Eylül

By siyahkuu

17K 599 340

New York'un tüm ışıkları penceremin altında süzülüyordu. Topuklularımı çıkarmadan yatağıma atladım. "Sanırım... More

Birinci Bölüm
İkinci bölüm
Üçüncü Bölüm
Dördüncü Bölüm
Beşinci Bölüm
Altıncı Bölüm
Yedinci Bölüm
Sekizinci Bölüm
Dokuzuncu Bölüm
Onuncu Bölüm
On Birinci Bölüm
On İkinci Bölüm
On Üçüncü Bölüm
On Dördüncü Bölüm
Röportaj
On Beşinci Bölüm
On Yedinci Bölüm
On Sekizinci Bölüm
On Dokuzuncu Bölüm
Yirminci Bölüm
Yirmi Birinci Bölüm
Yirmi İkinci Bölüm
Yirmi Üçüncü Bölüm
Yirmi Dördüncü Bölüm
Yirmi Beşinci Bölüm
Yirmi Altıncı Bölüm
Yirmi Yedinci Bölüm
Yirmi Sekizinci Bölüm
Yirmi Dokuzuncu Bölüm
Otuzuncu Bölüm
Otuz Birinci Bölüm (Final)
Teşekkürler
Yeni Yıl
Otuz İkinci Bölüm
Otuz Üçüncü Bölüm
Otuz Beşinci Bölüm
Otuz Dördüncü Bölüm

On Altıncı Bölüm

358 14 11
By siyahkuu

"Bir gün her şeyin daha iyi olacağını düşünmek, umudumuz; bugün her şeyin iyi olduğunu düşünmek, yanılgımızdır." Emilie'nin ofisindeki Voltaire tablosu böyle diyordu. Geniş saten boyalı duvarlardaki çerçevelerden yalnızca bir tanesiydi. Haklıydı, Voltaire. Bugünün iyi olduğunu düşünmek yanılgımız olurdu. New York'un havası yağışlı, kasvetliydi. Saçlarımı ıslatmasına izin vermediğim gökyüzü sanki benim için ağlıyordu.

Derin bir nefes aldım, uzun süredir bu kadını kendime düşman bellemiştim. Muhtemelen o da başarım yüzünden içten içe bana kin, nefret besliyordu. Belkide duygularını saklamıyordu, gözlerine baktığımda düşüncelerini okuyabiliyordum.

"Bu," dedim tüm gece hazırladığım metni masasına bırakarak. Tekrar bir nefes daha aldım, bedenime yapışan askılı siyah dar elbise sanki beni boğmak üzereydi. Üstelik elli kilodan kırk dokuza çoktan düşmüş olmama rağmen.

"Bu benim istifam, buraya kadar."

Duyduğu şeye gözlerini kocaman açtığında omuzlarımdan bir yük kalktı. Kuş gibi hafiflemiştim, kapıyı çarpıp eşyalarımı topladıktan ve maceramın sonuna geldikten sonra böyle hissetmeyecektim. Acı tekrar ruhumu ele geçirip günlerdir yaptığı gibi içime işleyecekti.

Ashley'in düğününü terk edeli üç gün oluyordu. "Ben Angela ile evleniyorum" Jack, ciğerlerimi parçalayarak böyle söylemişti. Kelimeleri tek tek beynimde ayırıyor, üzerinden geçiyordum. Evlenmek terimini o an için unutmuştum. Sözlük anlamı neydi bilmiyordum bile. En yakın arkadaşımın düğününde olmama rağmen, evliliğin anlamını unutmak istemiştim.

"Nasıl, nasıl yani?" Gözlerimi delirmiş gibi kırpıştırdım. Uzun süre yüzüne baktıktan sonra böyle sormuştum. Surat ifadesi gelecek olan kasırgaya hazırlık yapıyor gibiydi.

Cevap vermeden uzun parmaklarına baktı, tek bir söz etmiyordu. "Nasıl evlenmek?"

Göz kapakları sıkıca aşağı düştü, geri açtığında yüzüme oturttuğum şokla hâlâ bir cevap bekliyordum. "Herkesi yaralıyorum, sonsuza kadar gitmenin daha iyi olacağını düşündüm."

Düşünmüştü, hayatında ilk kez kendini değil başkalarını düşünmüştü. Ama bunu, yine başkalarının hayatlarını mahvederek yapıyordu. "Biliyorum," dedi sessizce. "Benden nefret ediyorsun ama bunu yapmak zorundayım. Angela'yı yaralamak istemiyorum."

Evet, içime dokunarak tamda böyle söylemişti. Angela'yı yaralamak istemiyorum. Cümleyi kendi kendime tekrar ediyordum. Ben ne olacaktım? Onu yaralamak istemiyordu, pekala. Ya ben? Milim milim bölünüyordum, acıyla yaptıkları yüzünden kıvranıyordum. Ama bu herif kızı yaralamak istemiyordu.

"Ne zaman?" Yerdeki çimenlere takılı kaldığımda yalnızca böyle söyleyebildim. Zamanın, mekanın hiçbir önemi yoktu. Sadece konuşmak istiyordum, susup köşeme çekildiğimde sessizliğin beni öldüreceğini biliyordum.

"Bu bahar," dedi beklemeden. Bunu tam olarak ne zaman düşünmüşlerdi, evlilik teklifi ne zaman gerçekleşmişti en ufak bir fikrim bile yoktu. "Beni onunla daha fazla görmeyeceksin, bir de bu yönden bak. Düğünden sonra İngiltere'ye yerleşmeyi düşünüyoruz. Tedavi görecek, sinirleri alt üst olmuş durumda. Biliyorum bana karşı yoğun bir nefret duyuyorsun ama-"

Ellerimi tokat atar gibi yüzüme kapattım. Susmak zorunda kaldığında şiddetle bağırıyordum. Olduğum yerin, bugünün güzelliğinin zerre önemi yoktu. "Senden nefret falan etmiyorum! Senden tiksinmiyorum bile. Sen, sen benim için hiçbir şeysin! Hayatıma nasıl girdin?" Delirmiş gibi bağırıyordum. Beklediği tepki bu değildi. "Seni onunla daha fazla görmeyeceğim ama düğününde bir köşede en iyi elbisemi giyip sizi alkışlayacağım, öyle mi? Belkide annen nedime falan olmamı ister!"

Yumruklarımı göğsüne vurduğumda dudakları aşağı düştü. Hiçbir tepki vermiyordu. "Konuşsana lanet herif, konuşsana! Edemiyorum, senden nefret edemiyorum işte!" Ağlıyordum, bağırıyordum, göğsüne vuruyordum. Hıncımı almam için sadece bekliyordu, geri çekilme bile yoktu. Öylesine güçsüzdüm ki bir de bunun için ağladım.

Bağırarak vurmaya devam ettiğimde bizi izleyen Mert, sonunda yanımızda bitmişti. Beni göğsüne çekip bu berbat adamdan uzaklaştırdı. Hissettiğim çaresizliğin bir tanımını bile yapamıyordum.

"Götür beni," dedim suratımı gömdüğüm göğsünden. Birlikte bahçeden hızla uzaklaşıyorduk. "Yalvarırım, götür beni buradan. Allah kahretsin, kahretsin."

Asıl ana döndüğümde gözlerimi Voltaire tablosundan bir kez daha ayırdım. Bugün her şey dediği gibi, iyi falan değildi.

Derin bir nefes alıp açık klasörü kapattı, istifa metnime göz bile gezdirmemişti. Gidebileceğimi söyleyeceğini sandığımda beni şaşırttı. "En iyi asistanımın gitmesine izin vereceğimi nasıl düşünebildin? İşine dön." Metni yırtmak için tutacaktan çıkarıyordu. Ah, hayır.

Buna daha fazla dayanamıyordum. Günlerdir Jack, Angela'ya bakıcılık yaptığı için tek başıma hem kraliçe arının ayak işlerini yapıyor hemde iyi bir editör olmaya çalışıyordum. Beni yoran bu değildi aslında, o geceden beri anıyı bir kez olsun hafızamdan silemiyordum. Bu yediğim yemeklere, işime, giyimime, her zerreme yansıyordu. Vogue yazısını gördükçe Jack'i hatırlıyordum.

"Lütfen, gitmek istiyorum. Bırak beni, Emilie." Yalvarır gibi böyle söyledim. Merhametine muhtaçtım. Ayağa kalkıp kollarını göğsünde birleştirdiğinde karşımda dikiliyordu. "Bunu neden yapıyorsun?"

Hiçbir şey söylemedim. Hayalimdeki işi bırakma sebebim şuan karşımda dikilen kişiliğin baş belası oğluydu. Yalnızca susup omuz silktim. "Hiçbir yere gitmiyorsun, sana kaba davrandığım içinse özür dilerim. İnsanlarla gereksiz yere muhattap olmaktan hoşlanmayan bir yapım var." İlk kez özür diliyordu. Bu tarihe geçmeliydi, Emilie Anderson'ın ağzından üzgün bir cümle çıkmıştı.

"Hayır, sadece gitmek istiyorum."

Kararlı suratımda tek kaşı havada göz gezdiriyordu. Önce metnime, sonra bana, sonra tekrar metne döndü.

"Jack, yüzünden değil mi? Angela ile ilişkilerini görmeye dayanamıyorsun." Aslında bana soru sormuyordu, bol öngörüşlü yapısı sayesinde olduğum duruma özet çıkarıyordu. Yorum yapmadım, sessizlik ne evet ne hayır sayılırdı.

"Bundan nefret ediyorum ama sana bir kaç günlük izin ve bir çek vereceğim, Eylül. Git, gönlün nereyi istiyorsa orayı dolaş. Bu sıkıcı şehirden uzaklaşıp ayaklarının üzerinde dimdik işine geri dön." Masanın etrafında dolanıp çek defterine uzandı. İyi bir fikir sayılabilirdi, biraz tatil yapıp geri dönebilirdim. Aslında döndüğümde her şey yerli yerinde olacaktı. Jack, bu baharda evlenip yuva kuracaktı.

Belki de yanıma bir kaç eşya alıp New York'u tamamen terk etmeliydim.

"Kimsenin haberi olmayacak, Mert'in bile. Gittiğin yerde beni ara." Sonra çeki masanın diğer tarafından bana uzattı. Çeki aldığımda teşekkür edip kapıya yürüdüm. İstifamın yırtılma sesini duyabiliyordum. Profesyonellik bu olmalıydı, daha geçen gün bu binada sözlerimiz ile birbirimizin canına okumuştuk. Şimdi ise derginin kan kaybetmemesi için bana bir çek yazıp tatile gönderiyordu.

Ortalık sessiz sakinken kaşemi ve çantamı alıp çeki cüzdanıma yerleştirdim. Jack'in olmadığı masaya bakmamaya çalışıyordum. Eşyalarımı ve kalemlerimi masada bıraktım. Yalnızca Selena, Ashley ve benim mezun olurken çektirdiğimiz fotoğraf çerçevesini valiz çantama atmıştım. Gittiğimde yerime gelecek asistana bir nevi eşyalarımla şans diliyordum.

Şirketten elimi kolumu sallayarak çıkarken Mert'in radarına takılmadığım için şükrediyordum. Onu terk etmek yaptığım en acımasız şey olacaktı, üstelik daha geçen gece birlikte uyumuşken.

Bir kaç günlük giysiyi ve özel eşyamı tek bir valize sığdırmayı başarabildiğimde kaçar gibi hızlı adımlarla arabama biniyordum. Hava alanına giderken dakikada bir aynaları kontrol ediyor, derin nefesler alıyordum.

En başında yapmam gereken şeyi şuan yaptığım için tuhaf bir durumdu. İkisinin arasında kaldığımı anladığım ilk andan itibaren ardıma bakmadan kaçmalıydım. Kalıp savaşmayı seçtiğimde yenilen, ezilen taraf ben olmuştum. Angela'ya söylediğim gibi oyunu oynamıyordum fakat madur edilen taraf bendim.

Siyah Ray-Ben'leri taktığımda tanınmamak için saçlarımı önüme atıp mavi kaşeme sıkıca sarıldım. Arabamı havaalanının otoparkına çekmiş, bilet almak için yürüyordum. Gideceğim yer çok basitti, evimden başka sığınabilecek yerim yoktu.

"Antalya, en yakın saat olsun lütfen." Bileti almak için böyle söylemiştim, cüzdanımdaki nakit ile bileti rahatlıkla alabildim. Çeke ihtiyacım olmayacaktı, yırtıp atmalıydım belkide. Artık Vogue'dan, Emilie'den ya da lanet Jack'ten gelen hiçbir şeyi istemiyordum.

Ne yazıkki bu Mert içinde geçerliydi. Emilie'nin çekini yırtıp çöp kutusuna savuşturdum. VIP koltuğuma oturduğumda telefonumu uçak moduna almak yerine tamamen kapatmıştım. Diken üstündeydim, sanki birazdan Mert gelip bana suratında büyük bir hayal kırıklığı ile bakacaktı.

Beni neden terk ettin?

Sonra kolumdan tutup dışarı sürükleyecek, kendi krallığına kapatacaktı. Bir yerde yanlış yapıyordum.

Beklediğim gibi olmadı, önümdeki küçük ekranda Game Of Thrones tekrarı izlerken uyuya kalmıştım. Tüm yol boyunca uyuduğumu tutulan vücudumdan anlamam mümkündü. Anonsla birlikte kemerimi bağladım, iniş için hazırdık. New York'u gerçekten terk etmiştim. Valizimi taramadan alıp bir taksi çevirdim. Arabam yoktu, telefonum kapalıydı. Vogue, Asistan - Editör'ü Eylül Wilson olmaktan çok uzaktaydım. Şoföre evimi tarif ettiğimde uzun yollar sonunda ulaşabilmiştik. Soğuk hava, terkedilmiş plajlar içimi burkuyordu. Başımı öne eğip en son Mert ile geldiğimiz evimin önünde indim. Sürprizim annemin kalbine inecekti.

Zili ikinci kez çalışımda kapı yavaşça açıldı ve halamın küçük torunu haddinden fazla bir çığlık kopardı. "Eylüüüül geldiii! Eylüül ablaa!!"

Bu küçük kız beni uzun süredir alışık olmadığım bir kahkahaya boğarken evin içinden çığlıklar yükseldi.

"Kızım!" Bu, gözleri dolan annemdi. Valizimi yere bırakarak soru yağmuruna tutulmadan kollarımı boynuna sardım. Annemin kokusu yaralarıma merhem olmuştu bile.

Tek laf etmeden özlemle sarılıyorduk.

"Burada ne işin var? İşinde olman gerekmiyor mu?" Halam tahmin ettiğim gibi bunaltıcı sorularına başladığında annemin de yardımı ile valizimi içeri aldık. Ayşe halam bana soran gözlerle baktığında dayanamayıp yanaklarına yapıştım.

"Bir soluklanayım, halacığım." Yanaklarını küçük bir çocuk gibi sıkarken böyle söylemiştim. Fondöteni bozulacağı için elimden kurtulmaya çalıştı.

"Aman, Eylül!"

Halam babamın üvey kardeşiydi. Yalnızca anneleri farklıydı. Dedem iki evlilik yapmış, ikinci evliliğinde anneannem babamı dünyaya getirmişti. Annem Türk, babam İngiliz kökenli olduğu için melezdim. İlkokulda ve ortaokulda hep bu durum yüzünden biraz dikkat çekiyordum.

Akşam yemeğinde özenle sarılmış ev sarmasını afiyetle yemiştim. Telefonum kapalıydı, televizyon açtırmıyordum. Yaptığım tek şey annem ve babamla iyi vakit geçirmekti. Babam gelişimi beni kucaklayıp etrafında döndürerek kutladığında belini incittiğini düşündüm ama bir sorun yoktu.

"İnsanları tanımakta güçlük çekiyorum" dedim annemle denize sıfır balkonumuzda kahvelerimizi içerken. İstifa ettiğimi, Emilie'nin beni yalnızca kafa dinlemek için gönderdiğini söylemiştim. Ve patronuma, işe geri döneceğimi söyleyerek yalan attığımı da.

"Madem o kızla evleniyor, seni hayatından silmiş. Neden hayalindeki işi bırakıp şehri terk ediyorsun? Moda tutkuna ne oldu, güzel kızım?" Annem kendimi sorgulamama fırsat vererek sordu. Birbirimize çok benziyorduk, ikimizinde uzun gür, siyah ve düz saçları vardı. Derin deniz mavisi gözlere sahiptik.

"Onu seviyordum." Biten kahve fincanını ortamızdaki masaya bıraktım. Geçmiş zamanı kullanıyordum.

"Şimdi ne oldu, sevmiyor musun?" Annem, aklımdakileri okur gibi böyle söylemişti.

"Başkasına ait, rahat rahat sevdiğimi söyleyemem. Bu bana oldukça ters." Aslında konu Jack'in Angela'ya aitliği değildi. Konu içimde bir yerlerde Mert'e ait olduğumu bilmemdi ve başkasını sevmeye devam edemiyordum. Fakat evleneceği için derin bir acı duyuyordum. "Jack ukalanın tekiydi, anne. Umursamaz bir insanın bir kadınla evlenip çocuk yapacağı fikrini aklım almıyor."

Bacaklarımı oturduğum sandalyede yukarı çektim, çenem dizlerimin üzerindeydi. "Aşk böyledir güzel kızım, en ufak bir mantık yürütemezsin ama mutlaka hissedersin." Uzanıp saçlarımı okşadı.

"Jack'e aşık olduğumu mu söylüyorsun?"

Sorduğum anlamsız soru yüzünden annemin dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. "Hayır, içindekileri biliyorum. Mert'e aşıksın, aslında fikrin olmayan tek şey bu."

Annem bir dahiydi. "Bunu nereden biliyorsun? Ben bile ona karşı ne hissettiğimi bilmiyorum."

"Buraya herşeyi başka bir şehirde bırakıp geldin, aklına hiç gelmedi mi?" Tebessümü hâlâ suratındayken düşünmeye çalıştım. Mert, defalarca kez hafızama süzülmüştü. Acaba şimdi ne yapıyordu? Saatlerdir beni göremediği için evime falan uğramış olmalıydı, sinirli ve çatık kaşlı Mert Borak kanımı donduruyordu. Uzun bir süre şehri terk ettiğimi öğrenmemesini diledim.

"Defalarca kez düşündüm ama Jack'in o kızla evlenmesine katlanamıyorum. Sanırım kendime burada başka bir hayat kuracağım." Böyle söylediğimde annem gülümseme ile karışık beni şokla izliyordu.

"Pekala" dedi kahvesini fal için kapatırken. "Kapımız güzel kızımıza her zaman açık."

Antalya'ya taşınalı dört gün geçmişti. Yarın Cosmopolitan çekimlerim vardı fakat Eylül Wilson olarak kariyerime devam etmeyeceğim için unutmaya çalışıyordum. Dün babamla balık tutmaya gitmiştik, anneme ev işlerinde yardım ediyordum, halamla torunlarına bakıyorduk, hayat basit ve güzeldi. Tam dört gündür ayağıma bir kez olsun topuklularımı giymemiştim. Her gece yatmadan önce bir ağlama krizi yaşıyordum. Dün gece annemin kollarında Mert'in adını sayıklarken uyuya kalmıştım.

Geldiğimden beri internet, telefon, televizyon ne varsa her şeyden uzaktım. Selena'yı bile aramıyordum.

"Ne kadar sürecek?" Halam bahçeyi sularken böyle söyledi. Maşrapayı bana uzattığında suyu güllerin üzerine tuttum.

"Birazdan biter" dedim hâlâ sulamaya devam ederken. Gözlerini dikmiş bana bakıyordu.

"Hayır, ne zaman döneceksin? Sen ev işleri için değil ayaklarının üzerinde durabilmek için yaratılmış bir genç kadınsın."

Haklıydı ama tek darbede yıkılmamış bir genç kadındım. Etrafımdakiler bana defalarca vurmuş sonunda pes etmiştim. Öldürücü darbeyi de sevdiğim adamdan almıştım.

Sorusunu cevaplamadım, bahçeyi sulamaya devam ettim. Bir süre sonra içeri girdiğinde hâlâ bahçeyle oyalanıyordum. Burada şehirleşmiş hayatı unutmaya çalışmak için elimden geleni yapacaktım. Dönüp her şeyin nasıl daha da kötüye gittiğini izleyemezdim.

Dikenlerden biri elime battığında evin kapısı çalıyordu ama bahçedeydim. "Anne!" diye bağırdım acıyla. "Kapı çalıyor!"

Biraz sonra kapı sustu, kanayan parmağımdan dikeni kurtardım. Dişlerimin arasından inlemiştim. Evin bahçeye çıkan kapısından ayak seslerini duyduğumda başımı yukarı kaldırmadım. Annem olmalıydı, acıyan parmağım yüzünden sinirliydim. Güllere, bahçeye, dikkatimi dağıtan düşüncelere, her şeye sinirliydim. Jack'e, Angela'ya ve kendime oldukça sinirliydim.

"Lanet olası dikenler elime battı, anne!" dedim başımı kaldırmadan. Hareket etmeden karşımda dikildi, siyah spor ayakkabıları gördüğümde annem olmadığını farkettim. Hızla doğrulduğumda parmağımı tek eliyle kavradı. Bu Mert'ti, güzel yüzü tam burada duruyordu.

"Giderken neden benide götürmedin?" Yavaş, sinirden uzak ses tonuyla böyle söyledi. Kalbim durmak bilmezcesine göğsümde çırpınmaya başladı. Başını parmağımdan kaldırdığında gözlerimin en derinine baktı. Adını koyamıyordum, sinirli değildi. Ben dünyanın düzenine oldukça sinirliyken tüm sabrıyla buradaydı. Daha fazla düşünceye dalamadığımda tek bir an için dudaklarıma bakıp beni öpmeye başladı.

Kollarımı çoktan refleksle boynuna dolamıştım, günlerdir beni göremediği için tenime açtı. Benim içinde farklı bir durum sayılmazdı, onu öylesine özlemiştim ki durduk yere beni öpmesine ses etmiyordum. Sert öpüşüne karşılık veriyordum. Evimde, bahçemde tasasız öpüşüyorduk.

Ellerini kalçalarıma bastırdığında boynuna sardığım kollarımı sıkılaştırdım. Erkeksi kokusu burnumun dibindeydi ve ben bundan çok mutluydum. Günlerdir ilk defa gerçekten mutluydum. Geceleri adını sayıkladığım adam yanıbaşımdaydı.

Nefes nefese kaldığımızda dudaklarını geri çekti fakat hâlâ aynı yakınlıktaydık. Sadece bir milim kadar boşluk vardı. Anlını anlıma dayadı. "Sanırım," nefes almaya çalışıyordu. "Konuşsak iyi olacak."

Bir süre sonra odamdan üzerime kaşemi aldığımda çıplak ayaklarla deniz kenarında, plajda yürüyorduk. Mevsim yüzünden ortalıkta kimse yoktu, balık tutan bir kaç insan dışında sadece biz vardık. Annem, Mert'i buraya onun çağırdını söylemişti. Sebebi geceleri ağlamam ve ona olan sevgimmiş. Bazen bunaltıcı ve ısrarcı bir kadın olabiliyordu.

"Oturalım mı?" Dedi kumların üzerinde çıplak ayaklarla yürürken. Üzerinde deri ceketi, örme kazağı ve kot pantolunu vardı. Takımlarının üstünde olmadığını görmek farklı geliyordu ama onu sade haliyle görmek daha iyiydi. Sanki şuan tamamen bana aitti. Resmiyetten oldukça uzaktı.

Başımı sallayarak kumların üzerine oturdum. Dizlerimi kendime çektim, o da bağdaş kurarak yanıma çöktü. Bakışlarımız medcezir halindeki denizin derinliklerindeydi. Sessizliği bozan yalnızca suyun hışırtısıydı.

"Demek beni terkettin." Duru bir sesle en sonunda böyle söyledi. Kırılmıştı, bunu en başından beri biliyordum. Sanırım kendimi daha çok umursadığım için ne hissedeceğine aldırmamıştım. Jack'ten ne farkım vardı?

"Seni değil," dedim durumu düzeltmeye çalışarak. "Kendimi terk ettim. Olduğum kişiyi."

Bana bakmıyordu bile, alaylı bir gülümsemeyi suratına yerleştirip başını salladı. Kabullenemiyor gibiydi. "Neden beni aramadın? Öylece çekip gidemezsin, sorumlulukların var."

Sonunda bana döndüğünde gözlerimi kaçırdım. Neden onu aramadığımın cevabı çok netti. Çünkü benimle gelmek isterdi, beni şehirde tutmak isterdi. Ama dayanacak gücüm yoktu.

"Vogue sana güveniyor, Eylül. Senin zihnine, başarına-" iltifatlarını kesmek için elimi yukarıya kaldırdım.

"Vogue beni mahvediyor! Görmüyor musun? Jack, evleniyor. Tanrım! Aklım bunca şeyi almıyor, delirmek üzereyim. Evleniyor!" Bu kırık adama bağırıyordum. Gitmemin sebebinin başka biri olduğunu duyduğunda güzel yüzünde bir şeyler parçalandı. Evlilik fikrinin beni nasıl dağıttığını iyi biliyordu ama tekrar duyduğunda bunu kaldıramamıştı.

Sıkıca göz kapaklarını aşağı indirdi. "Bağırmak istememiştim, özür dilerim." Ses tonum daha nazikti.

"Yapamam, geri dönemem. Düğünü görmek istemiyorum, onlar eğlenirken ben savaşmak istemiyorum." Açıklamaya çalışıyordum. Başını anlamaya çalışıyormuş gibi salladı.

"Dünya isteklerimize göre dönmüyor, Eylül. Yani sevdiğin adam bir başkasıyla evleniyor diye hayalinin işini bırakıp gideceksin, öyle mi? Pekala, o zaman sözleşme imzaladığın Cosmopolitan çekimlerine yarın gitmezsin. Nasıl olsa sözleşmeyi ihlal ettiğin için ödeyeceğin paraya sahipsindir. Sonuçta Vogue'u bırakabiliyorsun, bu işe ihtiyacın yok. Öyle değil mi?"

Zihnime kocaman bir ışık tutmuştu. Çekimler için daha geçen pazartesi imza atmıştım, kapak kızı olmak kolay bir iş değildi. Yarın gelmediğimi gördüklerinde beni mahkemeye bile verebilirlerdi.

"Tanrım" diye inledim parmaklarımı şakaklarıma bastırarak. Lanet olası sorumluluklar!

"Geri dön," dedi ikna etmeye çalışan bir sesle. "New York'un, benim ve Vogue'un sana ihtiyacı var. Geç kalmış sayılmazsın, hemen dönebiliriz."

Sözcükleri beni omuzlarımdan tutup sarsmaya, asıl benliğime döndürmeye çalışıyordu. Gerçekten dönmeyi istiyor muydum?

"Onlar evlenirken elinden tutup, başını omzuma yaslayacağım. Bu süreçte asla yanından eksik olmam, asla. Kim olduğunu unutma, Vogue'u neden sevdiğini unutma." Sonra ellerimi avuçlarının arasına aldı. Vogue'u sevme nedenimi düşünüyordum.

"Ben küçük bir kızken," dedim ellerimize bakarak. "Okuldaki kızlar benden nefret ediyordu. Nedenini asla öğrenemedim, oğlanlar beni oyunlarına dahil etmeye çalışıyordu. Hatta bir tanesi defterimin arasına aptal el yazısıyla yazdığı bir mektubu sıkıştırmıştı." Tıksırır gibi güldüm. Dikkatle anlattıklarımı dinliyordu.

"Beni istemeyen kızlardan daha iyi giyiniyordum, yani sekiz yaşında bir kız çocuğu ne kadar iyi giyinebilir ki? Ayakkabılarımın renkleri ya da tokalarım formalarıma uymadığında okula gitmemek için direniyordum. Halam yurtdışında yaşadığı dönemde her ay bana Vogue gönderiyordu. Çikolata yerine moda dergisi. Vogue, benim için farklı bir dünya."

Küçüklük anılarımı yüzünde tebessümle dinlemişti. Söyleyecek başka bir şey bulamadığımda ufuk çizgisine daldım, bir eliyle saçlarımı okşuyordu. Dokunuşunun huzuruyla göğsüne yaslandım. Kokusunu tekrar duyabildiğim için şükrediyordum, beş gündür onu görememek kâbus gibiydi.

"Öyleyse geri dön ve bu acımasız dünyanın canına oku, Eylül Wilson. En büyük hayranın olacağım. Tekrar düşmene izin vermem, güven bana."

Ve beni yaşama döndüren sözler bunlar oldu. O akşam ailemle birlikte yemek yiyorduk. Halam ve Annem, Mert'tin geldiğine en az benim kadar sevinçliydi. Hatta pilavdan daha fazla yemesi için fazlasıyla ısrarcıydılar.

"Bırak, Meral. Çocuklar istediği kadar yesin." Babam, annemin evcil tavırlarını uyardığında istemeden gülümsedim. Evdeki son gecemdi. Kâbus dolu New York'a geri dönecektim ama Mert'in sözünü almıştım, evlilik sürecinde hep yanımda olacaktı.

Yemekten sonra valizimi toplamaya başladım. Mert, yatağıma oturmuş beni izliyordu. "Demek bu kadarcık eşya ile kaçacaktın, vay canına. Kıyafetlerin bu kadar mı?" Takıldığında yastıklardan birini suratına gönderdim.

"Yanımda hiçbir şeyi götürmek istemedim, yeni bir hayat kurmak istedim. Bilirsin." Kırmızı, sahte inci işlemeli tişörtü de koyduğumda valiz kapanmak için hazırdı.

"Bensiz bir hayat." Acıyla gülerek böyle söyledi. Bu adam benim yaralarımı sarabiliyordu ama ben nasıl ona ilaç olacaktım, hiçbir fikrim yoktu. Yatağın ucuna yürüdüm, usulca oturuyordu. Başını karnıma doğru yasladım.

"Özür dilerim, bebeğim."

Sözlerimi duyduğunda yüzünü iyice karnıma gömdü. Kollarını küçük bir oğlan çocuğu gibi belime sarmıştı, saçlarının kokusu duyduğum en güzel kokuydu. Bu adamı nasıl bırakıp gitmeyi düşünmüştüm ki?

"Topuklularını yanına aldın mı?" Birden başını çekip oturduğu yerden heyecanla böyle sordu. Aklına yeni bir fikir gelmiş gibi gözleri parlıyordu.

"Elbette" dedim kendimden emin bir tavırla. Maraton koşusuna bile gitsem bir çift topukluyu yanımdan ayırmazdım. Kocaman bir gülümsemeyi suratına yerleştirdi.

"Pekala," Karl Lagerfeld markalı saatine baktı. "Saat daha yedi buçuk. Hemen güzel elbiselerinden ve topuklularından bir tane seç, bu çok önemli." Ayağa kalkıp valizimi yatağımın üstüne taşıdı. Ah, topuklu giymek istemiyordum.

"Bir yere mi gidiyoruz? Bar falan istemiyorum."

Mürdüm rengi elbisemi üzerime doğru tuttuğunda böyle söyledim. Gözlerini devirmesine sebep olmuştum. "Ah, Eylül! Senin yaratıcı bir editör olduğunu kim söyleyebilir? Hayal dünyan oldukça sınırlı."

Alaycı bir tavırla bunları söylemişti. Kol uzunluğu dirseklerime gelen, diz kapaklarımda biten volenli mürdüm rengi elbiseyi yatağımın üzerine bıraktı. Krem renkli bir platform seçmişti. Bunları giyip makyaj yapmam için ısrar ettiğinde sıkıla sıkıla dediklerini yaptım. Ben giyinirken odadan çıkmamıştı ama arkası dönüktü.

"Beni her halimle sevdiğini sanıyordum." Giyinmiş saçımı bukleliyordum.

"Senin her haline bayılıyorum, güzelim. Benim için hiçbir sorun yok. Sadece günlük kıyafetlerle kötü hissedeceğini bildiğim için ısrarcıyım." Cevabı beni daha da meraklandırdı. Gideceğimiz yeri söylemesi için başının etini yediğimde "Makyaj yapma, jetimle gideceğiz. Giderken yaparsın" dedi ve çıkardığım eşyaları katlayıp valizi kapattı.

"Aman Tanrım," dedim şokla. "Şehir mi değiştiriyoruz?"

Cevabı sinsice gülmek olmuştu. Aileme veda ettiğimizde çoktan jetindeydik. Makyaj yapmak için koltuklardan birine oturup Chanel aynamı çıkardım. Ayaklarımı sehpanın üzerine uzattığımda kaldırıp kendi kucağına çekti. Şeftali renkli farımı sürerken yaptığı tek şey beni izlemekti.

"Dikkatimi dağıtıyorsun" dedim gülerek.

"Mesela neden senin odanda duran, sen sandalyende ya da çalışma masanda otururken, uzanırken, ya da uyurken seni bütünüyle gören mutlu bir dolap değilim? Neden değilim?" Ten rengine yakın rujumu sürdüğümde böyle söyledi. Dikkatimi mükemmel şekilde dağıtıyordu. Alıntı yaptığı kitabı biliyordum.

"Franz Kafka" dedim tebessümle. Dudakları beğeniyle yukarıya kıvrıldı.

"Milena'ya Mektuplar" diye ekledi. Bu, bana dağ evinde okuduğu kitaptandı. Gerektiğinde romantik gerektiğinde maço olmasına bayılıyordum.

Jetten inip siyah bir Auidi R8'e bindiğimizde İstanbul'a gelmiştik. Boğazın kenarından geçerken beni götüreceği yeri merakla bekliyordum. Buraya en son lise zamanında, okulumla gelmiştim. Anılar pek hoş değildi.

Arabayı havuzlu bir siteye çektiğinde "İşte geldik" dedi gülümseyerek. Kapımı açmak için arabanın etrafından dolaştığında siteyi inceliyordum. Topuklularımın üzerine indim ve soğuk yüzünden kaşeme sarıldım. Uzattığı eline parmaklarımı geçirmiştim.

"Nereye geldik, Mert?" Asansör tırmanırken sorduğum soru buydu. Ellerimiz birbirine kenetliyken aynada hoş bir hâl almıştık. Bir cevap vermedi, asansör dördüncü katta durduğunda geniş holde yürüdük ve bir daire kapısının önünde durduk.

Zile basarken şöyle söyledi; "Sevdiğim kadını ailemle tanıştıracağım."

İkinci çalışımızda kapıyı orta yaşlı, saçı ensesinden toplu bir kadın açtı. Mert'i gördüğünde gözlerinde ışık patlamaları geçti. "Hoşgeldiniz" dedi ve kapıyı araladı. Bana ve ellerimize bakıyordu.

Haber vermeden ailesinin yanına getirdiği için çok kızgındım. Böyle bir şey için fazlasıyla erkendi, sevgili bile değildik. Pekala, öpüşüyorduk, birlikte uyuyor, el ele tutuşuyorduk ama sevgili değildik.

Beni içeriye doğru çektiğinde "Elimi lütfen bırak" dedim yalvarır gibi. Ailesiyle tanışma işi zaten gergin bir olayken elimi tutması işi daha da berbat hale getiriyordu. Kısa bir an için yüzüme baktı ve itaat eder gibi yavaşça elimi bıraktı.

Ahşap zeminde topuklularım ses çıkarırken odaların birinden iyi giyimli, kıvırcık uzun saçlı bir kadın çıktı. Benden bile fit bir vücudu vardı, gözleri Mert'in aynısıydı.

"Ah, oğlum!" Heyecanla topuklularının üzerinde ilerleyip Mert'e sarıldı. Yakınlıklarını kıskanmamak elimde değildi. Sakin ol Eylül.

"Annecim, kim gelmiş?" Aynı odadan Elis çıktı. Arkasında da orta yaşlarda bir adam vardı. Kız kardeşi Mert yerine sevinçle bana baktı. "Hoşgeldin, Eylül!"

Ailede tanıdık birilerinin olmasına seviniyordum. Elis, bana birden sarıldığında düşecek gibi olsam da coşkusuna gülümsüyordum.

"Dikkat et, Elis." Mert'in ciddi ses tonunu duyduğunda geri çekilmek zorunda kaldı. Abisine göz devirip ona da sarıldı. Sonra tüm bakışların bana çevrildiğini farkettim. Birden kasırga çıkıp beni alıp götürmesini diliyordum. Bu lisede sözlüye kaldırılıp bilmediğiniz bir sorunun sorulması gibiydi.

"Bu Eylül, annecim. Eylül, bu da annem." Mert, gülümseyerek bizi tanıştırırken kadın elini uzattı. Parmağındaki yüzüğün Tiffany olduğunu biliyordum.

Anne sıfatından Emilie'yi tanıdığımdan beri korkuyordum. Bu kadın da biraz sert duruşluydu fakat Emilie'nin hiç yapmadığı bir şeyi yapıyordu, gülümsüyordu. "Ben, Aysun. Merhaba, hayatım."

Elini bekletmeden sıktım. "Merhaba, Eylül." Ses tonum kendimden emin çıktığı için şükrettim.

Babasıyla da tanıştıktan sonra oturma odasındaydık. Haluk Bey, ailenin geri kalanı gibi fazlasıyla sıcak bir insandı. Babamın ne işle uğraştığını, işimin nasıl gittiğini ve hangi okulda okuduğumu özenle sorup dinlemişti. Mert'in yanında oturuyordum, bir eli dizimdeydi. Konu Jack'ti ve biz mutlu rolü yapmaya çalışıyorduk.

"Ee, düğünleri ne zamanmış?" Elis, düğün haberinden sonra böyle sormuştu.

"Bu baharı planlıyorlar." Mert, gergindi. Konu ne zaman açılsa tekrar kaçıp gitmemden korktuğunu biliyordum.

"Vay canına, Jack bile evleniyor. Sen ne zaman düşünüyorsun, oğlum? Bence torun sevme vaktimiz geldi." Babası daha da mühim bir konuya parmak bastı. Onunda başkasıyla evlendiğini düşünmek mideme sert darbeler indiriyordu.

Babasının söylediklerinden sonra tüm aile sessizleşip gözlerini bana dikti. Başımı Mert'in eline doğru eğdiğimde kurtarıcım zor durumda olduğumu farketmişti.

"Henüz değil" diye gülümseyip geçiştirdi. Annesi de gerildiğimizi farkeder gibi konuyu değiştirdi.

"Emilie'nin asistanıydın değil mi, Eylül?"

Bakışlarımı bacaklarımdan kadına çevirdim. "Editör, asistanım." Gülümsemeye çalışıyordum. Dudakları beğeniyle kıvrıldı.

"Zor olmalı."

Bir kaç derin muhabbetten sonra uzun hava yolculuğumuz olduğu için kalkmıştık. Annesi ve babası bizi memnuniyetle geçirdi. Elis gittiğimiz için fazlasıyla üzgündü.

"Cosmopolitan çekimlerinde bol şans!" Şokla bu küçük kıza döndüm.

"Bunu nereden biliyorsun?"

"Hayran sayfandan." Sonra omuzlarını silkti. Muhtemelen tam anlamıyla artık ünlüydüm. 13 - 17 yaş aralığında küçük fanlarım falan vardı. Üstelik ünlü olmak fazlasıyla zor bir işken.

"Yani, şimdi ne olacak?" Birlikte New York'a uçarken kollarının arasında böyle söylemiştim. Sorum basitti, geri döndüğümde neyle karşılaşacağımı merak ediyordum.

Birlikte uçağın yatak odasındaki bölümde, geniş yatakta yatıyorduk. "Yarın birlikte Cosmopolitan çekimlerine gideceğiz, sonra hiçbir şey olmamış gibi Vogue'a gireceğiz ve kaldığın yerden rüzgar estirmeye devam edeceksin." Saçlarımı okşuyordu. Keşke her şey söylediği kadar kolay olsaydı.

"Ya düğünden sonra?" Gözlerimi tavandan çekip merakla ona döndüm. Suratındaki ifadeyi biliyordum, aklında bir şeyler vardı ama saklıyordu.

"Aslında bu sadece bir düğün olmayacak, şirket bazı kararlar aldı." Heyecanlanarak dirseğimin üzerinde durup ona tepeden baktım. "Ee?" Devam etmesini bekliyordum.

"Sakın arkadaşlarınla paylaşma, bu gizli bir bilgi. Düğünden sonra yani baharda Emilie'yi geçici bir tatile falan çıkarmayı planlıyoruz. Üst kademeden birilerini bir süreliğine yerine oturtacağız." Ağzım şokla açılmıştı.

"Neden?" Pekala, Emilie'ye son zamanlarda geniş çaplı bir nefret beslemiştim. Ama yine de o olmadan bir Vogue düşünemiyordum.

"Kafasını dinleyip kendini işe verebilmesi için, okuyucuların tepkisini de çözeceğiz. Onsuz daha iyi olup olmadığına bakacağız." Gayet basit bir şey gibi söylemişti. Onu omuzlarından tutup sarsmak istedim. Kendine gel!

"Aptal olmayın, onsuz bir Vogue düşünebiliyor musun? Hem yerine kimi getirebilirsiniz ki?" Sorum yüzünden derin bir iç çekti. Elini saçlarının arasından sıkıntıyla geçirdiğinde bir fikri olmadığını anlamıştım.

"Emilie'nin bu dergide pek çok yaveri var. Üst kademedeki herkes işte, bilemiyorum."

O an üst kademedeki elemanların arasına bende dahil olmak istemiştim. Sonuçta bir kaç ay boyunca Emilie'yi oynayacaklardı. Ama bunun gereksiz olduğunu farkettim, ben zamanında Emilie Anderson'a aşık küçük bir kız çocuğuydum. Şimdi oğluyla birlikte o da ellerimden kayıp gidiyordu.

Muhabbeti daha fazla uzatmadan göğsüne geri yaslandım. Bizi şimdiden bekleyen karmaşayı görmek zor değildi.

"Topuklu ayakkabıyı kim icat etti bilmiyorum ama kadınlar ona çok şey borçlu!" Bu söz Marilyn Monroe'ya aitti ve bu ayakkabılara olan aşkımı daha iyi anlatan bir söz olamazdı. Siyah renkli, üzerinde elmas gibi parlayan küçük taşları olan bir çift Louboutin'in üzerindeydim. Cosmopolitan için kapak kızı çekimlerindeydim. İç çekimler çoktan bitmişti. Stüdyodaydık, üzerimde tavus kuşunu andıran güzellikte bir elbise vardı. Baldırlarıma kadar uzanıyordu, dekoltesi bir hayli açıktı. Saçımı da becerikli eller sımsıkı at kuyruğu yapmışlardı.

"Seksice gülümse!" Fotoğrafçım böyle söylediğinde dediğini yapmaya çalıştım. "Güzel, çok güzel!" Yapabildiğim tek şey fotoğrafçının arkasında duran kurtarıcıma gülümsemekti. Yanımdan bir kez olsun ayrılmamıştı, kostümümü değiştirmek için dokunduklarında insanlara gösterdiği korkutucu surat ifadesini asla unutamayacaktım.

Röportaj kısmı Vogue'a verdiğim röportajdan daha rahattı. Emilie'yi karalama kampanyasına elbette destek vermemiştim ama sorulan sorular daha az baskıcıydı. Mesela sorulardan birinde "Emilie ile çalışmaya herkes dayanamaz. Sen bunun üstesinden nasıl geliyorsun?" diye sormuşlardı. "Gelemiyorum" diye cevaplasamda kayıtta olmadığımızı bildiğimden cevabımı değiştirmiştim. "O çok iyi bir kadın."

Tanrı aşkına, tamamen bir yalandan ibaretti. Daha şimdiden tatilimin nasıl geçtiğini, nasıl hissettiğimi sormadan emirler yağdırmaya başlamıştı. "Eylül, buraya git! Eylül, vazgeçtim. Gel! Kahvemin şekeri eksik, yenisi al!" İşte, Emilie Anderson ile çalışmak buydu. O günlerden birinde, Cosmopolitan çekimlerim bitmişti. Mert, beni arabasıyla Vogue'a kadar bıraktı ve dışarıdaki işleri için dergiye girmeden ilerledi. İşlerin içeriğini sormamıştım çünkü gün içinde dayanılamayacak kadar çok iş telefonu alıyordu. Fazlasıyla meşgul bir adamdı.

Çilekli yoğurt kasemin sonuna geldiğimde masamda oturup telefonlara bakıyordum. Jack, sonunda işe dönmüştü ama bir kez olsun konuşmamıştık. Burada olduğunu gördüğümde bir hiçmiş gibi davranıp yerime oturmuştum.

"Eylül!" İçeriden Emilie'nin sesini duyduğumda başta anlamını veremediğim bir tereddüt bulutu içine girdim. Jack, bana gitmem için tuhaf tuhaf bakıyordu.

"Eylül!" Patronumun sesi daha da şiddetlendiğinde küçük yoğurt kasesini masanın üzerinde bırakıp hızla doğruldum. Koşar adımlarla ofise girerken Jack'in tıksırır gibi gülmesini duymam zor olmamıştı.

İçeriye girdiğimde iki kadın ve boynunda Prada markalı bir fular taşıyan Jonathan vardı. Kadınlar fazlasıyla zayıftılar, Emilie birinin üzerine tüylü bir elbiseyi tutarken "Sende bizimle geliyorsun" dedi. Kimle konuştuğunu anlamadığımda Jonathan'a döndüm. Kaşlarını kaldırıp dudaklarını oynattı "Sana diyor."

Ah, pekala. "Ne-nereye, efendim?" Kadınların yanında kekeleyerek böyle söylemiştim. Emilie, arkasını dönmeden kızın saçına bir de şapka kondurdu. Gucci'nin sonbahar - kış koleksiyonundan olmalıydı, en azından defilelerde öyle görmüştüm.

"Bu gece konuşmama seni de ekledim, bir aile yemeği yiyeceğiz. Sekiz gibi konumunu atacağım yerde ol," Sonra omzunun üzerinden bakarak devam etti. "Güzel bir şeyler giy."

Emilie, hayatımın kırılan noktası olacak olan aile yemeği için böyle tekmil vermişti. Akşama doğru siyah kısa bir elbise giymiştim. Yalnızca göğsünün üzerinde leopar deseni vardı, straplezdi. Bu yüzden saçlarımı dalgalandırıp omuzlarımdan sarkıtmıştım. Mert, beni almaya geldiğinde üzerime yapay kırmızı kürkümü aldım ve uzun süredir beklettiğim jeepe bindim.

"Harika görünüyorsun, fıstık." Motoru çalıştırmadan önce böyle söylemişti, gülümsemeye çalışıyordum. Siyah takımıyla fazlasıyla iyiydi.

"Ama harika hissetmiyorum." Koltuğa yaslanıp yolu izlemeye başladım. Midem gerginlik yüzünden garip sesler çıkartıyordu. Aile yemeği, dedikleri şeyi tahmin etmek zor değildi. İçinde Angela'nın da bulunacağı bir davet olduğunu adım gibi biliyordum. Üstelik Emilie'nin yapacağı konuşma da bende vardım. Ne söyleyecekti acaba? Sürtük. Güzel tahmin.

Mert'in, kolumdan asla ayırmadığım bileziğini okşarken "Endişelenme" dedi sanki aklımı okumuş gibi. "Her şey fazlasıyla planlanmış, Angela'nın ailesi, Emilie'nin ailesi ve biz olacağız, sanırım şirketten Isaac de orada olacak."

Bombayı patlattığında bakakaldım. "Bu yemekte biz ne arıyoruz?"

Soruma karşılık samimice omuzlarını silkti. "İnan bana, hiçbir fikrim yok."

Yol boyunca oflayıp puflamıştım. Zorakiliklerden nefret ediyordum. İçimdeki sıkıntıyı uzaklaştırmak için radyoya ulaştığımda benden daha hızlı davranıp elini elimin üzerine koydu. Ani hareketinin sebebi için suratını inceliyordum.

"Eylül Wilson," dedi yola bakarak. Gözünü yoldan ayırmama sebebi hızlanan nefes alışları olabilirdi. Kontrolü kaybetmemeye çalışıyordu. "Sana bir teklifim olacak."

Arabayı yolun kenarına kırıp durdurdu. Gecenin bu saatinde otobanda öylece kalmıştık ve ben bu heyecanlı adamın ne yapmaya çalıştığını biraz olsun anlamıyordum. "Dinliyorum."

Arabanın tavanındaki ışığa ulaşıp düğmeye bastı. Artık birbirimizi daha net görebiliyorduk.

"Düğünden sonra çok şey değişecek." Dikkatle onu dinlediğimde böyle söyledi. Gülümsememe sebep olmuştu.

"Evet, eski sevgilim ayrılmamızdan daha bir kaç ay geçmeden başkasıyla evleniyor. Çok şey değişecek." Dalga geçer gibiydim ama içim kan ağlıyordu. Damatlıklar içinde Jack Anderson ve etrafa zaferle bakan Angela Becky Anderson. Tanrım, neden beni biraz daha sevmesine izin vermedin ki?

Başını gerçeklere itiraz eder gibi salladı. "Hissedeceğin tüm acıyı biliyorum, dağılmana göz göre göre katlanamam." Dudakları ağlayacak gibi aşağıya düştü. Bu sohbetin derin yerlere gittiğini biliyordum, koltuğumda kıpırdanıp iyice ona döndüm. "Düğünden sonra İngiltere'ye taşınacaklar, Emilie tatile çıkacak ve yönetime geçici olarak başka biri geçecek, tüm bunları aynı anda kaldırabilir misin bilemiyorum."

Omuzlarımı dikleştirdim, güçlülüğüm hakkında yanılıyordu. "Ben Emilie'ye direndim, yeni bir yönetimle de başa çıkabilirim."

Onaylaması gerekirken alayla gülüyordu. "Jack'in boş masası ve Emilie'nin yerini dolduran yeni kadının görüntüsü seni gerçekten üzmeyecek mi, Eylül?"

Kurtarıcım, sandığımdan farklı bir şeylerden bahsediyordu. Fazlasıyla duygusal, hissiyatlıydı. Üstelik haklıydı da. Jack'in gidişi ile tamamen boşalan masa kanımı dondururken, Emilie'nin tahtına oturan yabancı kadının görüntüsü beni mahvediyordu. İkisi de artık düşmanım sayılırdı ama sanki Vogue bir savaştan çıkmış, enkazının dumanları tütüyordu. Aklıma oturan tabloyu yalnız böyle yorumlayabilirdim.

Tüm bunlar gözlerimi doldurduğunda "Önerin nedir?" diyebildim. Gözlerim hareket etmeyen şeritlerdeydi.

"Buradan uzaklaşalım, New York'u bir süreliğine yok sayalım." Çılgın ses tonuyla söylediğinde göz yaşları boğazımdan geri süzüldü, şok içindeydim.

"Bir süreliğine derken ne demek istedin?"

Aklında bir rakam arıyordu, etrafa bakındı. Torpidoya, direksiyona, yolda kayıp giden arabalara. Sonra başını sallayıp bana döndü. "Bir kaç ay, ne kadar istersek. Burada her şey yoluna girene kadar şehri terk edelim."

"Sen çıldırmışsın," diyebildim yalnızca. "İşim ne olacak?"

Elbette bunu da planlamıştı. Gözlerinde gördüğüm kararlılığa inanamadım. "Blogunu gittiğimiz yerlerde tutarsın, toplantılara görüntülü kamerayla katılırsın. Emilie gittiğinde asistan olmana gerek kalmayacak, sadece editör olacaksın."

Haklıydı, Emilie'nin isteği üzerine asistanlığa devam ediyordum. Başka bir güç daha beni ayak işlerini yapmaya zorlayamazdı. "Yani Vogue için sorun olmayacak?"

Kibirli bir şekilde gülmüştü. "Derginin sahibi benim, Eylül. Evet, benim için hiç sorun olmayacak."

"Bilemiyorum," dedim en sonunda. "Nereye gideceğiz?"

Gözleri umutla parladı. "Nereye istiyorsak, dünyanın her yerine. Kabul ediyor musun?" Teklifi beni koca bir ikilemin içine çekmişti. Hiçbir şey hakkında fikrim yoktu. Jack evlenecekti, bende anılardan kaçacaktım. Koltuğuma yaslanıp düşünmeye başladım. Bir "Evet" çoğu şeyi değiştirebilirdi.

Heyecan dolu yüzüne tekrar baktığımda kurtarıcımın yine benim için direndiğini gördüm. Her zamanki gibi dünyaya gardını almış savaşıyordu. Tüm bu yenilgilerin sonucunda da yanımda bir tek o olmuştu. Düştüğümde kollarını açıp bekleyen, sabredip nasıl başka bir adam için aşk acısı çektiğimi izleyen yalnızca o vardı. Bu yüzden bir kez daha ona güvenmeyi tercih ettim.

"Pekala," dedim. "Düğünden sonra uzun bir yolculuğa çıkacağız, kabul ediyorum."

Sözlerimden sonra zafer çığlığı atmak yerine yavaşça yaklaşıp bana koltuğundan sarıldı, kucaklamasını karşılıksız bırakmamıştım. Gitmek bilmeyen üzüntüsünü farkındaydım. Angela ve Jack'i beyazlar içinde göreceğim zaman ne hissedeceğimi benden daha iyi biliyordu. Engellemeye çalıştığı şeyde buydu.

Yavaşça anlımdan öpüp beni bıraktığında motoru tekrar çalıştırdı ve restorana doğru ilerledik. Aile yemeği curcunasına fazlasıyla geç kalmıştık. Daniel adlı bir fransız restoranına giriş yaptığımızda Emilie'nin olduğu masayı görmek zor olmamıştı. En ihtişamlı, en büyük masa seçilmişti. Kırçıllı siyah kürküyle onu tanımamak zaten mümkün değildi.

Mert'in bir eli belimde ilerlerken uzun bacaklı garson kız önümüze geçti. "Alayım, monsieur." Fransız aksanıyla birlikte ellerini kurtarıcımın kaşesine uzattı. Resmen ona yiyecek gibi bakıyordu. Ah, Fransızların çekingen olduğunu kim söylemişti?

Bir koluna kaşeyi aldıktan sonra benim yapay kürküme uzandı. Suratındaki sahte gülümsemeden nefret etmiştim. Kürkümü seri bir şekilde çıkarıp kıza uzattım ve Mert'in koluna girdim. O benim, sürtük.

Onlara ilerlediğimizde tüm bakışlar bizim üzerimizdeydi. Emilie, Jack, Kevin, Isaac, tanımadığım yaşlı bir çift ve Angela. Beni Bugatti'si ile kaçırdığı o günden sonra onu neredeyse ilk görüşümdü. Düz beyaz uzun bir elbise giymişti, oldukça komik görünüyordu. Evleneceğini hepimiz biliyor olmalıydık, neden gelin gibigörünmeye çalışıyordu ki?

Herkesle el sıkışıp yerimize geçtiğimizde Emilie, yaşlı çifte beni tanıtmaya koyuldu. "Eylül, Mert'in kız arkadaşı. Aynı zamanda benim en sevdiğim asistanım. Eylül, bunlarda Angela'nın anne ve babası. Bayan Lucia ve Bay Mark."

Çifte "Merhaba" dediğimde Bayan Lucia'nın haddinden fazla genç olduğunu farkettim. Turuncuya çalan kızıl saçları vardı, Angela ve benim kadar genç görünüyordu. Herkes önüne döndüğünde Mert dikkatimi çeken şeyi farketmiş gibi "Üvey annesi" diye sessizce fısıldadı. Babası kadının yanında sırıtıyordu, sanırım elli yaşlarında falandı. Kel ve bıyıklı, üstelik göbekliydi de. Angela'nın suratını estetikle doldurmasına sebep olan şeyin genleri olduğunu anlayabiliyordum.

Gece ilerlerken şık bir tabakta portakallı ördek yiyorduk. Etin parçaları küp küp kesilmiş üstüne portakallar yuvarlak halde dilimlenmişti. İştahsızdım fakat masadaki herkes soluksuz yediği için bende yemeye çalışıyordum.

Sert eti kesmeye çalışırken Angela'nın masanın karşısından bana dik dik baktığını gördüm. Yanındaki Jack de bunu farketmiş olmalıydı, kızın çenesinden tutup yavaşça çevirdi ve ona gülümsedi.

"Neden böyle giyinmiş, herkes bilmiyor mu zaten?" Mert'e fısıldamıştım. Angela'nın gelinlik öncesi gelinlik elbisesini kast ediyordum. Bakışlarını benden çekip kızı süzdü, ne giydiğini fark ettiğinde tıksıracak gibi olsa da hemen şarabını içti.

"Tanrım, aptal olmalı. Bu masada evliliği bilen kimse yok. Yani sen, ben, Angela ve Jack dışında." Şaşkınlık ağzımı bir karış açmama sebep olmuştu. Kendimi tatlılar geldiğinde toparlayabilmiştim. Jack, bu mühim şeyi annesinden bile önce ilk bana söylemişti.

"Neden ilk duyanlardan biriyim?" Eski sevgilime bakarak, kurtarıcıma böyle sordum.

"Herkesin gözü önünde duymaktansa önceden haberin olsun istedik." Sonra çikolatalı suflesine döndü. Daha ne kadar acıtabilirdi ki? Duyacağım zamanın pek fazla önemi yoktu. Sadece çekeceğim acının ön gösterimini yaşıyordum.

Tatlılar, konuşmalar ve boş sohbetler bittiğinde Emilie, kadehiyle birlikte ayaklandı.

"Gecenin önemini anlatan bir konuşma yapmak istiyorum," Suratında heyecanını yansıtan derin bir gülüş vardı. Boğazını temizledi ve kırmızı şarap kadehini göğsünün biraz ilerisinde tuttu. İşte sabahtan beri beklediğim o sahne gelmişti.

"Bu masada biriktirdiğim yıllarımın meyvesini görüyorum. Jack, Angela ile çok mutlusun. Canım oğlum, umarım hayatın boyunca bu mutluluk daim olur. Keşke bu güzel günleri babanız da görebilseydi." Jack'e aptal bir sırıtış gönderdiğinde bir gösterinin döndüğünün farkındaydım. Bildiğim kadarıyla vefat eden kocasına dair kalbinde ufak bir sevgi kırıntısı bile taşımıyordu. Dikkatlice onları izledim.

"Aynı zamanda Mert, sende benim oğullarımdan biri gibisin. Yanında oturan bu güzel kızı ne kadar sevdiğinin farkındayım. Aşkınız daim olsun çocuklar." Sevgili olduğumuzu ilan ediyordu fakat ortada bir şey yoktu. Eylül'ü Jack'ten Daha Ne Kadar Koparabiliriz? Propagandasının bir parçasıydı. Kurtarıcım, masanın altından elimi sıkıca dayanmam için tuttuğunda Emilie'ye gülümseme zahmetinde bile bulunmamıştım.

"Kadehimi çocuklarımın geleceği için kaldırıyorum. Şerefe!"

Daha sonra herkes gibi bende kadehimi tokuşturdum. Kadehler havada uçuşuyordu. Emilie yerine oturduğunda gülüşmeler ve tokuşan bardak seslerinden başka bir şey yoktu. Biraz sonra karşımda olduğu için dudaklarını okuyabilmiştim. Masanın diğer tarafındaki Jack'e "Zamanı geldi" diye sessizce emir verdi.

Neler döndüğünü anlayamadığımda eski sevgilim tıpkı annesi gibi ayağa kalkıp usulca boğazını temizledi. Her ne kadar benzemediğini söylese de Emilie'nin bir kopyasıydı. Hem acımasızlık, ukalalık, kendini beğenmişlik yönünden hem de davranış bakımından birbirlerinden hiç de farklı değillerdi.

Masadan tatlı kaşığını alıp bardağına vurdu. Masa sustuğunda herkes ona dönmüştü.

"Sevgilim," dedi ve Angela'nın önünde dizlerinin üzerine çöktü. Anlam veremediğim gülüş suratının ortasına yayılıyordu. "Yunan mitolojisine göre insanlar dört kol, dört bacak ve iki yüzü olan bir kafa ile yaratılmıştır. Aşk tanrısı Zeus, onların güçlerinden korkarak hepsini ikiye ayırır ve hayatları boyunca diğer yarılarını aramaya mahkum eder. Diğer yarılarını bulunca da aşık olur, sonsuza kadar birbirlerini tamamlarlar."

Yunan tanrısı, Yunan mitolojisinden bir hikaye anlattığında tüm masa onu sessizce izliyordu. Üstelik sadece bizim masamız da değildi, tüm restoran gözlerini bu yakışıklı ve bencil adama dikmişti. Beklemeden devam etti. "Bugüne kadar Tanrı'nın bizi buluşturmadığı her an için öylesine mutsuzum ki. İyi ki artık yanımdasın, evlen benimle. Benimle evlenir misin, güzelim?" Sonra takımın cebinden bir Cartier kutusu çıkarıp kıza doğru açtı. Angela, ellerini şokla ağzına kapatmıştı. Bense hareket etmeden duruyordum. Sanırım yine kilitlenmiştim. Basit bir tektaştı, basit evlilik cümleleriydi. Klasik bir yemekte klasik laflar edilmişti.

Bunu yine de benim önümde mi yapmak zorundalardı? İçimdeki acıyı sanki daha çok ateşe vermek için hazırlanılmış özel bir gösteri gibiydi.

"Evet, binlerce kez evet!" Bayan Kaçık Botoks Suratlı, deli gibi çığlık atarak çocuğun boynuna dolandı. Tüm restoran onları alkışlıyordu. Ben ve Mert haricinde de tüm masa onlara eşlik ediyordu.

"Bebeğim" dedi usulca. Tırnaklarımı eline geçirdiğimi o an farketmiştim. Yavaşça çekip özür diler gibi baktım, sırtımı sıvazlamıştı. Sonra dikkat çekmemek için alkışlamaya o da katıldı. Sadece izliyordum, aşkımın gözlerimin önünde nasıl gittiğine bakıyordum. Ne savaş, ne oyun, hiçbir şey yoktu.

Herkes mutluluklarını kutlarken Mert de ayağa kalktı. Eski dostuna, Jack'e sarılıyordu. Bu belkide beni ona resmi bir şekilde artık bıraktığı için teşekkür sarılmasıydı.

Emilie, masanın karşısından bana dik dik baktığında dikkat çekmemek için yavaşça ayaklandım ve Angela'ya sarıldım. Beni kucaklarken sinsi gülümsemesi orada duruyordu. Bu kızın tedaviye ihtiyacı olduğunu kim söyleyebilirdi ki?

Kucaklama bittiğinde herkes gülüşmelerin arasından Jack ve beni izledi. Sarılmamızı bekleyen topluluğu es geçip yerime oturmak istesem de geceyi mahveden kişi olmayacaktım. Derin bir nefes alıp suratıma güçlü bir gülümseme taktım. Güçlü ol, diyordum içimden. Gözünü kırpmadan seni yaralayan adama karşı güçlü ol, kızım.

Sonra vücutlarımız yunan tanrısıyla birbirine dolandı. O an için tüm sesler bir uğultudan ibaretti, duyduğum tek şey aldığı düzenli nefeslerdi. Belime sıkıca kollarını doladığında kulağıma yaklaştı ve şöyle söyledi; "Özür dilerim."

Geri çekildiğimde yaptığım tek şey gözlerinin derinine bakmak oldu. Bu yalnızca ikimizin duyabileceği sessiz bir konuşmaydı. Dudaklar oynamadı ama gözler anladı. "Çok geç."

Sarılma Mert'in beni geri çekmesiyle bittiğinde ikimizde dağılmış bir şekilde yerimizde oturuyorduk.

Continue Reading

You'll Also Like

62.4K 841 9
'Işık, ışığım canını yakmak istemiyorum bugünün güzel geçmesini sağla ve bana geleceğin yolları kısaltmaya çalış bebeğim akşam sizdeyim bana söylemek...
196K 10.6K 23
❝ Konserdeki Sevgilim: Mine, üç ay. Konserdeki Sevgilim: Sadece üç ay çıkıyormuş gibi davranacağız. Konserdeki Sevgilim: O kadar. Siz: Üç ayın sonun...
820K 34.6K 50
30-50k izlenen Yağız her gün yayın açar, Sohbet eder ve korku oyunları oynar. Işıl ise o yayıncıya aşık bir kızdır. Işıl habire yağıza Instagramdan y...
360K 1.6K 49
seks hayatın bir parçası...