç santim kalan ellerimize bakarken dudaklarımı birbirine bastırdım.

"Ben çok özledim."

Ben de...

"Şu an doğru düzgün bir açıklama yapmadan gittiğim için çok pişmanım." Başımı hızlıca sağ sola sallayarak konuşmaya devam etmesini engelledim.

"Benim hatamdı." dedim tekrar dolan gözlerimin etkisiyle kısılan sesimle. "Eğer seni o zaman dinlemiş olsaydım, bunların hiçbiri olmazdı."

"Hâlâ çok duygusalsın." dedi eli yanaklarıma doğru giderken. O parmaklarıyla gözlerimden düşen yaşı silmemiş olsaydı, ağladığımı bile fark etmeyecektim.

"Söyle diyelim." dedi elini geri çekerken. "İkimiz de hatalıyız."

Gözlerimi ona çevirdim, hafifçe gülümsüyordu. Ona aynı şekilde karşılık verirken onun gözleri aşağıya doğru indi. Koluma doğru uzattı ellerini. Kısa kollu, kafe içinde giydiğim gömleğin açıkta bıraktığı kollarıma baktı.

Oradaki dikiş izleri hâlâ duruyordu. Hiç geçmeyecek olmaları can yaksa da hatalarımdan ders çıkarmamı sağlıyorlardı.

Bir şeyleri anlamak için acılarımızın bedenimizde iz bırakmasına izin vermeliydik bazen.

"Hiç geçmeyecekler mi?" dedi kemikli parmakları o izlerin üzerinde dolanırken. Başımı olumsuz anlamda salladım.

"Geçmeyecekler." İki kolumu da usulca elleri arasına alıp yukarı kaldırdı. Tenimi yüzüne doğru yaklaştırıp oradaki izlere dudaklarını bastırdığında içim titremişti. Dayanamayıp gözlerimi kapattım. Titrek bir nefes alırken kapalı göz kapaklarımın arkasından gözyaşlarımın akmasına izin verdim.

Dudaklarının sıcaklığı kollarımdan çekildiğinde konuştu.

"Yeji... Baştan başlayalım mı?"

Gözlerimi aralayıp ona baktım. Koyu kahverengi çekik gözleri bana kilitlenmişti. Orada garip bir ifade vardı. Hüzün, istek, özlem... Seçemiyordum.

Ama... Çok güzel bakıyordu, bu kesin bir şeydi.

Gözyaşlarım akmaya devam ederken güldüm. Ellerimle yanaklarımdaki ıslaklığı sildim. Nasıl cevap vereceğimi bilemezken o hızlıca ayağa kalkıp beni de yanına çekti.

"Nasıldı?" diye sordu birden.

"Ne nasıldı?" dedim anlamayarak.

"O gün..."

O gün...

Bir elimi elinin arasına alıp sol tarafına doğru koydu. Kalbi çok hızlı atıyordu, benimkinden hiçbir farkı yoktu. O yağmurlu gecede de olduğu gibi...

"Seni ilk gördüğüm günden beri bende yarattığın etki bu, Hwang Yeji."

Titrek bir nefes verdim dışarı. Gözlerimden aşağı bir damla gözyaşı akmıştı, bir kez daha, bu kez daha çok, mutlu olmanın sevinciyle.

"Aynı duyguları paylaştığımızdan emin olabilirsin."

O akşam, hastalanacak derecede ıslanmamızı umursamadan bir kez daha birleştirmişti dudaklarımızı. Fakat bu sefer ellerimi ellerinin arasına alıp parmak uçlarıma dudaklarını bastırdı. Bir kez daha yayılmıştı vücuduma sıcak bir titreme.

"Baştan başlıyoruz." dediğinde kavuşmanın verdiği o güzel duyguyla başımı salladım. Tekrar sulugözlülüğümü göstererek gözyaşlarımı serbest bırakmıştım bile.

O da burukça gülümseyip bedenimi kendine çekerken çoktan ağlamaya başlamıştı. O da çok duygusaldı.

"Hiç ayrılmayalım." dedi ağlamasının etkisiyle, fısıltı gibi çıkan sesiyle. "Tamam mı?"

Hıçkırmaya başladığım için dilim düğüm olsa da omzuna daha çok yaslanmış ve hızlıca başımı aşağı yukarı sallamıştım.

O an sadece ağladık. Birbirimize sıkıca sarılıp aramıza giren mesafelerin bize kattığı özlemi ağlayarak giderdik.

Karamsar biriydim ben. Olumlu hiçbir şey yoktu hayatımda.

Ağlardım. Tanrı'nın ruhumu bir an önce alması için günleri sayardım.

Yanlıştı bu. Gerçeği acı bir şekilde öğrendim. Ama ufak bir ışık vardı hayatımda.

Acısıyla tatlısıyla...

Gülüşüyle gözyaşıyla...

Sesiyle sarılışıyla...

Her şeyiyle bir ışıktı hayatımda.

Bana da o ışığı daha da aydınlatıp asıl yolumu bulmak düşüyordu.

Elime sadece bir kıvılcımdan oluşan meşalemi alarak ilerlediğim bu yolda engeller aşmıştım. Bazen pes etmek istemiştim ama beni devam etmeye zorlayan bir şey vardı. Şimdi diyorum ki iyi ki de zorlamış o şey beni devam etmeye.

Ağlasak da üzülsek de ayrılsak da... Yine yan yanaydık.

Hayat acı olabilirdi ama minik tesadüfleri severdi.

Bize de bu yolda sabretmek, en iyisi için uğraşmak kalıyordu.

En doğrusu da buydu zaten.

Vazgeçmemek... Mutlu olmak için savaşmak...

Şimdi sevdiğimin kollarındayım. Mutluyum, iyi ki de vazgeçmemişim diyorum.

Hayatımı konu alan film sona erdi. Mutlu bir şekilde...

Mutsuz son diye bir şey yoktur, her şey en iyi şekilde biter.

Sadece sabret ve savaş. Asla ve asla vazgeçme. Çünkü hayat güzel tesadüfleri sever. Sana ne getireceğini bilemezsin.

[SON]

Continue Reading

You'll Also Like

3.5K 367 20
wonyoung ve eunchae, sadece köyde gördükleri çocuklara platoniklerdi. #1 - lesserafim #1 - jangkku #1- ive #1 - wonyoung
16.3K 2.8K 31
Melodiler, ritimler, sözler ve notalar; bir de benim küçük ukulelem. 27.12.2023 ©adoyyakli
57.1K 5.8K 24
Meg, Güney Koreli bir anne ve Endonezyalı bir babanın tek kızıydı. Annesi kariyerini ailesine tercih edip Kore'ye döndüğünde Meg on yaşındaydı. Yakla...
18.7K 1.3K 36
(tamamlandı) Hwang Yeji, kardeşi ile aralarını yapmak için Choi Yeonjun ile konuşmaya başlar. ••• By ©viaaduikecorn 01022022- choi yeonjun x hwang ye...