✓ anxiety ❁ [hyunjin × yeji]

By chanxwally

142K 11.8K 20.7K

[Tamamlandı.] / DÜZENLENİYOR. • illness serisi, birinci kitap • • scene one: passion • Anksiyete bozukluğu k... More

•°• warning •°•
Chapter One: Doze
Chapter Two: Impossible
Chapter Three: Mistake in the Party
Chapter Four: Unforgettable Photo
Chapter Five: First Dispute
Chapter Six: "Thank You."
Chapter Seven: Minho's confession
Chapter Eight: The Night
Chapter Nine: I Need Somebody
Chapter Ten: Guests
Chapter Eleven: "Is It Better, If I Die?"
Chapter Twelwe: Pyjamas Party
Chapter Thirteen: Ryujin's Plan
Chapter Fourteen: The Playing Card
Chapter Fifteen: Love Foolish
Chapter Sixteen: In The Reliable Arms
Chapter Seventeen: "I'm Afraid, Yeji"
•°•Açıklama (Sezon Finali, Süre, Bölümler) •°•
COMEBACK
Chapter Eighteen: Flames and Pains
Chapter Nineteen: Black Hat
Chapter Twenty: A Little Hag
Chapter Twenty-One: Keep Secret
Chapter Twenty-Two: Street
Chapter Twenty-Three: Apologize
Chapter Twenty-Four: Disappointment
Chapter Twenty-Six: The Sin
Chapter Twenty-Seven: A Little Confession
Chapter Twenty-Eight: Pursue Her
Chapter Twenty-Nine: Silver Necklace
Chapter Thirty: Pain
Chapter Thirty-One: "I'm So F*cking Sorry"
Chapter Thirty-Two: Goodbye
Chapter Thirty-Three: "The Life Loves Chances" [finale]
♪ Yeji's Playlist ♪
Thank You, So So Much! (Düzenlenecek)
We're Coming, Babe. Wuhu!
Scene I: Passion. Have a Good Time.
[önemli] açıklama: "aslında hepsi yanlış bir şeyi güzelmiş gibi göstermem..."

Chapter Twenty-Five: Liar

2.4K 218 998
By chanxwally

Playlist: Selena Gomez - Lose You To Love Me (Bu şarkı Yeji'yi o kadar iyi anlatıyor ve bu bölüme o kadar güzel yakışıyor ki aşık oldum.)

"Beni yerle bir ettin ve şimdi bu görülüyor.
İki ay içinde bizi yenisiyle değiştirdin, sanki bu çok kolay bir şeymiş gibi...
Bunu hak ettiğimi düşünmemi sağladın, iyileşmemin tam ortasında."

"Bana dünyaları vaat ettin ve ben buna düştüm.
Seni ilk sıraya koydum ve sen buna hayran kaldın."

(Selena Gomez - Lose You To Love Me)

***

İhanet.

Kayıp.

Hayal kırıklığı.

Nasıl anlatılır, bilemem. Ama kesin bir şey var: Hepsinin kalpte bıraktığı his kalıcı. Ruhta yaşattığı acı derin.

Monoton hayatımın birden değişebileceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Fakat hayallerim vardı: İyi arkadaşlar edinmek, aşk yaşamak, mutlu olmak ve daha fazlası...

Bunların kaç tanesini elde etmeyi başardım, emin değildim. Ama ne yazık ki benim hayatımda mutlu olmaya yer yoktu. Bir şey için uğraşmaya başladığım zaman eninde sonunda bazı şeyler istediğim gibi olmuyor, sonucu da yüzüme bir tokat gibi vuruyordu. Ben de zamanla bunlar için efor sarf etmeyi bırakmış, sadece ölümü beklemiştim. Ama bu sefer umudun gerçekten var olduğuna inanmıştım. Bir şeylerin sonunda iyi olacağına inanmıştım. Fakat hayat bu, yine istemediklerim başıma gelmişti.

Aşkı bulduğumu sandığım yerde ihanete uğramıştım. Kalbimin bir kez daha paramparça olmasıyla, bir kez daha hayattan umudumu kesmiştim. Belki de yanlış yerde aramıştım aşkı. Beni asıl mutlu edecek kişi karşımda dururken başka biri için elimin tersiyle itmiştim, onu, Tanrı'nın bana verdiği ilk şansı...

Üzgünüm, sevgilim. Bu kez de senin yüzünden hayattan vazgeçiyorum. Umarım onunla benimle olduğundan daha mutlu olursun.

Nerede olduğum hakkında bir fikrim yoktu. Fakat hava çoktan kararmıştı. Birkaç saat önce istemediğim bir kişiden gelen mesajdan sonra telefonumu kapatıp bana ulaşmamaları için elimdeki son açığı da örtmüştüm. Gerçi... Beni merak edecek kim vardı ki? Belki annem hâlâ evde olmadığım için birkaç defa arardı, ulaşamayacağını anladığında da pes ederdi. Bir ihtimal Yuna da arar ve mesaj atardı, son olanlara az da olsa şahit olunca.

Havanın acı soğuğuna rağmen üzerime montumu giymemiştim. Eteğimin altından ayazı gayet iyi hissediyordum. Fakat buna rağmen de yere oturmuş, bir evin duvarına sırtımı yaslamıştım. Çantam ve montum yanımda dağınık bir şekilde duruyordu. Saatlerdir ağlıyor olduğum için keskin bir baş ağrısı kendini göstermişti. Gözlerimin kızardığını ve şiştiğini hissedebiliyordum. Ellerim hâlâ titriyor, kesik kesik nefesler almaya devam ediyordum.

Senden nefret ediyorum.

Senden nefret ediyorum.

Senden nefret ediyorum.

Seni seviyorum.

Senden nefret ediyorum.

Saatler önce görmüş olduğum şeyden sonra tekrar nasıl toparlanabilirdim, bilmiyorum. Ryujin'e baştan inanmadığım için o kadar pişmandım ki... Beni defalarca uyarmıştı ama onunla takılmaya devam ettiğim süreç boyunca başıma açtığı işler yüzünden ona inanmak istememiştim. Ve... Ve onun sevgisi bana çok iyi gelmişti ne yazık ki. Yalancı kalbine inanacak kadar köreltmişti ruhumu, aptal sevgisi...

Başkasınınki değdi diye dudaklarımı öpen dudakları hiç ummayacağım birininkini hissetmişti.

Bir kez daha hıçkırdığımda gözlerimden akan bir damla yaşı hızlıca sildim, daha fazla aşağı inmeden. Titrek derin bir nefes alıp bulutlu gökyüzüne baktım. Soğuğun etkisiyle fazlasıyla titremeye başlamıştım. Sabaha kadar burada soğuktan donarak ölür müydüm, bilmiyorum ama güneşin umutla yeni güne merhaba deyişini göremeyeceğim kesindi. Görmek de istemiyordum zaten.

Telefonumu kapatmadan önce Ryujin'den gelen mesaj aklıma takıldı bir an.

Özür dilerim, Yeji. Beni kütüphaneye çağırdı ve birden öptü. Böyle olmasını istemezdim ama seni uyarmıştım.

Ne kadar haklıydı acaba? Beni defalarca uyardığına göre daha önce de bunu yapmış mıydı? Bu ilkleri değil miydi? Hyunjin'in bana anlattığı her şey bir senaryodan mı ibaretti? Oyunculuğu bu kadar iyi miydi cidden?

Başımı kendime çektiğim dizlerime gömerek bir kez daha hıçkırmaya başlarken beraber geçirdiğimiz tüm o güzel anıları düşündüm. Yoksa onlar da mı birer yalandan ibaretti?

"Hiç mi için sızlamadı beni öperken? Hiç mi benimle uyurken kalbin acımadı?"

Yüzüne haykıramadıklarımı fısıltı eşliğinde geceye bırakırken tırnaklarımı avuç içlerime kanatırcasına bastırdım. Fiziksel hiçbir acı, kalbimin kırık parçaları kadar ağrıtmıyordu şu an.

"Sana yardım etmek istiyorum derken bunu mu kastediyordun? Kalbimi parça parça etmeyi mi?!"

Başımı kaldırıp şu an bu evlerde olabilecek insanları umursamadan bağırdım karanlığa. Bu gece sesimi sadece lacivert gökyüzünü kapatan bulutlar, yanmayan yıldızlar, sonsuz soğuk dinleyecekti. Çünkü sadece onlar vardı yanımda, kırık ruhumun parçalarının somutlamış halleriyle başbaşaydım yine. Ne yazık...

Sinirimle harmanlanmış üzüntümle saç diplerimi, her bir tutamı koparmak istercesine cekiştirdim. Tüm uzuvlarımla yayılan acıyla yutkunurken gözyaşlarıma dur demedim. Ard arda akmalarına izin verdim.

Ölmek... Hiç bu kadar çekici gelmemişti.

Kuruyan dudaklarımı yalarken titreyen bedenimi çantama doğru çevirdim. Bu sabah içine attığım ilaç kutusunu bulup içinden çıkardım. Sırtımı tekrar buz gibi olan pürüzlü duvara yaslayıp bacaklarımı ileri doğru uzattım. Soğuk havayı bir kez daha içime çektim.

Titreyen ellerimi zorlayarak hızlıca kutunun kapağını açtım. İçindeki tüm kapsülleri avcuma boşaltırken bir an önce dünyadan siktir olup gitmeyi umut ediyordum.

Komik, sonunda bir şey için en içten duygularımla umudunu yaşatıyordum.

"Üzgünüm." diye fısıldadım. "Anne, baba, Yuna..." Hıçkırığımı dışarı bıraktım. "Bu kez de bir yalancı yüzünden hayattan vazgeçiyorum."

Hiç düşünmeden hapları dudaklarıma doğru götürürken birden duymaya başladığım hızlı ayak sesleri ellerimin daha çok titremesine ve birkaç hapın yere doğru düşmesine neden oldu.

At ağzına artık şunları!

Daha hızlı olmaya çalışarak gözlerimi kapatıp elimi tamamen ağzıma yaklaştırdığımda elim hızlı bir şekilde kenara ittirildi. İntiharıma sebep olacak tüm küçük cisimler yere dağılırken şaşkınlıkla baktım onlara.

Başaramadım, bir kez daha! Ne kadar beceriksizim öyle... Ölmeyi bile beceremiyorum!

"Yeji, ne halt yediğini sanıyorsun sen? Ne işin var burada ve bu halin ne?!"

Tanıdık sesin sahibi karşıma geçmesine rağmen ben ona bakmıyor, hâlâ yerdeki haplarıma hüzün ve şokla bakıyordum. Zorlukla yutkundum.

"Yeji!" Karşımda, öfkeyle sertleşen sesin sahibi çeneme tutup sert bir şekilde yüzümü kendininkine doğru çevirdi. Çenem sıkı bir şekilde tuttulduğu için ağrımaya başlasa da sokak lambasının loş aydınlığında gördüğüm yüz kaşlarımı çatmama neden oldu.

Elini hızla yüzümden çekerken fısıldadım. "Neden engel oldun?"

Bana şaşkınlıkla baktı. Hızlı bir cevap alamayınca oldukça yüksek bir sesle bağırdım. "Neden engel oldun? Defolup gidecektim işte, bu siktiğimin dünyasından! Neden engel oldun?!"

Önce yüzünde bir şaşkınlık dalgası belirse de hemen kendini toparlamış ve kaşlarını az öncekinden daha çok çatmıştı. Yüzündeki öfkeyi elle tutulur bir şekilde hissedebiliyordum.

"Şu an saçmalıyorsun, Yeji. Kalk, gidiyoruz."

Elimden tutup beni kaldırmaya çalıştığında kolumu hızlıca ondan çekip yaslandığım duvara sindim. Bacaklarımı kendime çekip bir çocuk gibi başımı öne eğerken mırıldandım.

"Ölmek istiyorum ben. Bırak da öleyim."

Eğer haplar bir işime yaramıyorsa donarak ölümü beklerdim ben de. Yoksa hiçbir zaman bu sikik yerde mutlu olamayacaktım.

"Yeji..." Bu sefer sesi az öncekine göre daha yumuşaktı. Fakat hâlâ öfke ve merakı barındırıyordu içinde. "Kendinde değilsin, gel de gidelim."

Başımı kaldırıp çekik koyu kahve gözlerine baktım. "Beni öldürecek misin yoksa?" Beklentiyle sorduğum soru üzerine nefesini sıkıntılı bir şekilde dışarı vermişti.

"Hayır, Yeji." Dudaklarımı büzüp kırıldığımı çocuksu bir ifadeyle gösterirken o ayağa kalkmış ve gövdemden tutarak beni ayağa kalkmaya zorlamıştı. Ayaklarımın üzerinde zorlukla dururken kollarını benden çektiğinde az kalsın yere düşecektim ki beni güçlü bir refleksle tekrar tutmuştu. Yakın bir şekilde yüzüne bakarken yutkundum. Sağ gözümden yanağıma doğru bir damla yaş daha inerken hem onun güzelliğine hem de kendi aptallığıma ağladım.

"Ben çok aptalım." diye mırıldandım, titreyen sesimle. "Canını Tanrı'ya kendi elleriyle veremeyecek kadar aptal hem de..."

Kaşları endişeyle daha çok çatılırken bedenlerimizi uzaklaştırıp ayakta durmamı sağladı. O an titrediğimi fark ettiğinde telaşla konuşmuştu.

"Titriyorsun, Yeji. Ne zamandan beri buradasın sen?"

Kıkırdadım ve ellerimle beşi gösterdim. "Beş altı saattir falan."

Dişlerini sıkarak yerdeki çantamla montumu aldı, bir koluyla onları tutarken diğer kolunu bana uzatıp belimden yakaladı. Beni ittirerek yanında yürütmeye başladığında bacaklarımı yavaşça hareket ettirdim. Saatlerdir bu soğukta, boş zeminde oturuyor olduğum için fazlasıyla uyuşmuşlardı.

Çok fazla yürümedik. Yakın bir evin kapısına geldiğimizde beni tek koluyla tutmaya devam etse de eşyalarımı yere bırakmış ve cebinden çıkardığı bir anahtarla kapıyı açmıştı. Önce beni içeri sokarken yerdeki eşyaları almış ve o da içeri girmişti. Kapıyı kapatıp tekrar bana döndüğünde evi boş bakışlarla incelemiş ve uyuşan bedenime işlenen sıcakla konuşmuştum.

"Minho... Ben ayrıca çok da salağım, biliyor musun? Bir yalancıya güvenecek kadar salağım hem de..."

Fakat o konuşmamış, sessiz kalmayı tercih etmişti. Tekrar yanıma gelip üzerimdeki okul ceketini çıkartmış ve yürümeme yardım ederek yeni fark ettiğim şöminenin yanına götürmüştü beni. Şöminenin önündeki kilime oturmamı sağlarken konuşmamaya devam ederek yanımdan ayrıldı.

Şöminede yanan ateşi trans altında gibi izlerken yutkundum. O ateşi gözlerimin içinde hissediyordum.

Şimdi bu ateşin daha da derininde, daha da koyusunda, daha da sıcağında cayır cayır yanmak vardı. Azrail'in kucağına kendi ellerimle atlayıp beni bu ateşe fırlatmasını zevkle kabul etmek vardı. Cehennem ateşinde ısınmak ve tekrar tekrar yanmak vardı.

Cehennem ateşinde yanmayı arzulamak... Bu ne kadar doğruydu?

"Yeji?" Duyduğum sese rağmen ona dönmedim. Ateşi izlemeye devam ettim. Yutkundum usulca. Kurumayan göz pınarlarımdan birer yaş daha yanaklarımdan kaydı. Bunu fark ettiğinde yüzümü yine elleri arasına almış ve yanaklarımı yavaşça silmişti. Gözlerimi yüzüne çevirdim. Orada büyük bir endişe ve hüzün vardı.

Bana haftalar önce ettiği itirafı düşündüm. Bir yalancı için onu reddetmiştim. Keşke bu hataya düşmeyip baştan onu kabullenseydim...

"Ben bir aptalım..." diye fısıldadım tekrardan. "Herkese güveniyorum, herkes gibi olamıyorum. Kendimi öldürmeyi bile beceremiyorum."

"Hayır, değilsin." diyerek karşı çıktı bana. "Seni güzel yapan şey farklı olman." derken saçlarımı geriye doğru itiyordu. "Saf olman... Ve ölmek sandığın kadar kolay değil, bunu arzulamamalısın."

Yumuşak sesiyle beni yatıştırmaya çalışırken başımı öne eğdim. Uzun saçlarım başımın iki yanından aşağı doğru sarktığında onları inceledim. 

O uzun saçlarımı çok seviyordu, kestirmemi hiç istemiyordu. Çünkü onları okşamak, kokularını içine çekmek en büyük zevkiydi.

"Minho?" diye fısıldadım, başımı kaldırıp yüzüne bakarken. Tebessüm etti.

"Söyle, güzelim."

"Saçlarımı keser misin?" Yüzündeki tebessüm birden silinirken hayretle baktı bana. Konuşmasına izin vermeden devam ettim. "Lütfen..."

Nefesini sesli bir şekilde dışarı verip ayağa kalktı ve kısa bir süre için yanımdan uzaklaştı. Başka bir odaya girip elinde demir bir makasla yanıma geldiğinde doğrulup saçlarımı geriye doğru attım. Arkama geçip saçlarımı düzeltti. Bu kadar çabuk kabul etmesini beklemiyordum.

"Ne kadar istiyorsun?" Elimle omuzlarımın biraz üstünde bir hizayı gösterirken iç geçirmişti. Sabırla kesmesini bekledim. Sonunda cesaretini toplayıp makası saçlarıma vurdu. Kestiği ilk tutam yere düştüğünde gözlerimi kapattım. Kesilen her bir tel sanki canımı acıtıyordu. Titrek bir nefes alırken yanaklarımdan akan yaşları sildim hızlıca.

Hayır, bunun için ağlamamalıydım. Ondan hiçbir şey kalmamalıydı bende. Ellerinin değmiş olduğu, hayranlıkla baktığı saçlarım da buna dahildi. Artık severek baktığı uzun saçlarım olmayacaktı, her sabah aynaya baktığımda içimin burkulacağı ama her zaman bununla kırık bir şekilde tebessüm edeceğim kısa saçlarım olacaktı. Eminim ki bu halimi daha çok sevecektim.

Kendimi bulmak için seni kaybetmem gerekti.

"Bitti." Minho'nun sıkıntılı bir şekilde konuşmasıyla gözlerimi araladım. Makası bir kenara bırakarak önüme geçti ve yüzüme baktı.

"Çok mu kötü oldu?" diye sordum. Sol elini saçlarıma uzatıp onları düzeltti ve gülümsedi.

"Hayır, çok güzel oldular."

Zorlukla gülümserken tek elimi saçlarıma götürdüm ve artık kısa olan koyu kahverengi saç tutamlarıma baktım. Bunlara alışmak biraz zaman alacaktı ama zorlanacağımı düşünmüyordum.

Minho son bir kez yüzüme gülümseyerek baktıktan sonra ayağa kalkıp kenara bıraktığı makası aldı ve tekrar bana döndü.

"Hadi, seni evine bırakayım." Bacaklarımı kendime çekip konuştum.

"Eve gitmek istemiyorum." Bir süre sessiz kaldı. Daha sonra ayak seslerini duydum, ona baktım. Elinde artık makas yoktu.

"Burada kalabilirsin." Gözlerini kaçırıp utangaç bir şekilde elini ensesine götürdü. "Üstünü değiştirmek istersen benim kıyafetlerimi kullanabilirsin. Odam üst katta, sağdan ilk kapı.."

Sadece başımı sallayıp tekrar gözlerimi önüme çevirirken o tekrar yanımdan gitmişti. Ayak seslerinin benden uzaklaşıyor oluşunu dinledikten sonra yavaşça oturduğum yerden kalktım. Otururken arkamda kalan, yerdeki saçlarıma hüzünle baktım.

Sizleri seviyordum saçlarım.

Onları orada bırakıp üst kata çıkan merdivenlere yöneldim. Bitkin olduğum için zorlukla, kenarlara tutunarak yukarı çıktım ve tarif ettiği odasını buldum. Kapıyı açıp içeri girdim.

Büyük bir odası vardı. Odanın ortasında beyaz nevresimli iki kişinin rahat uyuyacağı büyük bir yatağı, karşısında büyük koyu gri renkli bir kıyafet dolabı vardı. Yerde de açık gri, tüylü bir halı seriliydi. Çok sade bir odaydı ama bu sadeliği onu güzel yapan şeydi.

Odayı daha fazla incelemeden dolabının sürgülü kapağını açtım ve karşıma çıkan özenle katlanmış olan kıyafetlere baktım. Düzgün duran kıyafetler renklerine göre ayrılmıştı. Gri, siyah ve beyaz renkliler üst raflarda; diğer renklerse alt taraftaydı. Ceketler ise dolabın içindeki askılıkta asılıydı. Hatta onların arasında jilet gibi ütülü olan takım elbiseleri bile fark edebilmiştim.

Biraz geri çekilip kıfayetleri inceledim. Daha sonra beyazların olduğu raftan bir tane üst çıkardım. Oldukça bol, uzun kollu ve kalın bir bluzdu. Üzerimdeki gömleği ve eteği çıkarıp yatağın üzerinde attıktan sonra beyaz bluzu üzerime giydim. Zayıf bedenim kıyafetin içinde neredeyse kaybolmuştu. Dizlerimin biraz üstünde bitmesiyle bir elbiseyi andırırken uzun kolları ellerimi tamamen gizlemişti.

Dolaba bir kez daha bakıp katlı eşofmanlarını inceledim. Bir bluzu bile üzerimde elbise gibi durduğu için eşofmanlarının belimden sürekli düşeceği ve paçalarının da hep yerde sürünecek olması aklıma geldi. O yüzden okul için giydiğim beyaz çoraplarımı çıkartmayıp böyle durmaya karar verdim. Ağır dolap kapağını kapattıktan sonra dolabın büyük aynasından kendime baktım.

Yeni ben... Merhaba!

Beyaz bluzun içinde kaybolan kollarımı havaya kaldırıp hızlıca tekrar indirdim. Serbest bıraktığımda bol kıyafete çarpmış ve çocuksu bir görüntü kazanmıştı.

Saçlarım ise... Düşündüğümden daha iyi olmuşlardı ve bu hallerini sevmiştim. Şimdi ise neden daha önce kestirmemiş olduğumu düşünüyordum.

Aynanın önünden çekilip kıyafetlerimi topladıktan sonra odadan çıktım. Kucağımdaki okul formalarımla aşağı indim. Şöminenin önünden geçerken oradaki saçların artık gittiğini gördüm. Bu biraz canımın sıkılmasına neden olmuştu. Ne de olsa yıllardır onlara bakmış ve zarar görmeden uzamalarını sağlamıştım. Şimdi birkaç makas darbesiyle çöpe gitmiş olmaları canımı yakmıştı.

Kıyafetlerimi çantama sıkıştırdıktan sonra odanın ortasındaki koyu gri koltuğa oturup karşıya boş boş bakmaya başladım. Ellerimi kucağımda birleştirip bluzun kollarıyla oynarken hâlâ iyi değildim. İstesem yine saatlerce ağlayabilir, onu düşünerek kendimi hırpalayabilirdim. Ama Minho'nun yanında bunları yapmak istemiyordum.

Onun buraya doğru yaklaşmasını duydum. Yanıma gelip oturdu. Biraz beni inceledi. Nefesini dışarı verişini duydum. Kısa süre sonra kesinlik içeren sesiyle ciddiyetle konuşmuştu.

"Bana anlatmadığın şeyler var, biliyorum. Ama ne kadar özel olursa olsun, yarım saat önce gördüklerimden sonra ısrar ediyorum Yeji. Neler oluyor?"

Titrek bir nefes aldım. Bacaklarımı kendime çekip çenemi dizlerime yaslarken kollarımı çıplak bacaklarıma dolamıştım.

"Ben normal biri değilim, Minho." dedim artık yalanlara sığınmayarak. Artık bazı şeyleri öğrenme hakkı vardı. Sessiz kalmıştı fakat ne dediğimi idrak etmeye çalışıyor olmalıydı.

"Hastayım." Bunu dememle gözlerimi ona çevirdim, tepkisini ölçmek için. Çekik gözleri irileşmiş, karşısındaki bir noktaya dikkatle bakmaya başlamıştı. Gözlerimi tekrar önüme çevirirken burnunu çektim. Hep bunları birine anlatırken içime bir ağlama isteği doluyordu, belki de bu halime acıyordum kendimce.

Bir süre sessiz kalıp düzensiz nefes alışverişlerimi dinlemeye başladığımda pişman olmuş bir şekilde konuşmuştu.

"Ya da anlatmak zorunda değilsin, Yeji."

Anlatacağım, bilmeye hakkın var.

"Anksiyete bozukluğu... Tam olarak adı bu. Fakat işler bununla da bitmiyor, bipolar bozukluk belirtileri de gösteriyorum. Gerçi şu andan itibaren belirtiden çok gerçekten bipolar olduğumu düşünmeye başladım." Nefesimi dışarı verip gözlerimi kapattım. "Ve ben bu kadar aciz olmama rağmen, toplum içinde bu hastalığa sahip olanlara için deli damgası vurulmasına rağmen aşık oldum Minho. Bir yalancıya, bir oyuncuya... Onun aptal senaryolarına inanarak, her şeyimi ona sunarak benliğimi ona teslim ettim ben. Her şeyimle onun olmak istedim ve davranışları, bana olan tavrı o kadar samimi o kadar güzel gelmişti ki kalbinde bir yalancı yattığını göremedim ben."

O beni sessizce dinlerken göz yaşlarım akmaya başlamış, öğle arası gördüğüm manzara gözlerimin önünde belirmişti.

"Bugünse onu başka biriyle gördüm. Sarılıyorlardı ve... Ve..."

Devamını getiremedim çünkü gözyaşlarım hızlanmış, bununla birlikte bacaklarımı daha çok kendime çekerek hıçkırarak ağlamaya başlamıştım. O ise ne demek istediğimi gayet iyi bir şekilde anlamıştı. Bir şeyler demeden önce tek eliyle saçlarımı okşamış ve yanıma yaklaşarak oraya ufak bir öpücük kondurmuştu.

"Ve sırf bu yüzden intihar etmeye kalkıştın..."

Hâlâ eğik olan başımı hızlı bir şekilde salladım.

Evet, Minho. Ölmek istedim. Kurtulmak; ondan, acılarımdan, her şeyden kurtulmak istedim.

"Ağlama artık." dedi huzur veren ses tonuyla. "İyi tarafından bak, onun nasıl biri olduğunu çok geç olmadan anladın."

Hâlâ saçlarımı okşuyordu ama bunların hiçbiri beni rahatlatmaya yetmiyordu.

Eli yavaşça sırtıma doğru indi. "Şimdi en iyisi uyumak, Yeji. Sabah olduğunda kendine gelmiş bir şekilde uyanacaksın, emin ol."

Başımı kaldırıp önüme düşen kısa saçlarımı geriye ittim ve hızlıca yanaklarımı sildim.

"Öyle mi dersin?"

"Evet." Gülümsedim. Uyumak en iyi ilaçtı, ha? Pekâlâ. "Ve... Ben sen giyinirken aileni de aradım. Benimle ve iyi olduğunu söyledim."

Başımı salladım. Saatlerdir ortalıkta yoktum ve telefonum kapalı olduğu için kimse bana ulaşamıyordu. Ailemi, özellikle annemi, yersiz bir telaşa sokmuş olmalıydım. Bunun için yeni pişman oluyordum.

Ben susmaya devam edip boş boş bir  noktaya bakarken o, yanımdan kalktı. "Burada uyuyabilirsin."

Başımı olumlu anlamda salladım ve yanımdan gidişini izledim. Olduğum yerden çıkıp üst kata gittiğinde koltuğa uzanıp başımı koltuğun yastığına yasladım. Gözlerimi kapatırken onun geldiğini belli eden ayak seslerini duydum. Yavaşça başımı kaldırıp başımın altına bir yastık bırakmış ve üzerime bir örtü örtmüştü. Eğilip dudaklarını yanağıma bastırışını hissederken içim titremişti.

Yanımdan uzaklaştığını ayak seslerinden anlarken hiçbir şeyi düşünmemeye çalışarak uyanmak ve Minho'nun evinde yeni bir güne uyanmak istedim.

Belki... Belki bu sefer gerçekten rahatlamış ve mutlu bir şekilde merhaba derdim yeni güne.

Mutlu olma konusunda biraz şüpheliydim ama... Her neyse.

***

Gözlerimi yavaşça araladım. Çoktan sabah olduğunu içerinin gün ışıklarıyla aydınlanmasından anlamıştım. Yeni uyanmış olduğum için biraz kısık olan gözlerimle bir süre nerede olduğumu idrak etmeye çalıştım. Daha sonra aklıma dün gece Minho'nun beni evine getirdiği gelince kendimi serbest bırakıp bir kolumu gözlerimin üzerine kapattım. Diğer kolumda uyuduğum koltuktan aşağı sarkarken büyükçe esnedim. Biraz daha tatlı bir keyif yapmak istesem de karnımın gurultusu bunu engellemişti.

Aslında sabahları uyanır uyanmaz acıkan insanlardandım. Şimdi de aynı olay yaşanmış, güzel bir kahvaltı yaparak güne başlamak istiyordum. Fakat içimde bir yerlerde bu isteğimi sömüren bir kara delik vardı.

Yavaşça doğrulup etrafa baktım. Ev oldukça ışık alıyordu ve bu hoşuma gitmişti. Üzerimdeki yorganı çekip ayaklarımı yere bastım, dün çoraplarımla uyumuştum ve hâlâ da ayaklarımdalarydı fakat bir tanesi bileğimden biraz aşağı kaymıştı. Onu düzelttikten sonra ayağa kalktım. Elimi yüzümü yıkamak istediğim için banyoya gitmem gerekiyordu ama nerede olduğunu bilmediğim için olduğum yerde dönüp kalmıştım. Bu sırada bir ses duymuştum.

"Günaydın." Arkamı döndüğümde üzerindeki koyu lacivert takım elbisesiyle duvarda asılı olan boy aynasında kravatını takmaya uğraşan Minho'yu görmüştüm.

Kaşlarım şaşkınlıkla havaya kalkarken "Günaydın." diyerek yanına ilerledim. Kravatını bir türlü takmayı başaramadığını görünce önüne geçip boynundaki kravatı ellerinden aldım. Babamdan öğrendiğim şekilde güzelce kravatını bağlamaya başladım.

Beni dikkatlice izlerken "Okula gitmeyecek misin?" diye sormuştu. Güldüm, kravatla işimi bitirirken.

"Bugün cumartesi, Minho."

Sonra yanlışını anlayarak gülmüştü. "Bende hep günler karışıyor bu aralar."

Kıkırdayarak karşılık verirken kravatından ellerimi çekmiştim. Gözlerimi üzerinde gezdirirken bu takım elbisenin ona ciddi anlamda yakıştığını fark ettim. Evet, üzerindekilerle gerçekten resmi duruyordu fakat iki kulağındaki gümüş küpeleri ona daha ayrı bir hava katmıştı. İnkâr etmeyeceğim, oldukça yakışıklı olmuştu. Böyle nereye gideceğini merak etmiştim.

"Nereye gideceksin?" diye sordum, gözlerine bakarken.

"Şirkete. Son bir senedir babam alışabilmem için beni de yanına çağırıyor." Anladığımı belirterek başımı sallarken aklıma küçük bir şeytanlık geldi. Küçükçe tebessüm edip parmak uçlarımda biraz yükselip dün akşam bana da yaptığı gibi yanağına dudaklarımı bastırdım. Geri çekildiğimde yüzündeki küçük şaşkınlığı ve bu şaşkınlığın yerini güzel bir gülümsemenin alışını tebessüm ederek izlemiştim.

"Sana kolay gelsin o zaman." dedim, sesime biraz mutluluk katarak. O da gözlerini benimkilere çevirmiş ve güzel gülümsemesini bana bahşetmişti.

"Teşekkür ederim." Biraz geriye çekilirken konuşmaya devam etti. "Banyo şu tarafta." Eliyle gösterdiği tarafa baktım. "Kahvaltı yapmak istersen, mutfak da şurası." Sonra gösterdiği kapısı açık olan tarafa baktım. Gri buzdolabını görebiliyordum. "Sabah yaptığım kreplerden birkaç tane vardı. Onları yiyebilirsin. Eğer doymazsan evde yeteri kadar yiyecek var. Evine dönmek istediğin zaman kapıyı sadece kapatıp çıkman yeterli. Ben yokken ev tamamen sana ait, tepe tepe kullan."

Son dediğibe gülerek başımı sallarken o da gülmüştü. Daha sonra bileğindeki saate bakmış ve "Ben gidiyorum." deyip kapıya yönelmişti. Kapının yanında asılı olan montunu ve siyah ayakkabılarını alıp giydi. Kapıyı açıp gidişini izlerken son bir kez el sallayışına karşılık vermiş ve beni evde tek bırakmasına izin vermiştim.

Kapıyı kapatıp gittiğinde bir araba sesi duymam uzun sürmedi. Arkamı dönüp gösterdiği yerdeki banyoya girdim. Benim içeri girmemle sensörlü lamba yanmıştı. Aynaya bakıp kendimi inceledim. Yeni kısa saçlarım biraz dağılmıştı fakat bu dağınık halleri de oldukça hoştu. Önümdeki musluğu soğuk tarafa çevirip önce ellerimi yıkayarak akan suya eğildim. Yüzümü yıkarken ayıldığımı, kendime geldiğimi hissetmiştim.

Başımı kaldırıp yanımdaki havluyla kurulanıp aynaya baktım tekrar. Bitkin halde olduğum ve dün gece delice ağladığım çok belliydi. Gözaltlarım şişmişti, yorgun bakıyordum. Fakat umurumda değildi.

Banyodan çıkıp boş midemi doldurabilmek için mutfağa girdim. Bu büyük evin büyük de bir mutfağı vardı ve oldukça modern duruyordu. Gri tonlarının mutfağa en çok yakışan renk olduğunu düşünürdüm hep ve içinde bulunduğum mutfak da bu düşüncemin doğruluğunu kanıtlamıştı. Mutfak boğucu olmayan bir şekilde grinin içinde yüzüyordu ve mükemmel duruyordu. Grinin elli tonu derken bunu kastediyorlar olsa gerek.

İlk önce tezgahın üzerinde duran kaplara baktım. Bir erkeğe göre oldukça düzenli evi, düzenli bir mutfağı vardı. Bu çok hoşuma gitmişti. Oradaki kapları teker teker incelerken kahveyi bir an önce bulmayı hedefledim. Bulamayınca çekmecelere yöneldim. İkinci rafta ikisi bir arada paketlerini görünce hemen bir tanesini kaptım. Sabahları kahve içmeyince kendime gelemiyordum, bu da garip huylarımdan bir tanesiydi.

Tezgahın üzerindeki ve şaşırılmayacağı gibi gri olan su ısıtıcısına yeteri kadar su doldurup kaynaması için çalıştırdım. Daha sonra üst raflara, resmen sünerek, bardakların olduğu yeri bulmuş ve büyük bir kahve kupasını almıştım. Üzerinde mavi balon desenleri olan sevimli bir kupaydı. Hoşuma gitmişti.

İçine kahve paketini boşalttıktan sonra hemen buzdolabına yöneldim. Dediği gibi, yeterinden daha fazla şey vardı burada. Gerçekten, Minho burada tek mi yaşıyordu?

Kahvaltılıkları bulduktan sonra ilk gözüme çarpan çilek reçeli oldu. Aklıma ilk etapta Yuna gelmişti. Bu biraz yüzümü düşürürken arttıkça telefonumu açma vaktimin geldiğini anladım. Ama önce çilek reçeli kabını ve peynir tabağını çıkarıp mutfaktaki masaya koydum. Buzdolabının kapağını kapattıktan sonra çoktan kaynamış olan suyu bardağa döktüm. O sırada tezgahın üzerinde, bir tabakta duran krepleri fark etmiştim. Bunları Minho kendisinin yaptığını söylemişti, değil mi? Öyleyse şu an kalpten gidebilirdim. Çünkü o kadar güzel duruyorlardı ki gel beni ye diye bağırdıklarına bahse girebilirdim.

Kahvemi ve krep tabağını da alıp masadaki yerimi aldım. Telefonumu elime almadan önce kahvemden büyük sıcak bir yudum aldım. Daha sonra tüm cesaretimi toplayarak telefonumu açtım. Uzun bir bekleyişten sonra ekran tamamen açıldığında ard arda gelen mesaj ve cevapsız arama bildirimleri tüm evi doldurmuştu.

Şaşkınlıkla baktım hepsine. Elli yedi cevapsız arama ve yüzden fazla mesaj vardı. Önce cevapsız aramalara baktım. Tahmin ettiğim gibi çoğu anne ve babamdandı. Bir kısmı da Yuna ve yabancı bir numaradandı. Tabii Hyunjin'in ismini görememiştim orada. Aramaya yüzü yoktu gerçi.

Cevapsız aramaları geçip mesajlara girdim. Annemin mesajları çoktu fakat rekor yine Yuna'daydı. Altmış sekiz tane mesaj atmıştı. Onları okumaya üşendiğim için gözüme ilk çarpmış olan, yabancı bir numaranın mesajlarına girdim. Mesajları okumaya başladım.

Bilinmeyen Numara

Yeji, ben Felix.

Numaranı Yuna'dan aldım.

Burada söz konusu dostum olduğu için maalesef sessiz kalamayacağım. Ortada bir yanlış anlaşılma var. Mümkünse peşin hüküm vermeyi bırak. (19.43)

Keşke bu kadar geç olmadan bir kere Hyunjin'i dinleseydin. (22.29)

Çünkü şu an yanımda ağlamaktan perişan olmuş koca bir bebek var.

Biraz vicdanın varsa onunla konuşursun, Yeji.

Neyin yanlış anlaşılmasından bahsediyordu? Vicdan mı? Bu onda var mıydı ki ben vicdan yapacaktım ona?

Saçmalıyorsun, Felix.

Felix'in mesajlarından sonra yeterince canım sıkıldığı için telefonu kilitleyip kahvemden bir yudum daha aldım. Şu an ağlayıp ağlamaması da umurumda değildi, o benim ağlama sebebim olurken hiç öncesini düşünmemişti. Şimdi onun için yine kendimden taviz veremezdim ben.

Ne yazık ki, artık bir şeylere alışmam gerekiyordu. Onsuz bir hayata; sadece kendimi düşündüğüm, belki de ondan daha iyi birilerini yanıma alacağım hayata alışmam gerekiyordu.

Minho'nun kreplerinden bir tanesini alıp içine biraz reçel sürdükten sonra onu rulo haline getirdim ve büyük bir ısırık aldım. Lezzeti ilk ısırığımda damağımı sararken gözlerimi kapattım.

Bu mükemmel bir şeydi!

Tanrı'm! Minho, nesin sen? Eski mesleği aşçılık olan bir üniversite öğrencisi mi?

İlkini hemen bitirip ikincisine geçerken dünkü olumsuzlukları unutur gibi olmuştum ama aklıma başka bir şeyin düşmesine engel olamamıştım.

Hyunjin derslerine düşkün biri olabilirdi ama mutfakta kesinlikle beceriksizdi. Bunu onun evine gittiğimde açık açık görmüştüm. En önemli konuda eli ayağı birbirine dolanan birini ne yapabilirdim ki ben?

Kahvaltımı yaptıktan sonra etrafı toplayıp evin içinde bir gezintiye çıktım. Dün etrafı inceleme şansım pek olmamıştı, evin güzelliğini şimdi fark ediyor olmak içimi sızlatmıştı biraz. Eve girdiğinizde sizi direkt oturma odası karşılıyordu. Kapının yanında ayakkabıların konulduğu ve ceketlerin asıldığı bir kısım vardı. Kapıdan uzak bir yerde büyük bir televizyon ünitesi bulunuyordu; karşısına da koyu gri renkli bir koltuk takımı konmuş, takımın ortasında açık gri kare bir halı serilerek ortaya cam bir sehpa yerleştirilmişti. Sehpanın üzerinde ufak bir biblo vardı. Duvarları bazı tablolar süslüyordu, çok renkli değillerdi. Evin renklerine uyumlu olarak siyah beyazlardı.

Sonra üst kata çıkan merdivenleri vardı kenarda. Merdivenlerin başlangıç yerinin biraz gerisinde başka bir kapı açılıyor, banyoya ve tuvalete çıkıyordu. Bunların çaprazında, merdivenlerin hemen karşısında mutfak girişi vardı.

Hızlıca üst kata çıktım, orada sadece odasını görmüştüm. Üst katta dört tane kapı vardı. Birisi Minho'nun kalmış olduğu odaydı. Onun ilerisinde başka bir kapı daha vardı. Merdivenleri bitirdiğinizde solunuzda kalan kapı da başka bir banyoydu.

İlk olarak üst katın koridorun bitiminden olan kapının penceresine yöneldim. Burası bir balkondu. Dikkatimi çekmediği için oradan ayrılıp Minho'nun odasının yanında olan kapıya ilerledim. Burayı karıştırmam ne kadar doğruydu, bilmem ama buraya girdiğimden haberi olmayacağı için bir sorun görmedim. Kapıyı açıp içeri girdim. Beni geniş ve az eşyası bulunan bir oda karşılamıştı.

Odanın bir köşesinde çok geniş bir masa ve önünde deri, dönen bir sandalye vardı. Yerde halı yoktu, ayaklarınız direkt evin zeminine değiyordu.

Odanın ortasında ilerleyip duvarlara baktım, garip cizimler asılıydı. Çizgiler, ölçümler ve sayılar vardı. Masaya yöneldim; masa silgi tozları, kalemler ve çeşitli büyüklükte cetvellerle doluydu. Odanın bir diğer köşesine baktığımda büyük bir maketle karşılaştım. Garip duruyor olmasından eksik olduğunu anlayabilmiştim ama oldukça büyük olması dikkatimi çekmişti.

Eve nazaran bu odanın dağınıklığı ve yerdeki çeşitli kitaplarla buranın bir çalışma odası olduğunu anlamıştım. Minho'nun hangi bölümü okuduğunu hâlâ bilmiyordum ama çizimlerle, maketlerle uğraştığı bir bölüm olduğu kesindi. Mimarlık, mühendislik?

Demek zeki bir çocuksun, Minho.

Zengin, yakışıklı, zeki, kibar, yetenekli... İdeal koca adayıydı, Lee Minho.

Odadan çıkıp kapıyı kapattım. Bu sefer de Minho'nun odasına girip tekrar kıyafet dolabının kapısını araladım. Eşofmanlarının arasından bana en az bol gelecek olanı seçip bacaklarıma geçirdim. Ev sıcak olabilirdi ama ben biraz üşüdüğümü hissetmiştim. Gri eşofman üzerimde şalvar gibi dursa da belindeki ipleri sonuna kadar çekip sıkıca bağladım ve biraz olsun belimde durmasını sağladım. Yere değen paçalarını da katlayıp biraz kısalmasını sağladığımda komik bir görüntü oluşsa da umursamadım. Bu bol kıyafetler içinde gerçekten rahat olduğum açıktı.

Dolabın kapağını kapatıp odadan çıktım. Merdivenleri paytak adımlarla indikten sonra saate baktım. Öğlen oluyordu, erken kalkmamıştım zaten. Kahvaltıyı da geç yapmıştım, bu yüzden aç değildim ve eve gitmek istemiyordum.

Pencereye yönelip dışarıya baktım. Burası hiç bilmediğim bir semtti. Daha önce buraya gelip gelmediğimi de bilmiyordum. Galiba eve gitmek için yola çıkacak olursam kaybolurdum. Şu an en mantıklı davranış burada kalıp Minho'yu beklemekti. Ama ne yazık ki, onun da ne zaman geleceğini bilmiyordum.

Çaresizliğimle dudaklarımı büzerek pencereden ayrıldım ve odanın ortasındaki kanepeye attım kendimi. Yüz üstü kanepede uzanırken gözlerimi kapattım. Tüm günümü böyle geçirebilirdim.

Fakat rahatlığımı bozan mutfakta çalan telefonumun sesiydi. Annemin aradığını düşünerek koltuktan kalktım. Telefon inatla çalarken mutfağa girip arayana baktım. Arayan ne yazık ki annem değildi. Yuna'ydı.

Cevaplayıp cevaplamamak arasında gidip gelirken gözlerimi devirerek parmağımı yeşil sembole götürdüm. Telefonu kulağıma yaklaştırırken karşı taraftan Yuna'nın çığlığını duymuştum.

"Tanrı'm! Açtı! Unnie!" Konuşmadım. Sadece hızlı nefes alışverişini dinledim. Benden ses gelmeyince Yuna endişeyle konuşmuştu. "Unnie? Neden konuşmuyorsun?"

Nefesimi sesli bir şekilde dışarı verirken başka bir tanıdık ses konuşmuştu. "Ver şu telefonu bana."

Tahminimce telefon el değiştirdikten saniyeler sonra Felix'in kalın sesi bana ulaştı.

"Hangi siktiğimin cehenneminde ne haltlar yiyorsun, bilmiyorum ama hayatının hatasını yaptığının farkında değilsin, Yeji!" Kalın sesi ettiği küfürlerle ve siniriyle birleşince ortaya çıkan ürkütücü sahneye mi şaşırsam yoksa Felix ve Yuna'nın beraber olmasına mı şaşırsam, bilemedim.

"Konuşmayarak düzeleceğini mi sanıyorsun, aptal?"

Cevap vermemek de ısrar ederken Felix'in sert konuşmalarına daha fazla tahammül edemeyeceğimi anlayınca telefonu kapatmak istedim ama duyduğum Felix'in sesine nazaran daha yumuşak olan ses duraksamama neden oldu.

"Telefonu ver, Felix." Uzun süre sonra sesini böyle duymak garip hissettirmişti. İçimde bir şeylerin tekrar parça parça olduğunu hissetmiştim.

Telefon yine el değiştirdiğinde bir süre ikimiz de konuşmadık, birbirimizin nefes seslerini dinledik sadece. Kısa süre sonra o, derin bir nefes alıp ilk kelimelerini söyledi.

"Mutlu musun?" Korkutucu bir sakinliği vardı sesinin. Oradaki kırıklığı, halsizliği hissedebiliyordum. "Emekle yaptığın binayı tek bir vuruşla yıktın, Yeji. Şimdi mutlu musun?"

Sesindeki kırıklığa, öfkeye dayanamayacağımı gözlerimden akan bir damla yaşla anladım. Hızlıca telefonu kulağımdan indirip aramayı sonlandırırken telefonumu tuttuğum elim titremeye başlamıştı.

Ne sikime açmıştım ki o telefonu? Yine hayatımın içine sıçmıştı işte!

Telefonu sertçe masaya fırlatıp ağır adımlarla mutfaktan çıktım. İçerideki koltuğa oturup bacaklarımı kendime çektim, bir top halini alırken başımı dizlerime gömüp hıçkırmaya başladım. Mutlu değildim ama bizi yıkan taraf da oydu. Hatalı falan değildim, eğer yerinde durmuş olsaydı ikimiz de şu an bu durumda olmayacaktık. Peki neden herkes onun hatasının farkındayken beni suçluyordu? Neden hatalı taraf hep ben oluyordum ki?

Ne kadar öyle durup ağladım, bilmiyorum ama bir süre sonra uyuyakalmış ve kapı sesiyle gözlerimi aralamıştım. Başımı açılan kapıya çevirdiğimde içeri gelen Minho'nun kapıyı tekrar örtüp ayakkabılarını çıkardığını gördüm. Oturduğum yerden hızla kalkıp ona doğru koştum ve beline sarıldım. Koşarken altımdaki bol eşofman yüzünden biraz ayağım takılmış olsa da sonunda arasında olmak istediğim kollara ulaşmıştım.

En başta bu hareketime şaşırsa da daha sonra gülerek ellerini sırtıma koymuştu. "Niye gitmedin eve?"

Yanağımı göğsüne yaslayıp gözlerimi kapatırken "Burayı bilmiyorum ki... Eğer gitmeye çalışırsam kaybolurdum." deyiverdim. Bu onu daha çok güldürmüştü.

Beni omuzlarımdan tutarak geri itti ve göz göze gelmemizi sağladı. En başta gülümsüyor olsa da yüzümü gördüğünde kaşları çatılmıştı.

"Ağladın mı sen?"

Nefesimi dışarı verip gözlerimi onunkilerden kaçırırken susup beni bir kez daha kolları arasına çekmişti.

"Takma kafana. Hayatından gereksiz kişileri çıkardığın için sevinmelisin aslında." demiş ve beni bir kez daha geriye itmişti. Saçlarımı tebessüm ederek biraz karıştırdıktan sonra benden uzaklaşmıştı. Üzerindeki takım elbisesinin ceketini çıkartıp sadece beyaz gömleğiyle kalırken devam etmişti.

"Bu akşam bize geliyormuşsunuz. Bugün babam söyledi, seni eve bırakayım."

"Neden geliyormuşuz?" diye merakla sorarken kravatını da gevşetmeye başlayarak merdivenlere yönelmişti.

"Babalarımız artık ortak ya... Şirket konuları için." Dudaklarımı birbirine bastırırken kaşlarını kaldırmış ve başımı anladığımı belirterek sallamıştım.

"Ben üstümü değiştirip geliyorum, sen de eşyalarını toparla." O üst kata çıkarken başımı sallamış ve bir kenarda duran çantama ilerlemiştim. Toplu duruyordu. Zaten arabayla eve gideceğim için de üstümü değiştirmek istemiyordum, üzerimdekileri başka zaman Minho'ya geri verirdim. Ya da... Vermezdim.

Mutfağa girip telefonumu aldım ve herhangi bir arama veya mesaj var mı diye bakmadan onu da çantama attım. Çantamı sırtıma almadan önce ayakkabılarımı giydim. Daha sonra montumu kucağıma basıp Minho'yu beklemeye başladım. O da kısa süre sonra giydiği siyah gömleği ve siyah pantolonu ile aşağı inmişti. Bu sefer tek kulağında uzun bir küpe vardı ve gömleğinin kollarını biraz katlayarak kemikli, beyaz bileklerini açığa çıkarmıştı. Gömleğinin üstten açık olan iki düğmesi de beyaz tenini biraz gösteriyordu. Özenle yana atmış olduğu saçlarıyla Minho, birçok erkek mankene taş çıkartarak yanıma gelmişti. Onun bu havalı halinin yanındaki benim bu paspal halim biraz absürt kaçsa da benim halime güzelce tebessüm etmiş ve siyah montunu kucağına alıp ayakkabılarını giymişti.

Beraber evden çıktık. Onun evin kapısını birkaç defa kilitleyişini izledim. Daha sonra evin karşısında duran beyaz arabaya doğru ilerledik. Ben kucağımdaki eşyalarla arabanın arka kısmına otururken soğuk bol kıyafetlerimin altından tenime işlemişti. Araba da dışarıda beklemiş olduğu için soğuk olsa da Minho hemen klimaları çalıştırmıştı.

Arabasını dikkatli bir şekilde sürmeye başlarken ona odaklanmıştım. Araba kullanırken bile bu kadar havalı olması biraz haksızlıktı sanki, ha?

"Minho?" diye konuştum, aklımdaki bir soruyu sormak için. Arabanın dikiz aynasından bana baktı.

"Efendim?"

"Hangi bölümü okuyorsun?" diye aklımdaki sorumu sorduğumda, gözlerini yola çevirmişti.

"Mimarlık." Başımı sallayarak anladığımı belirttim, o çizimlerin ve maketin anlamı buydu demek ki...

Yolun geri kenarını etrafı izleyerek geçirdikten sonra eve gelebilmiştik. Endişeyle yanında durduğumuz eve baktım. Sonuçlarını düşünmeden yanlış bir hareket sergilemiştim ve şu an ailemin tepkisini delilercesine merak ediyordum fakat bir yandan da ölümüne korkuyordum. Çok kızarlar mıydı?

Minho hızlı davranarak arabadan inmiş ve bulunduğum tarafın kapısını açmıştı. Montumu ve arabaya bindiğimde çıkardığım çantamı kucağına alıp çıkmamı bekledi. Ardından kapıyı kapatıp benimle birlikte eve ilerledi. Merdivenleri çıkıp kapının yanındaki zile bastığında kalp atışlarım depar atmaya başlamış, nefes alışverişlerim hızlanmıştı.

Kısa süre sonra kapı açıldığında bizi annem karşılamış, beni görmesiyle yüzünden bir şok dalgası geçmesi ve dolan gözleriyle bana kollarını dolaması hızlı olmuştu.

"Yeji! Çok şükür ki iyisin. Başına bir şey geldi diye çok korktum..." Kulağıma doğru fısıldayıp saçlarıma öpücükler kondurduktan sonra geri çekilmişti.

Sen beni bu kadar seviyor muydun, anne ya?

Annem benden ayrıldığında Minho'ya dönmüş, onun elindeki eşyalarımı alırken ona defalarca teşekkür etmişti. Minho da kibarca gülümsemiş, rica etmişti. Eve girip kapıyı kapattığımızda annem özlemle bir kez daha saçlarımı okşamış ve yanaklarımdan öpmüştü. Sıkıca sarılırken ne olduğunu, neden ortadan kaybolduğumu sormuştu.

"Çok önemli bir şey değil, anne. Sadece ufak bir kriz." diye geçiştirirken bu sefer dudaklarını alnıma bastırmıştı.

Omuzlarımı okşarken gözleri kısa bir süre artık kısa olan saçlarıma takılsa da burukça tebessüm ederek, "Hadi, hazırlan. Minhoların evine gideceğiz." dedi.

Gözlerine baktım. Açıkçası gitmek istemiyordum. "Anne, ben gelmesem olur mu?"

"Nasıl istersen..." diyerek gülümsemişti, ben de ona aynı şekilde karşılık versem de babam sert sesiyle konuşmuştu.

"Odana git ve hazırlan, Yeji. Daha fazla sorun çıkarma." Sesindeki ciddiyet ve sertlik itiraz istemediğini açıkça belirtirken gözlerimi kaçırdım. Alt dudağımı dişleyerek eşyalarımı aldım. Odama geçerken annemin babama bana bu kadar sert davranmaması konusunda birkaç uyarısını ve babamın sessiz kalışını duymuştum. Aslında haklıydı bana kızmakta, haddimi aşacak işler yapmıştım. Bir yalancı yüzünden...

Odama girdikten sonra eşyalarımı bir kenara fırlatıp üzerimdekileri çıkardım. Onlar da yerdeki yerlerini alırken dolabıma yöneldim. İstemeyerek beyaz bol bir kazak ve siyah bir kot pantolon çıkardım. Onları giydikten sonra aynanın karşısına geçip saçlarımı düzeltip yandan ayırdım. Kulaklarıma ufak, gümüş küpeler taktıktan sonra masamdaki gümüş bilekliğe takıldı gözlerim. Bu Minho'nun hediye ettiği bileklikti. Aldığımdan beri hiç takmamıştım, galiba bugün ilk gün olacaktı.

Onu alıp sol bileğime taktıktan sonra yüzüme baktım. Gözaltlarım hâlâ şişti. Bunları biraz kapatma gereği duydum. Biraz makyajla onları gizledikten sonra dudaklarıma da renk vermek istedim. Çok koyu olmayan bir ruju hafifçe dudaklarıma yedirdikten sonra boy aynasından kendime baktım. Bugün, ilk kez dış görünüşüm hoşuma gitmişti.

Kendimi sevmek için seni kaybetmem gerekti.

Ailemi daha fazla bekletmemek için çantamdan telefonumu çıkartıp hızlıca arka cebime attım. Dolabımdan bugün giydiğim monttan daha kısa ve dar olan siyah montumu alıp üzerime geçirdim. Galiba şimdi tamamen hazırdım. Odamdan çıkıp beni bekleyen annemin yanına gittim. Babam çoktan arabaya gitmişti. Ayaklarıma siyah kısa botlarımı giyerken annem konuşmuştu.

"Saçların, Yeji... Onları neden kestin?"

Doğrulup ona baktım, yüzünde bir hayal kırıklığı vardı. Malum, onları uzatmam için beni zorlayan kişi annemdi.

"Sadece öyle olması gerekti, anne." diye mırıldandım. Burukça gülümsedi.

"Bu hali de çok güzel olmuş." Gülümseyerek karşılık verdikten sonra evden çıkıp bizi bekleyen babamın yanına gittik. Annem öndeki, ben de arkadaki yerimi alırken babam arabayı çalıştırmıştı.

Evet, yeni Hyunjin'siz hayatım. Umarım sana çabuk alışırım.

***

SİNİRLERİM BOZULDUĞKXKSKDJDOEKDEOKDOEKSKSKS

Continue Reading

You'll Also Like

882K 70.7K 14
arkadaşlarıyla birlikte orduya katılan jungkook, ilk görüşte etkilendiği komutan kim taehyung'a cinsel içerikli mesajlar atmaya başlar. taekook, tex...
231K 22.8K 50
Lee Min Ho, okulun tiyatro kolunun başkanıydı. Park Lu Yin ise onun provalarını bile izlemeyi severdi. Sonunda bir cesaretle Min Ho'ya mesaj attı. A...
57.2K 5.8K 24
Meg, Güney Koreli bir anne ve Endonezyalı bir babanın tek kızıydı. Annesi kariyerini ailesine tercih edip Kore'ye döndüğünde Meg on yaşındaydı. Yakla...
18.7K 1.3K 36
(tamamlandı) Hwang Yeji, kardeşi ile aralarını yapmak için Choi Yeonjun ile konuşmaya başlar. ••• By ©viaaduikecorn 01022022- choi yeonjun x hwang ye...