Eylül

By siyahkuu

17K 599 340

New York'un tüm ışıkları penceremin altında süzülüyordu. Topuklularımı çıkarmadan yatağıma atladım. "Sanırım... More

Birinci Bölüm
İkinci bölüm
Üçüncü Bölüm
Dördüncü Bölüm
Beşinci Bölüm
Altıncı Bölüm
Yedinci Bölüm
Sekizinci Bölüm
Dokuzuncu Bölüm
Onuncu Bölüm
On Birinci Bölüm
On İkinci Bölüm
On Üçüncü Bölüm
On Dördüncü Bölüm
Röportaj
On Beşinci Bölüm
On Altıncı Bölüm
On Yedinci Bölüm
On Sekizinci Bölüm
On Dokuzuncu Bölüm
Yirminci Bölüm
Yirmi Birinci Bölüm
Yirmi İkinci Bölüm
Yirmi Üçüncü Bölüm
Yirmi Dördüncü Bölüm
Yirmi Beşinci Bölüm
Yirmi Altıncı Bölüm
Yirmi Yedinci Bölüm
Yirmi Sekizinci Bölüm
Yirmi Dokuzuncu Bölüm
Otuzuncu Bölüm
Teşekkürler
Yeni Yıl
Otuz İkinci Bölüm
Otuz Üçüncü Bölüm
Otuz Beşinci Bölüm
Otuz Dördüncü Bölüm

Otuz Birinci Bölüm (Final)

316 16 10
By siyahkuu

20 Ocak, Geçen Yıl

"Hamile olduğunu öğrendiğimden bu yana ne kadar sevindiğimi anlatamam. Mert ve sen mükemmel bir çocuk yetiştireceksiniz, tebrik ederim Eylül."

Emilie Anderson, durgun kıyılarından başını uzatıp beni hamileliğim için tebrik ediyordu. Plazmanın sesini kısarak koltukta biraz doğruldum. Aylardır ne Mert'i ne de New York'tan bir başkasını aramamıştı. Vogue'u bana emanet ettiği gibi Jack'i de Angela'ya emanet ederek kabuğuna çekilmişti. Jonathan gibi pozitif biri bile Emilie için endişeliydi.

"Te-teşekkür ederim." Kekeleyerek doğrulurken az kalsın kucağımdaki ıslak kekleri döküyordum. Şiş bir karınla seri hareket etmeyi beklemek çok zordu.

"Evliliğiniz nasıl gidiyor?" Olabildiğince düz tondaydı. Duygusuz olduğunu söylemezdim. Ben sessiz kalırken endişeli olduğunun farkındaydım fakat bu Emilie ile aramızda yaşananlardan sonra anlamsızdı. "İyi gitmiyor, ha?"

Koyvermediğimi, güçlü bir kadın olduğumu yakın çevremdeki herkese gösteriyordum. Dik durup başımı doğrultuyor ve aileme olanları kendi içimde, kalbimin derinliklerinde saklıyordum. İnsanlar hiçbir şey olmamış gibi bu sinemayı izlerken ben başrole aşık olan umutsuz oyuncu edasıyla içten içe eriyordum.

Ama Emilie'den bir şekilde cesaret almıştım. Selena, Ashley, annem, Eva... Hepsi Mert ile aramızda ufak problemler olduğunu ama bunların geçici olduğunu düşünüyorlardı. Kimse Mert'in beni aldattığını, geceleri eve gelmediğini ve geldiğinde sarhoşluğu yüzünden ortalığı birbirine kattığını bilmiyordu. Benim tüm bu olanlara göz yumduğumu bilmiyorlardı. Fakat bir kez olsun, sadece bir defalığına kapılarımı aralayıp başımı uzatmaya karar vermiştim.

"Gitmiyor."

Derin bir nefes alıp cevap vermesini bekledim. Sesim fazlasıyla duru çıkmıştı. Şiddetli hiçbir duyguyu kelimelerime yansıtmamıştım. İyi gitmesi ya da kötü gitmesi diye bir olasılık söz konusu değildi. Sadece, gitmiyordu...

"Evlilik için çok acele ettin, kabul et. Her şeyin farkındasın." Sanki karşımdaymış gibi başımı salladım. Ne söyleyecek bir cevabım ne de itirazım vardı. Evlilik için, aşk için, her şey için acele etmiştim. Mesele bunu benim bilmem değildi. Mesele, bunu Emilie'nin bile bilmesiydi.

"Korkma." Zaafiyetimin üzerine oynayacağını düşündüğüm sırada daha farklı bir şey söyledi. Derin bir nefes alarak sessizliğimi korudum. Duyulan tek şey bahçedeki cırcır böceklerinin sesiydi.

"Düşmekten, yere çakılmaktan korkma. Sakın korkma, Eylül. Güçlü insanlar ne yaparlar biliyor musun? Ayağa kalkarlar. İnan bana her insan çakılır ama sadece güçlü insanlar ayağa kalkabilir. Battığın yerden kalk. Sana koşmanı, savaşmanı söyleyemem. Sadece ayağa kalk ve yürü. Mert'e ve başkalarına ne kadar iyi olduğunu gösterme, kötü olduğunu gösterme. Neysen onu yap, kimseye hiçbir şeyi kanıtlamak zorunda değilsin. Sen sadece kendin ol, hep bu olmadın mı? Kendi fikirlerini beyan ederek Emilie Anderson'ı tahtından etmedin mi?"

"Emilie, ben-"

"İnan bana, seni cesaretlendirmek için söylemiyorum. Ben doğruları bulman için sana ışık tutan bir el feneriyim. Güçlü ol, Wilson."

Telefona sessizlik hakim olmadan hemen önce bana eski soyadımla seslenmişti. Ve bu beni ayağa kaldıran son noktaydı. O geceden sonra, Emilie'nin yardım çağrısından sonra artık biliyordum. Mert'in beni ve kızını sevmesi için savaşamazdım. Çabalarım her defasında sevdiğim adama karşı yenilecekti. Bu yüzden kendi bildiğimi okumak yerine ilk kez Emilie'yi dinlemiştim. Ona kafa tutmak yerine onu dinleyip dediğini yapmıştım.

Güçlü olduğumu artık biliyordum. Her gece ağlayarak kocamı beklemek yerine artık yatağıma geçecek, kitabımı okuyacak sonra da uyuyacaktım. Sabakları özenle hazırladığım kahvaltıları ağzına bile sürmeden işe gittiği için tüm günümü mutsuz geçirmeyecektim, daha basit yollara başvuracaktım. Sofrada ona bir tabak daha koymayacaktım. Ayılması için kahve hazırlamayacak, toprağın altına sakladığı eski aşık adamı tırnaklarımla arayıp bulmak için çabalamayacaktım.

Ben sadece yürüyecektim. Düştüğüm yerden ayaklanıp yoluma bakacaktım. O yüzden telefon kapandığı halde yorgun dudaklarımı kıpırdattım. Emilie'nin artık beni duymadığını çok iyi biliyordum. Ama gelecekteki hayatıma, kızımla olan hayatımıza keskin ve net bir yön vermemi sağladığı için söylemeden edemezdim.

"Teşekkürler, Emilie."

Günümüz

"Eskiden insanlar ruhların varlığını bedenlerden daha çok önemsermiş. Her güzel ruhun ölen sahibinden bağımsız olarak mutlaka yeni bir bedene konacağına inanılırmış. Sanırım buna 'Reenkarnasyon' adı veriliyor. Şüphesiz ki annemin ruhu buradaki herkese dokunmuştur. Geceleri gizlice yatağının içinde Vogue okuyan naif erkek çocuklarına, hayallerinin peşinden koşup bir gün dünyanın bir numaları moda dergisinde baş editör olan kız çocuğuna ve bir çoğumuza... Annemin bedeni bu sefil dünyadan ellerini çekmiş olabilir ama ruhu hâlâ bizimle. O, bunu bize kanıtlamak için bir işaret bıraktı. Servetini kızım Alice, Mert ve Eylül'ün kızları Afra ve Vogue'a bağışladı. Ruhunun tohumlarını çocuklarımıza serpiştirdi... Ruhun şad olsun, anne."

Jack'in konuşması bittiği gibi ayaklandım, o da beni yarı yolda bırakmadan kürsüden indi ve sarıldı. Söylemesi için hazırladığım konuşmayı elinden gizlice alıp hırkamın cebine saklarken iki masum dost gibi görünüyorduk. Ayrılırken başıma bir öpücük kondurdu ve hemen yanımdaki yerini aldı. Emilie'nin cansız bedeni gömülürken Mert ve Jack'in elini tutuyordum.

Çünkü yazdığı vasiyette aynen böyle söylemişti. Geçmişte yaşanan her şeyi unutup bir aile gibi davranmamızı, onun için bir tören yapmamamızı ve sadece dostlarımızla mezarlıkta onu uğurlamamızı istiyordu. Ölüm sebebinin kalp krizi olarak söylenmesini de istemişti. Kimse yalnızlıktan bunaldığı için intihar ettiğini asla bilmeyecekti. Bu sır Jack'e, bana ve Mert'e aitti. Işık tutulan bir fener asla bulunamayacaktı.

"Seni eve bırakayım, dağılmış görünüyorsun."

Herkes Emilie'yi terk edip gözyaşları içinde evine dönerken ben oturduğum yerden kalkmamıştım. Onu öylece bırakmak, bir kez daha terk etmek acımasızca geliyordu. O herkesin sesini duymuşken kimse onun sesini duymamıştı ve bu garipti. Aslında garip olan tüm bunları Emilie'yi kaybettikten sonra farketmekti.

Ayaklanmam için Mert elini uzattığında ona bakmakla yetindim. Dağılmış göründüğümü söylüyordu fakat kravatı çoktan boynunun iki yanından sarkmıştı. "Aslında," dedim daha yeni gömülen tabuta bakarak. "Sanırım biraz daha burada kalacağım. Afra evde Maria ile tek başına, gidip kontrol edebilir misin?"

Kaşları çatılıp anlının ortasında yatay bir çizgi oluştu. Bir anlığına itiraz edeceğini sanmıştım. Daha sonra elini usulca saçıma götürdü ve küçük bir çocuğu yatıştırır gibi okşadı. "Tamam, güzelim." Elinin gezdiği yeri öptükten sonra da yavaş adımlarla uzaklaştı.

Ölüm hayatta kimsenin itiraz edemediği, karşı koyamadığı ve karşısında çabalayamadığı tek olaydı. Ölüm, geri dönüşü olmayan tek yoldu. Etrafınızdaki insan topluluğu ne kadar kalabalık olursa can verişiniz o kadar acı oluyordu. Onlarla her zaman aranızda bir bağ vardı, benzin dökülmüş bir halata benzeyen bağ ile tutunuyorduk sevdiklerimize. Hikayemiz işlerken o bağ yavaş yavaş tutuşuyordu. Sona geldiğinizde ise ateşler sizi sarmalıyordu, bağın ucunda ne kadar insan varsa onlarda sizinle birlikte yanıyorlardı.

Emilie'nin etrafında kimse kalmadığı için karşı tarafı yakan, alevlere bürüyen hiçbir şey doğal olarak yoktu. O kadar uzun süredir San Francisco da yalnız, tek başınaydı ki ölümü kimse için beklenmedik değildi.

Sadece benim dışımda.

Beni güçlendiren, tek bir konuşma ile cesaretlendiren insan ortadan kimsenin hatırlamayacağı şekilde kaybolmuştu. İnsanların bir törenle yas tutmasını, büyük konuşmalar yapmasını istemiyordu. Bu muhtemelen bizden aldığı en büyük intikamdı. O, öylesine akıllı bir kadındı ki onu ne kadar yalnız bıraktığımız gerçeği ile yüzleşmemizi istiyordu. Sessizce giderken sorduğu bir soru vardı. "Vicdanınız rahat mı?"

Dertlerimle ve savaşımla öylesine kendimi kaybetmiştim ki bir telefon uzağımda olan Emilie'yi bir kez olsun aramamıştım. Günden güne ona bilenmeyi tercih etmiştim. Beni aradığını unutarak, nasıl cesaretlendirdiğini es geçerek en kolay olanı yapmıştım. Dövüldüğüm depodan, öldürülen güvenlikten onu suçlu tutmuştum. Günah keçisi olarak onu seçmiştim.

"Değil," dedim sessiz sorusunu dillendirerek. "Vicdanım hiç rahat değil, Emilie."

Mezarlığa gece çöküp bir başıma kaldığımda hesaplaşmam bitmiş sayılmazdı. Konuşamayan, karşılık bile veremeyen toprak parçalarıyla iletişim kurmaya çalışmak başlı başına hataydı. Fakat burada yapmak istediğim şey belkide yalnızca suskunluğumu paylaşmaktı. İnsan bazen suskunluğunu bile paylaşabilmeyi istiyordu.

Cinsini dahi bilmediğim korkutucu kuşlar etrafı doldurduğunda ister istemez doğruldum. Mezarlıkta siyah topuklularımla adımlar atarken aynı zamanda arabamı park ettiğim yeri bulmaya çalışıyordum. Emilie'nin ansız gidişi, Jack için hazırladığım metin ve diğer problemler zihnimi meşgul ettiği için inanılmaz dalgındım.

Arabamı sonunda bulduğumda bu koyu ve karanlık mezarlığı hızla terkediyordum. Ama zihnimin içinde duran o koyu karanlığı terketmem hiç de kolay olmuyordu.

Sadece birkaç gün sonra Mert ile boşanıyordum. Los Angeles da gayet keskin fikirlerim vardı fakat buraya döndükten sonra değişen fikirlerim olduğunu inkar edemezdim. Aslında 'fikir' falan değildi bunlar. Tamamen duygularım değişiyordu. Çelişkim mantığımın ve kalbimin amansız çatışmasından başka bir şey değildi.

İyi bir baba olabileceğini görüyordum, hatalarını telafi edebileceğini görüyordum. Kalbim bana güçlü bir ışık tutuyordu ve sayesinde ona yenik düşüyordum. Bir yanda ise mantığım, fikirlerim, gururum...

Benim için bir adamın canına kıyması, geçmişte onca yaptığı hatalar, aldatılışlarım... Hepsini nasıl elimin tersiyle bir kenarıya ittirebilirdim? Nasıl ona tamamen iyi niyet gösterebilirdim? Yapamazdım.

Ama bunun kararını derhal vermem gerektiğini de iyi biliyordum. Çünkü son noktayı koyamadığım an çok geç kalmış olabilirdim. İstemediğim bir boşanma gerçekleşmiş olabilirdi. Ve Tanrım, ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu.

Bu konuyu danışabileceğim tek büyüğüm Emilie bile artık ortada yoktu. Tamamen çamura bulanmıştım.

Yol bittiğinde arabamı apartmanımın önüne çektim. Arabanın beyaz farları tanıdık bir gölgeyi aydınlatıyordu. İster istemez gözlerimi oraya dikerek aşağı indim, aslında benim meraklanmama gerek yoktu. Dylan, adımlarını çoktan bana doğru sıklaştırmıştı bile.

"Başın sağ olsun, Eylül."

İnce topuklarım gecenin karanlığında tok sesler çıkartırken, baş sağlığı kulaklarıma yankılandı. Bu cümleyi bugün öylesine sık duymuştum ki...

İçimden bir ses Dylan'ı terslemem gerektiğini söylüyordu. Hayatıma hâlâ bulaştığı için, ellerini etrafımdan çekmediği için, hâlâ evimin önüne kadar gelmeye cesaret ettiği ve dergimde modellik yaptığı için. Ama bir yanımda hayatın insanları kırmak için çok kısa olduğunu çığlık atarcasına bağırıyordu. Sanırım baş sağlığına alışmış olan taraftı.

"Teşekkürler," dedim iç çekerek. Sokak lambası sayesinde yüzünün küçük bir yerini kaplayan tebessümü görebildim. Aynı yorgun gülümseme benim solgun dudaklarıma da yansıdı. "Burada ne arıyorsun?"

Küçük bir adım daha attı. "Vedalaşmaya geldim, New York bana göre değil Eylül. Yarın sabah Los Angeles'a dönüyorum, şehrime geri gidiyorum."

İster istemez gözlerimi yavaşça kapattım ve başımı usulca salladım. Haklıydı, New York bana bile fazla geliyordu. Eşimin öldürdüğü adamın kanı, dövüldüğüm günün yansımaları, Emilie'nin hatıraları, aldatılışlarım... Keşke bende şehrime geri dönebilseydim. Keşke bende bir şeylere kaldığım yerden devam edebilseydim.

"Yukarıya gelsene."

Dylan ile öpüştüğüm ilk an daha ona kucak dolusu boş bir umut verdiğimi biliyordum. Ben hayatının baharında Allison değildim. Ben hayatı darmadağın olan, ailesi parçalanmış editör Eylül Borak'tım. Dağınıklığı ne kadar toplarsam toplayayım biraz sonra mutlaka başladığım yere geri dönüyordum.

Onu bunca olandan sonra yukarıya davet etmem elbette olgunca bir davranış değildi. Fakat gönül işlerinde ne zaman 'olgun' bir kadın gibi davranmıştım ki? Onu yukarıya çağırıp, bir kahve yapıp en azından son kez derdini dinlemek istiyordum. Bu onun için değildi. Tamamen kurumuş, karanlık vicdanımı rahatlatmak ile ilgiliydi. Lakin Dylan, bir akıllılık yaparak benden daha olgun davrandı.

"Gerek olduğunu düşünmüyorum, Eylül." Boğazını temizledikten sonra rahat bir nefes aldım. "Buraya dönerken gerçekten seninle ilgili aptal hayallere kapıldım. Kocan ile ilgili sorunların olduğunu duydum, artık sana ne kadar kapıldıysam ailenizin parçalanmasına umut bağladım. Bu kötü bir fikirdi. Mert'le aran bozulmasın diye bakıcın ile ilişkim olduğunu bile söyledin... Ona duyduğun aşkı görebiliyorum. Bir erkek olarak bana çekilmek düşer, hoşçakal."

Vedalar her zaman acıklı olurdu, bu yüzden de kaçmak "Hoşçakal" demenin en basit yoluydu. Benimle vedalaşmaya gerek duymayan Emilie'nin gidişinin ardından Dylan'ın yaptığı bu samimi konuşma, kesinlikle yüreğime dokunmuştu.

Yüreğime öylesine derinden dokunmuştu ki elimde olamadan adımlarımı ona yönelttim. Özür dilemeyi, veda etmeyi, teşekkür etmeyi ve onun gibi birkaç duyguyu içinde barındıran bir sarılma yapmayı planlıyordum. Dylan ve Eylül çifti, bunu çoktan haketmişlerdi.

Ta ki bir şeylerin habercisi olan apartman kapısının gıcırtısına kadar.

"Kim var orada?" Dylan'a atmakta olduğum ince adımları durdurdum. Kapı, karanlık yüzünden simsiyah bir duvara benziyordu. Ardına birilerini sakladığı belliydi fakat silüetin korumalığını yapmakta iyiydi.

Küçük bir adım daha attığım sıra kapı biraz daha aralanarak ses çıkarttı. Sokak lambası kapıdan hışımla çıkan bir çift mavi gözü aydınlattı ve apaçık önüme koydu. Mert, avını yakalamış gibi duruyordu.

Haklıydı.

İnsanlar hata yapmamak üzerine kurulu psişik robotlar değillerdir. İnsanoğlunun hataları geçmişten bugüne dek sürmüştür. Havva'nın elmasından Eylül'ün yalanlarına kadar hatalarla doluyuz... Bizim en saydam, en şeffaf hatamız asla ilk yanlışımız değildir. İlk yaptığımız hatalar masum yanlışlar, diğerleri ise acımasız yalanlardır. Ve inanın, yalan söylemek çok basit bir zincirleme denklemdir.

Bir kez başlarsanız asla durmazsınız. Denklem önce kendinizi kandırmanız ile başlar, toz pembe yalanlar ile devam eder. Kocanızın sizi sevdiğini, hâlâ sizi istediğini düşünmeniz aptal bir kandırmacadan ibarettir. Daha sonra buna sesli düşünerek başkalarını inandırmak eklenir. Sonra gerçekleri kabullenir, başkalarına yönelirsiniz. Los Angeles da birini bulur onu hayatınızda tutmak için yine türlü yalanlar söylersiniz. Canınız eve dönmek istediği zaman eve döner, kocanızı kandırırsınız.

Ama bomba patlayıp gerçekler şarapnel parçaları gibi ortaya saçıldığında kaçacak en ufak bir delik yoktur. Aynı zamanda denklemde çoktan bozulmuştur.

"Me-mert."

Sıvama kısmını da başarıyla gerçekleştiriyordum. Şaşkınlığım dilimi boğazıma kilitlediğinde sadece adını sarf ettim. Ama o konuşmak bir yana tepki dahi vermedi. Tek yaptığı suratına takındığı aşağılayıcı bakışıydı. Nefret dolu mavi gözler önce Dylan'ın sonra benim üzerimde gezindi. Mert, topuğunun üzerinde döndü ve ilerledi. Sıvadığım bu şey ile beni baş başa bırakmakta kararlıydı.

"Mert!" Bu sefer daha kendimden emin, daha güçlü bir telaffuz kullanmıştım. Dylan'a ne olacağını bile umursamadan hatamın peşinden koşuyordum. Arabasına bineceği sırada ona yetiştim. Aynı anda Jeep'in siyah kapısını tutmuştuk. Basıp gideceğini sandığım sırada beni şaşırtarak ayaklarını yere bastı ve korkusuzca karşımda dikildi.

Dişlerini birbirine bastırmış, yüzünden yalnızca öfke okunan bu adam tüylerimi ürpertiyordu. Ama bir açıklama yapmak için cesur davrandım. "Yemin ederim, sandığın gibi değil."

Dudaklarını serbest bıraktığında kin dolu bir gülüş gönderdi. Kısa bir süre için uzağa baktı ve gözlerini tekrar üzerime dikti. Bu kısacık saniyeler hayatımın en adrenalin dolu dakikalarından biri olmalıydı. Ta ki, o konuşana dek. "Bir düşünelim, bakıcının sevgilisi diye tanıttığın piçle sevgiliymişsin. Üstelik ben aylarca kendimi yiyip bitirirken, her gece senin kokunu duyabilmek için gardrobunda bıraktığın o aptal kıyafetleri koklarken. Ben aklımı kaybederken sen birileriyle birlikte olmuşsun. Sandığım gibi olmayan ne Eylül?"

"Açıklayabilirim."

"Açıkla öyleyse!"

Yutkundum. Başka ne yapabileceğimi, ne diyeceğimi bilmeden yutkunarak sustum. Mert, gözlerimin içine gerçekleri bildiği halde beklentiyle bakarken sustum.

"Bende öyle düşünmüştüm." Gözlerini bir kez daha üzerimden çekti. Bakışları uzaklara dalarken bana dönmesi için her şeyi yapardım. Uzun süredir ilk kez onun için fazlasıyla yoğun bir duygu hissediyordum. Çaresizlik, beni daldığım denizden alıp kıyılara vuruyordu.

"Yarın mahkeme salonuna bir saat önceden gel, sana yeni bir anlaşma hazırlatacağım. Senin isteklerin değil benim isteklerim olacak. Bir daha asla hayatıma yaklaşmaya cesaret edemeyeceksin."

Arabanın kapısını çarpıp benden uzaklaşırken son söyledikleri bu olmuştu. Duyduklarımı şoku ruhumu tümden sarsarken olduğum yere çivilendim. Aklım benden bağımsız olarak hafızamın kapısını tıklatıyor ve o sözcükleri geri çağırıyordu. Aklım bana kıs kıs gülüyordu. Hayatına yaklaşmak.

Hayatı olduğunuz adama yaklaşmaya cesaret etmek... Duyduklarımı korkuyla sindirmeye çalışıyor, kendi kelime haznemde onları buluyordum. İşe yarar birkaç laf bulmaya çalışıyordum. Ama söylediklerinin hepsi tıpkı çıkmaz bir yol gibiydi. Ne cevap verecek yüzüm ne de cesaretim vardı.

Mert'in beni sildiğine inanmaya çalışırken geride kalan yoldan bir lastik sesi duydum. Refleksle başımı o yana çevirdiğimde yeni bir hayal kırıklığı daha bana kollarını açarak ona doğru koşmamı bekledi. Dylan, çoktan taksiye binmiş uzaklaşıyordu.

Ne yaptığımın farkında olmadan olduğu yöne küçük bir adım attım. Sarhoş gibi sendelerken gerçeğin de farkına vardım. Sarhoşlar bile benden daha şanslıydı. Onların sendeledikleri zaman kollarından tutup destekleyecek birkaç insanı vardı. Kurtarıcım Mert, diğer yolun ucundaki arayı da dönerek çoktan izini kaybettirmişti. Diğer destekçim ise ortalıkta yoktu bile.

Onlar beni sonsuz yalnızlığıma terk ederlerken artık daha fazla ayakta kalamıyordum. Gecenin sessizliğinde tıpkı daha önceleri yaptığım gibi kaldırıma usulca çöktüm. Perişanlık, aldatılmışlık yoktu. Gözyaşlarım boğazıma dolsa bile sessizliğimi koruyordum.

Başıma gelenler ve duyduğum sözler artık kaldıramayacağım bir boyutta beni buhrana uğratıyordu. Aldatılmıştım, dövülmüştüm, kaçmıştım, kimi zaman en çokta kaçmıştım, öğretmenimi, Emilie'yi kaybetmiştim, Mert tarafından terk edilmiştim, Dylan tarafından terk edilmiştim, defalarca kez Jack tarafından terk edilmiştim...

Issız sokakta elbisemin eteğini bile umursamadan bacaklarımı kendime çektim ve başımı dizlerime gömdüm. Sanırım bu yapabileceğimin en iyisiydi. İçimden samimi bir ses gerçeği yüzüme bağırarak söylerken, yapabileceğimin en iyisi buydu.

Artık, yalnızsın. Tek başınasın.

Kendimi kaybetmiş gibi saatlerce oturduğum bu soğuk kaldırım, bir şeylerin habercisiydi. Aklımı kaçırdığımı işaret parmağıyla gösteriyor gibiydi. Çünkü, kaldırımın soğuk taşlarının canıma okumasından tam bir gece sonra makyaj aynamın masasına oturmuştum ve elime bir makas almıştım.

O gece, duyduğum her söz için saçlarıma bir makas attım. "Eylül Borak'tan boşanmayı talep eden müvekkilim aynı zamanda kızlarını da istiyor." Kesebildiğim kadar kestim. "Babanın maddi durum yeterliliğinden Afra Borak'ın velayeti, babası Mert Borak'a verilmiştir." Omuzlarıma kadar kısalan saçlarımı dahası mümkünmüş gibi kestim.

"Vogue'dan ayrılmanız isteniyor Eylül Hanım, Mert Bey'in kesin talimatı. Muhasebeye kadar eşlik edeyim." Kulak hizama gelene kadar durmadım, kestim. Gözyaşları görüntüyü bulanıklaştırdı ama kestim. "Hayatıma asla elini sürmene izin vermeyeceğim, şimdi defol."

Ama saçlarımı kesmek yeterli değildi. Dalgalı saçlarım kulak mememin altında bitiyordu. Bu oldukça vahşet bir görüntü gibi dursa da içimi yeterince kıpırdamamıştı. Oturduğum yerden doğruldum ve yalnızlığa terk edildiğim evimde kapıya uzun adımlar attım.

Dışarıya çıkıp arabaya ulaştığımda gittiğim istikamet belliydi. Mert'in evine, bir zamanlar başımızı aşkla soktuğumuz yuvamıza gidiyordum. İçinde kızımında olduğu eski evime sürmekten başka hiçbir şey yapmıyordum.

Evinin önüne geldiğimde lastiklerden gürültülü bir ses çıkartarak arabayı umursamaz halde park ettim. Yere indiğimde topukluların üzerine basmakta hiç olmadığım kadar zorlanıyordum. İçimde biriken onca göz yaşı, kovalarca acı sanki ayaklarıma yüklenmişti. Ama bozuntuya vermeden göz altlarımı sildim ve kapıyı çaldım.

"Mert! Ben geldim!"

Hiç olmadığım kadar güçsüz, aynı zamanda olmam gerektiğinden fazlasıyla güçlü hissediyordum. Bu iki duygunun nedeni fazlasıyla basitti. Kaybetmiştim. Geride kaybedecek başka hiçbir şeyim kalmamıştı. Son demlerde savaşıyordum.

Kapıyı yumruklamaya devam ederken yan tarafta bir kıpırtı gördüm. Evin bahçeye bakan cam kapısı silüetle kaplansada bir süre sonra her şey boşluktan ibaretti. Ama kaybetmiş birine en ufak bir boşluk dahi umut sayılırdı. Beklemeden ilerledim. Kapıya ulaşınca gördüğümde haksız sayılmazdım.

Aslında insanoğlunun hayatı henüz yeni bitirdiği, kim bilir bitirme cürrettine erişemeden kaderin o hikaye hakkında bir son yazdığı alın yazılarından oluşur. Benim hikayemin ilk yarısı evlendiğim gün daha bitmişti. İlk aldatılışım, ilk en keskin ve en derinden yaralanışımdı. Evliliğin geri kalanı da sınavım, başlangıcım ve gerçek anlamda bitişim olmuştu.

"Özür dilerim," Elimi camdan kapıya yasladım. Sırtını dönmüştü ama hâlâ buradaydı, hâlâ benimleydi. Aramızda çoğu zaman başkaları olmuştu. Jack, Natalie, Dylan, Los Angeles, mesafeler ve kilometlereler, adını bile bilmediğim kadınlar, milyonlarca yıldızlar, yabancı kokular, insanın içini yakan acılar, camdan kapılar... Aramızda her zaman bir şeyler olmuştu.

"Kapıyı lütfen aç, sana ihtiyacım var." Kılı bile kıpırdamadı. "Özür dilerim, Mert. Gittiğim için, olanlar için değil. Senin gitmene izin verdiğim için." Arkasını dönmeden dinlemeye devam etti. "Karşı koyabilirdim, her gece kulübe gitmene izin vermeyebilirdim. Dağılmana izin vermeyebilirdim, özür dilerim." İstemsizce hıçkırdım. "Bize bunu ben yaptım, özür dilerim."

Yumruklarını sıkıyordu. Kollarında beliren damarlar sayesinde kalbine ulaşan siniri görebiliyordum. Bir yansımaya ihtiyacım yoktu, ben onun kalbini her zaman biliyordum. Beni dinlemekten, sesimi duymaktan keyif almıyordu. İğreniyor bile olabilirdi.

"Senden uzakta olduğum o üç ay boyunca nefret ettiğimi düşündüm. Senden, bizden... Düşündüm ama gerçeği seni aylar sonra ilk kez gördüğümde farkettim. Kendime itiraf etmekten bile çekindim. Mert," gözyaşlarımı tutmakta güçlük çekiyordum. Aslında koyvermekten ne diye korkuyordum? Acı yüreğimin ortasına bir gülle gibi çarpıyor, göğsümde ne kadar kemik varsa paramparça ediyordu.

Acı kemiklerimi kırıp kalbimi deşiyordu. O kadar çaresizdim ki beni bırakan, benden boşanan, elimden kızımı bile alan adamın kapısına gelmiştim. Yalvarıyordum. Bu gece benim düşüşümdü. Daha bitik olamazdım. En derine çakılmıştım işte. En dipte, en kötüsündeydim. Ufak bir gözyaşının kimseye zararı olmazdı.

"Mert, özür dilerim." Gözyaşlarım suratımdan aşağı akarken camdaki elimde yavaşça kayıyordu. Yine de tutunmaya çalıştım. "Beni ne kadar mutlu ettiysen bir o kadar  yaraladın. Afra'yı doğururken bile aklımda sen vardın, her zaman sen oldun. Özür dilerim." Diğer elimle yüzümdeki yaşları sildim. "O üç ay boyunca sana o kadar ihtiyacım vardı ki. Seni severken bile senden nefret etmeye çalıştım. Çok aptalım."

Hâlâ sırtı dönüktü. Kendimi boşuna ziyan ediyordum. Boşuna acı çekiyor, boşuna ağlıyordum. Ama kalbimde duran gerçeği dilime yansıtmaktan da korkmadım. "Seni seviyorum, seni seviyorum Mert. Özür dilerim..."

Bazen böyle olurdu. Bitiş noktasına geldiğinizi anlarsanız, içinizde tuttuğunuz her şeyi ortalığa salardınız. Kime ne zarar verdiği ya da kimi ne denli mutlu ettiği sizi ilgilendirmezdi. Sizi daha fazla acıtmasın, kanatmasın diye ruhunuzu dudaklarınızdan özgür bırakırdınız. Söylerdiniz işte. Ben de söylemiştim, içimde tuttuğum ve kendime bile itiraf etmekten korktuğum bu sırrı dile getirmiştim.

Onu hâlâ seviyordum. Geçmişte yaptığım yanlışları bu adamı sevdikçe düşünmeden edemiyordum. Benim hatalarımın bedeli Mert'e aşık olmaktı, biliyordum. Bana en müstehak ceza, beni geceler boyu aldatıp ölüme terk eden adamı deli gibi sevmekti. İsyan etmeye de yüzüm yoktu. Mert Borak, bir kadının başına gelebilecek en iyi bedeldi.

Geç de olsa söyleyebilmiştim. Söylemiştim ama pes edip eve dönmem gerektiğini de biliyordum. Onu sevdiğimi duymak bile Mert'in beni affetmesine yetmeyecekti. Ben onu defalarca kez affetmişken, o beni sevmekten vazgeçmişti. Kalbinde bana dair hiçbir iz taşımadığına yemin edebilirdim.

Güçsüzlüğüm yüzünden halsizce geriye sendeledim. Ayakta durmakta zorlanıyordum. Sevilmeyişim, kabullenilmeyişim ayaklarımın bağını çözüyordu. Keşke sadece bedenimle kalsaydı. O her zaman içimde bir kenarı kabuk tutmuş, sıyrılmaya hazır yaraydı. Ve biz bu gece yaramı ne kadar kanatabileceğimizi deniyorduk.

Tam gideceğim sırada yalnız olmadığımızı farkettim. Mimiksiz yüzüm karşımda duran manzara sayesinde buruştu. Kaşlarım hayretle havaya kalkarken Natalie, salonun diğer tarafından sessiz bir hayalet gibi belirdi. Topuklarım zemine çivilenirken çaresizliğimi onunda duyduğunu anladım. Artık her şeyi o da biliyordu. Fakat önemli olan bu değildi.

Bana sırtı dönük olan Mert, tavana başını doğrultup sabır diler gibi bir iç çekti. Sonunda bana döndüğünde artık isteğime kavuşmuştum. Yine de gözüm Natalie'ye dikiliydi. Üzerinde Mert'in gömleği olan, yarı çıplak Natalie'ye.

Camdan yapılma arka kapı açıldığında gözlerimi defalarca kez aldatılışımdan ayıramıyordum. Defalarca kez cezalandırışımdan, acı çekişimden, kalbimden vuruluşumdan, çaresizliğimden, yorgunluğum ve takatsizliğimden, ihanetten, karşı koyamayışımdan, hiçbir şey yapamayaşımdan... Lanet olası hiçbir şeyi yapamayışımdan.

Cam kapı yana kayarak aramızdan yok oldu ve Mert tam karşımda dikildi. Bitik bakışlarla yüzüne döndüm. İfadesini okuyamıyordum bile. Suratına öyle bir maske takınmıştı ki gözleri bomboştu. "Siz," yutkundum. Dile getirmeye korksam da nereye kadar kaçabilirdim? "Sen onunla yattın mı?"

Gözleri yüzümü derinlemesine taradı. Elimi göğsümden içeri sokmak, kalbime ulaşmak ve onu parçalayıp avuçlamak istiyordum. Kalbim patlayana kadar burada öylece durmak istiyordum. Acı yok olup bitene, nefesimi sonsuz anlamda kesene kadar burada dikilmek istiyordum. Gerçeğe bakıp içlenmek, yapabileceklerimin en iyisiydi.

Ve Tanrım, böyle bir acının varlığını bile bilmiyordum. Karşımda durup çektiğim acıdan emin oluyordu. Sonunda gözyaşları görüşümü engellediğinde dudaklarını oynattı. Tek bir an için inkar edeceğini düşündüm. Gözlerimin gördüğüne değil, onun söylediklerine inanmayı seçerdim. Çünkü aksini yaptığım zaman ne olduğunu artık biliyordum. Tam buradaydım. Tam olarak ayaklarının dibindeydim. Bir başkasıyla yatsa bile hep ona dönüyordum.

"Eylül," dedi gözlerimin içine bakarak. Ses tonu oldukça sakindi. "Git." Dudaklarım sessiz bir hıçkırık için aralansa da kendimi tuttum. Sadece onu dinlemek istemiştim.

"Senin gibi bir kadının benim hayatımda işi yok. Çık evimden. Hayatımdan ve ailemden çık. Yüzünü bile görmek istemiyorum. Bir daha buraya ne olursa olsun gelmeni istemiyorum. Duydun mu? Hayatımdan elini çek."

Bir çocuk gibi bu anın yok olması için gözlerimi sıkıca yummuştum. Ama kalbimde şiddetlenen acı, gerçeğin duyduklarımdan başka bir şey olmadığını söylemek istercesine beni omuzlarımdan sarsıyordu.

Gerçek, kesinlikle buydu.

İçinde olduğum senaryo bana başka bir seçenek vermediğinde topuklarımı sürüyerek yolumdan döndüm. Arabaya binmekten ya da eve gitmekten bahsetmiyordum. Aylarca savaştığım, kimi zaman yarı yolda bıraktığım bu davaya giden yolu tek bir adımla savunmayı artık bırakmıştım. Çünkü pes etmek hiç bu kadar cezbedici görünmemişti.

Eve döndüğüm saatlerde tek yaptığım sabahı beklemek olmuştu. Ayakkabılarımı ahşapın bir kenarına fırlatıp dizlerimi karnıma çektim ve salonun zeminine oturdum. Tam karşıdan bana göz kırpan New York'un loş ışıkları yalnızlığıma eşlik ediyordu.

Artık evde de yalnızdım, kızımı babasına karşı kaybetmiştim. Maria, şehrine dönmüştü. Vogue artık yoktu. Eylül Wilson, bitik bir çaresizdi. Tıpkı daha birkaç gün önceye kader intihar eden Emilie gibi.

Şafak sökerken olduğum yerden ayaklandım ve odamdaki komidine ilerledim. Burberry marka bej bir eşarp alıp boynuma doladım. Siyah taytımı ve tişörtümü kuşanırken hava aydınlanmak için can atıyordu. Askıdaki ev anahtarlarımı buldum, dışarıya çıkarken eve son kez baktım ve adımımı emin bir halde attım.

Araba yerine yürümeyi tercih etmiştim. Böylece bir buket nergis çiçeği de alabilmiştim. Sabahın erken saatlerinde tenimi ürperten soğuk beni eve geri çağırıyordu fakat bunu yapmaktan beni kimse alıkoyamazdı. Gideceğim son durak, burasıydı.

Mezarlık.

Mezarlığa girmeden önce boynumdaki şalı yeni kestiğim bukleli kısa saçlarıma örttüm. Ayaklarımın altındaki toprağın beni içine çekiyormuş gibi bir hali vardı. Mezarlıkların asla bu kadar dinlendirici, şefkat besleyen bir yanı olduğunu düşünmemiştim. Sanırım iş sevdiğiniz birini buraya emanet ettikten sonra değişiyordu.

Biraz sonra patronumun mezar taşını bulduğumda doğru yolda olduğumu anladım. İlerledikten sonra tam taşın önünde durdum ve bağdaş kurup çimenli toprağa çöktüm. Dert ortağıma sonunda kavuşmuşum gibi hissediyordum.

Nergisleri taşın tam önüne bıraktıktan sonra derin bir nefes aldım. Garip bir nedenden ağlayacakmışım gibi hissediyordum. Uykusuzluk, duyduğum onca söz, kaybettiğim binlerce insan ve kalbimdeki çaresizlik boğazıma sığ yumruklar atıyordu. "Merhaba," yutkunmadan edemedim.

"Bana veda etmeden gittiğin için sana kızgınım. Ortak bir noktamız olduğunu daha düne kadar bilmiyordum, Emilie. Biz seninle aynı yalnızlığı paylaşmışız..." Ağlamadan önce çenemi yukarıya kaldırdım ve aydınlık gökyüzünü içime çektim. Güçsüzlüğümü en azılı rakibime göstermek istemiyordum, üstelik o bir toprak parçasıyken.

"Senin elinden her şeyini aldım. Şöhretini, çocuğunu, Mert'i, Vogue'u... Sen buna rağmen benim derdime ortak oldun. Beni hamileyken aramıştın, hatırlıyor musun? İyi bir çocuk yetiştireceğimizi söylemiştin. Ah, tanrım... Her şeyi berbat ettim." Hıçkırıklar sonunda boğazımdan kayıp havaya karıştı.

"Biliyorum, bana veda etmeye gerek duymadın. Ama ben sana hoşçakal demeye geldim. Kızımdan önce, beni binlerce kez aldatan Mert'ten önce... Haklıydın. Seni terk eden bunca insan varken nefes almak çok anlamsız." Ağlamaktan nefes alamazken etmiştim bu lafları. Boğazım parçalanırcasına titrerken. "Haklıydın, gitmek en doğrusu. Sana veda etmeye geldim Emilie. Sadece sana gittiğimi haber vermeye geldim. Umarım beni affedersin çünkü ben, kendimi asla affetmeyeceğim. Emanet ettiğin ne varsa mahvettim. Kendimi affedemeyeceğim... Hoşçakal."

Paçalarımı silkerek kalktım ve ardıma dahi bakmadan evime yürüdüm. Kollarımı göğsümde kavuşturup sık adımlarla ilerlerken tıpkı takip ediliyormuş gibi hissediyordum. Emilie'nin hayaleti tarafından, terk ettiğim binlerce insan tarafından kovalanıyormuşum gibi rahatsızdım. Karanlık tarafa geçmeden önce oldukça tereddütlüydüm.

Fakat bu tereddüt oldukça kısa sürdü. Mezarlık yolu bitttiğinde çoktan evime ulaşmıştım. Tıpkı bir kaçık gibi eşarbı başımdan attım ve yaklaşık yarım saat salonun ortasında öylece durdum. O kadar yalnızdım ki, ölüme bile kendimi ben ikna ediyordum. Parmaklarım saç diplerimi kökünden çekerken zihnime baskı uyguluyordum.

Bunu yapmaktan başka hiçbir çarem kalmadığını farkettiğimde, kıpırdadım.

İlk işim soyunmak olmuştu. Soyunmak, beyaz geceliğimi giymek ve yatak odamdaki boy aynasının önüne geçmek. Tek bir ayrıntı dışında.

Komidinin en ücra köşesinde sakladığım, Mert'in zor durumlar için elime sıkıştırdığı silahı tereddütle kaptım. Aynanın önünde alıştırma yapmak biraz sonra gerçekleşecek vahşetin ön gösterimi gibiydi. Namluyu başının sağ şakağına dayamış bir Eylül Wilson.

Başka ne yapabilirim? Diye soruyordum kendime. Pes etmem için kaç kez aldatılmam gerekirdi? Daha kaç defa terk edilip bir başıma bırakılacaktım? Aynadaki kadının yön pusulası doğruyu gösteriyordu. Emilie'den daha çabuk kaybetmiştim. Ölüm onun B planıydı.

Ölüm, benim tek  çıkış yolumdu. Zaten filmlerde de böyle olurdu. Duvara toslayan her insan mutlaka ölümü tadıyordu.

Namlu başımda gezinirken bunun anlamsızlığını farkettim. Eylül Wilson, asla zihniyle hareket etmemişti. Ne diye tek bir kara lekesi olmayan zihnimi cezalandırıyordum? Wilson, her zaman göğsünün içinde taşıdığı o kırık yüreğiyle hareket etmişti. Onun ipini çeken, kurşunla cezalandırılması gerekilen tek yeri kalbiydi. Geri kalan her şey anlamsızdı.

Ellerim titrerken silahı kaydırdım ve sol göğsümün üzerine bastırdım. Belkide öldüresiye dövüldüğüm o depoda gerçekten can vermeliydim. İnsanın kendi canına kıyması, dünya tarihinin en dramatik anlarından biri olmalıydı. En acısıda kalbim durmaya çalışırken gözlerim her anı birbir görecekti. Yüzümün acı yüzünden aldığı o aptal şekli, kanların beyaz geceliği ne şekil bir vahşetle süslediğini ve nasıl bir başıma öleceğimi.

Sefil ruhum heyecanla kıvranırken içimden saymaya karar verdim. Böyle daha kolay, daha çabuk olacaktı. En azından dünyadan bu gereksiz beden daha fazla vakit çalamayacaktı. En azından, Eylül Wilson'un ruhu kimsenin üzerini bir gölgelik gibi kaplayamacaktı.

Bir.

Sık bir nefes aldım. Sessizlik tüm eve hakim olurken apartmanda küçük bir hareketlilik olduğunu duyabiliyordum. Hızla yukarıya tırmanan adımlar telaşlıydı.

İki.

Gözlerimi kapattım. Daha rahat bir nefes alırken silah titredi. Adımlar daha da tırmandı ve bir süre sonra olduğu yerde durdu. Tahmin etmediğim eller kapımın tokmağını buldu ve olabildiğince yumrukladı. Gözlerimi sımsıkı tutup bir nefes daha aldım. Bir nevi, son oksijenimin tadını çıkartıyordum.

Üç.

"Eylül!"

Ve bum!

Silah tam kalbimde patlarken gözlerimi açabilme cesaretinde bulunmuştum. Kanlar ilk önce aynamın camını, daha sonra geceliğimi buldu. Tıpkı tahmin ettiğim gibiydi. Yüzümdeki her yorgun mimik acıyla kavruldu. Gördüğüm korkunç sahneye tanıdık bir çığlık eklendi. Silah yere düşerken bende dizlerimin üzerine filmlerdeki gibi düştüm.

Görüntü git gide bulanıklaşırken kapıyı kıran Mert, yatak odasına hışımla girdi. Ardından Selena'nın güçlü çığlıklarını duydum. Yere kapaklanmadan önce Mert'in kollarındaydım. Rüyamdaki ölümümden farksız bir sahneydi bu, üstelik rüyam tek farkla kurtarıyordu. Bu yaşadığım oldukça gerçekti. Oldukça hissedilir boyuttaydı.

"Neden!" Diye bağırdı kollarında ölümü kucakladığım adam. "Allah kahretsin! Neden!"

Parçalara bölünen kalbim tekleyip nefesim kesilirken duyduğum, gördüğüm tek şey o olmuştu. En başından beri olması gereken, sonunda olmuştu. Son nefeslerimi onun çaresizliği içinde verirken aslında herşey güzeldi. Parmak uçlarımdan saç telime kadar uyuşurken dudaklarımın kıpırdamadığını, gözlerimin oynamadığını, nefesimin yukarılara tırmanamadığını farkettim.

Ona son sözlerimi söylemek üzereyken ruhum bedenimi bu adamın kollarına teslim etti ve olması gereken yere, bu kaostan oldukça uzağa kaçtı. Ben gözlerim açık ölürken ruhum, beni ve Mert'i terk etti.

Hayatım boyunca yaptığım tek şeyi yaparak bana karmanın gerçekliğini gösterdi. Ruhum, benden kaçtı.

Son

"Bayan Emilie, ilaç saatiniz geldi." Gözlerimi daldığım şöminenin ateşinden Natalie'nin sesi ile çektim. Gördüğüm en uzun soluklu kesitti biraz önceki. Yaşlı ellerimi ısıtmakta zorlanıyordum. Yaşlılığın getirdiği binlerce baş belası hastalık vardı fakat Anemi, en birincisiydi. Titreyen ellerimi Natalie'nin uzattığı tepsiye götürdüm.

"Ben hallederim." Biraz önce rüyamda gördüğüm şu mavi gözlü adam hizmetçinin elinden ilaçları ve suyu kapıp koltuğa, yanıma çöktü. Mercan renkli hapı içmem için uzatırken dikkatle yüzünü süzüyordum. Ah, sanırım onu tanıyordum. Hapı avucunun içinde hapsetti ama gülüşünü soldurmadı. "Ne hatırladın?"

Biraz sonra sorusunun tanıdıklığı ile onunda kim olduğunu anladım. Kocamdı. "Oldukça uzundu. Bu hapları neden içiyorum?" Benim gayet ciddiyetle sorduğum soruya o kısaca tebessüm etmişti. Yüz hatları az önce gördüğüm adamın sadece biraz daha yaşlanmış halini yansıtıyordu. En az onun kadar yakışıklı ve karizmatikti.

"Çünkü bazen çok sevdiğin kocanı ve kızını hatırlamakta zorlanıyorsun. Hatta bazen kendini bile." Alnımı öperek devam etti. Üzerimdeki battaniyeyi düzeltmeyi de ihmal etmemişti. "Ben buna geçici hafıza kaybı diyorum, tıp ise Alzheimer."

Başımı anlıyormuş gibi salladım. Hangi cümleye odaklanacağımı şaşırıyordum. Çok fazla kelime vardı. "Unut gitsin." Saçlarımı okşayıp avucundaki hapı anlayışla uzattı. Saçlarım rüyamda gördüğüm halimin aynısıydı. Kulak mememin altına kadar kısa ve siyahtılar. Sadece o gösterişli buklelerim yoktu, hepsi bu.

Ben hapı güçlükle yutarken o da suyu tutuyordu. Kristal bardaktaki berrak suyu kafama diktikten sonra sehpaya koyması için uzattım. Elindeki bardağı ahşap sehpaya bırakıp geri döndü ve saçlarımı okşamaya devam etti. "Neden evimizde değiliz?"

İçinde olduğumuz odayı incelerken böyle sormuştum. Burası da tıpkı New York'taki ev kadar büyüktü ama o kadar lüks değildi. Daha çok 'yazlık' gibi bir yerdi. "New York'ta mı? Oradan taşındık, bebeğim. Tam iki senedir burada, Los Angeles da yaşıyoruz." Yüzünde bunu bininci kez anlatıyormuş ama hâlâ daha bıkmamış gibi bir ifade vardı. Başımı anlıyormuş gibi salladım.

"Bunu kaçıncı kez soruyorum?" Dudaklarını çarpıtıp gülümsedi, eli saçlarımı okşamaya devam ediyordu. Kendimi sahibine aşık küçük bir kedi yavrusu gibi hissediyordum. "Milyonuncu kez fakat problem değil, Emilie. Hiç yorulmadım."

"Adım Emilie mi?" Kaşları hayretle yukarıya kalkıp eli kısa süreliğine dursa da bozuntuya vermedi ve kaldığı yerden devam etti. "Evet, güzelim."

"Eylül, kim?"

"Bazen rüyalarında gençliğini görüyorsun ve adı 'Eylül' oluyor. Eylül, gerçek değil. Yine onu mu gördün?" Başımı sallamaya devam ettim.

"Peki ya Mert?"

"Gençliğime verdiğin isim, bebeğim." Sıradaki sorumu çoktan bildiğini belli edercesine sakin kaldı. "Adım William, soyadım da Dare. Kırk beş yaşındayım ve seninle on beş senedir evliyiz."

"Anlıyorum," gözlerimi yüzünden çekip tekrar şömineye diktim. Eylül'ün, yani hayali genç benim Los Angeles da yaşadığı evin ta kendisiydi burası. Kırık dökük hafızam, onun buraya yazın geldiğini göstermişti fakat yanan ateşe ve üzerimdeki battaniyeye bakılırsa soğuk bir kış geçiriyorduk. "Kızımızın adı Afra mı?"

Başını salladı. "Evet, güzelim. Bu Türkçe bir isim. Kulağa hoş geldiği için sen beğenip vermiştin."

"Ben doğum yaparken neredeydin?" Ses tonum abartılı bir suçlayıcı tonda çıktı. O da kaşlarını çattı. "Yanındaydım, elini tutuyordum. Neden sordun?" Yutkundum.

"Beni aldatmıştın ve umursamıyordun, yani rüyamda öyleydin."

"Seni hiç aldatmadım." Ses tonu alıngan çıktığı için kalbim ister istemez burkulmuştu. "Özür dilerim." Hüzünle mırıldandım. Gözlerini yumdu ve tekrar açtığında biraz önceki anlayışlı adam geri döndü. "Ben özür dilerim, sevgilim. Başka ne sormak istiyorsun bakalım?"

"Jack Anderson, kim?" Yüzü birden buruştu fakat çok uzun süre geçmeden toparlandı.

"Peter Anderson, eski sevgilin ve benim eski dostum."

Ah, sanırım doğru hatırladığım tek şey buydu. İster istemez başka bir soruyu daha yapıştırdım. "Kumral ve yeşil gözlü müydü?"

"Öyleydi."

"Kaç yaşındayım?"

"Kırklı yaşlarının başındasın, güzelim. Ve çok güzel bir kadınsın."

"Asansörde mi tanıştık?" Tam o an kendini sırıtmaktan alamadı.

"Bir süpermarkette tanıştık, sen ev arkadaşına süt alıyordun. Üzerinde yeşil bir ceket vardı ve saçların uzun dalgalıydı. O zamanki sevgilime saç boyası alıyordum, sana yardımcı olman için danışmıştım. Aslında yapmak istediğim tek şey sana asılmaktı."

Edepsizce gülünce ister istemez gülüşüne eşlik ettim. Pekala, asansör ve kibarlık yoktu. Öyleyse... "Vogue' diye bir dergi de mi yok?"

"Aman Tanrım, sen gerçekten hatırlıyorsun Emilie." Gözlerimi kırpıştırdım. "O süpermarket olayından sonra seninle benim baş editörü olduğum dergide karşılaştık. Aynı zamanda sahibiydim. Asistanım olmak için gelmiştin, yakın arkadaşın Rosalie tarafından torpilliydin."

Ah, şimdi her şey daha da karışmıştı. Kocamı kendim olarak hatırlıyordum. Gözlerimi yumup kendime biraz izin verdim. Beynim patlayacakmış gibi hissediyordum. "Ben baş editör oldum mu, peki?"

"Tam on iki sene, bu hastalık baş gösterene dek baş editörlük yaptın. Ben de bir kenarıya çekilip derginin finansmanı oldum ve eşimin başarılarını izledim."

Tanrı aşkına.

"O rüyada kendimi öldürdüğümü gördüm. Her şey berbat haldeydi, kalbime sıkmıştım ve sen beni kurtaramamıştın."

"Tüm bunlar hastalığının etkisi, korkma bebeğim. Daha önce de seni benim öldürdüğümü görmüştün."

Aslında önemsediğim şey bizim için yazılan son değildi. Görünüşe bakılırsa mutluyduk. Ben hafızamdaki boşlukları yalanlar ile dolduruyordum fakat Mert, Tanrım... Yani William rüyamdaki o adamın aksine beni asla yalnız bırakmıyordu. Gözlerinden, duyduğu minneti okumak mümkündü.

İçimi burkan acı farklıydı. "Yani o anılar bizim değil mi? Hiçbirini yaşamadık mı?"

"Hangi anılar?" Pes etmeden devam ettim. "Seninle dünya turuna çıkmıştık, Türkiye'ye babamı ziyaret etmek için gitmiştik, sen ben ve Jack, yani Peter ile birlikte İngiltere'ye ödül törenine katılmıştık, Peter'ın Angela adında bir sevgilisi vardı. Onları da alıp yılbaşını orada geçirmiştik. Dünya turunda hamile kalmıştım, ilk sevişmemiz Paris'teydi. Sanırım Paris'e iki defa gittik."

"Hastalık ortaya çıkmadan önce seninle bir dünya turuna çıktık. Sen, ben ve Peter İngiltere'ye bir ödül töreni için gittik. Peter'ın Angela adında bir sevgilisi vardı ve şimdi evliler. Bunlar doğru, aslında geri kalan her şey doğru. Biliyordum... Hâlâ bir umut olduğunu biliyordum, Emilie."

Kocamın yüzü hoş bir tebessüm ile aydınlandı. Sonra dudaklarını saçlarıma bastırdı. Onu farklı biri olarak tanımıyordum aslında. Sadece ismi ve hikayemdeki durumu değişmişti. William, yani benim hayat arkadaşım artık kötü karakter değildi. Tıpkı olması gerektiği gibiydi. İyi yüreğe sahipti.

Beni kendine çektiği için gövdesine sımsıkı sarıldım. Tanıdık tatlı, keskin kokusu burnumu doldururken yeni bir soru sorma isteği ile doldum. "Adım neydi?"

Kasları tedirginlikle kasılırken beni doğrulttu ve yüzüme inanılmaz bir bakış gönderdi. İçine doluşan saf umuta balyozla darbe indirmişim gibiydi. "Şakaydı." Tüm gücümle gülümsedim.

Gözlerini devirdiğinde beni tekrar kendine çekti ve bende hiç tereddüt etmeden sarıldım.

"Her kim olursan ol adın ne olursa olsun daima seni seviyorum" dedim.

"Her kim olursan ol, ne yapmış olursan ol seni seviyorum." dedi.

Continue Reading

You'll Also Like

771K 32.4K 49
30-50k izlenen Yağız her gün yayın açar, Sohbet eder ve korku oyunları oynar. Işıl ise o yayıncıya aşık bir kızdır. Işıl habire yağıza Instagramdan y...
119K 1K 48
gözyaşlarımı dinlemeden bir anda içime girdi dudağı dudağımda bir eli göğsümde diğer eli kadınlığımdaydı...
156K 11.2K 34
Agra bebeğiyle çaresizce sokakta yaşarken bir gece karşısına çıkan adamla hayatı tamamiyle değişir. Ferişte - Masum, melek ve günahsız demek. Not: +...
743K 19K 81
Herkesin korkulu rüyası olan Yer altının en büyük mafyası yer yüzünün hakimi sadist sinir hastası piskopat bir adamın bir kıza aşık olması Ve haya...