Eylül

By siyahkuu

17K 599 340

New York'un tüm ışıkları penceremin altında süzülüyordu. Topuklularımı çıkarmadan yatağıma atladım. "Sanırım... More

Birinci Bölüm
Üçüncü Bölüm
Dördüncü Bölüm
Beşinci Bölüm
Altıncı Bölüm
Yedinci Bölüm
Sekizinci Bölüm
Dokuzuncu Bölüm
Onuncu Bölüm
On Birinci Bölüm
On İkinci Bölüm
On Üçüncü Bölüm
On Dördüncü Bölüm
Röportaj
On Beşinci Bölüm
On Altıncı Bölüm
On Yedinci Bölüm
On Sekizinci Bölüm
On Dokuzuncu Bölüm
Yirminci Bölüm
Yirmi Birinci Bölüm
Yirmi İkinci Bölüm
Yirmi Üçüncü Bölüm
Yirmi Dördüncü Bölüm
Yirmi Beşinci Bölüm
Yirmi Altıncı Bölüm
Yirmi Yedinci Bölüm
Yirmi Sekizinci Bölüm
Yirmi Dokuzuncu Bölüm
Otuzuncu Bölüm
Otuz Birinci Bölüm (Final)
Teşekkürler
Yeni Yıl
Otuz İkinci Bölüm
Otuz Üçüncü Bölüm
Otuz Beşinci Bölüm
Otuz Dördüncü Bölüm

İkinci bölüm

848 29 2
By siyahkuu

"Sahne ışıklarının bir kızın görünüşünü gölgeleyebilecek kadar keskin hatları vardır." Diyordu Audrey Hepburn, benim sahnem bu hafta başlayacağım yeni işimdi. Bir asistan olarak başlamak belki de basamakların en alt kısmıydı ama henüz yürümeden koşmayı öğrenemezdim.

Emilie Anderson'un asistanlığını yapmak, içimdeki moda tanrıçasını heveslendiriyordu. Geceleri yatağıma yattığımda, ne kadar yorgun olursam olayım sabah ne giyeceğimi düşünürken uyuya kalıyordum. Okulumda spor ayakkabı ve babetten başka bir şey giymek istemediğim günleri hatırlıyordum, işe her gidişimde yeni bir topuklu giyiyordum. Kesinlikle daha fazlasına ihtiyacım vardı!

Sahne demişken, sanırım bu kısımda 'Görünüşümü Gölgeleyen Işıklar' da Jack oluyordu. Bana yardım mı etmek istiyor yoksa beni dergiden attırmak mı istiyordu? Bilemiyordum. İş görüşmesinden sonra bana bütün ofisi bir solukta gezdirmişti, aklıma takılan bir sürü soru olsa da soğukkanlı tavrı sayesinde ona hiçbir şey sormak istememiştim.

Bütün hafta asistanlığa kabul edilebilmek için Emilie'nin ayak işlerini yaptım, Jack onunla birlikte fotoğraf çekimlerine, toplantılara katılabiliyordu. Ajandasını ayarlayıp, telefon bağlarken ben de üçüncü sokakta ki Starbucks'ta Emilie'nin büyük boy Caramel Macchiato'su için sıra bekliyor oluyordum. Cuma günü köpeklerinin aşısını yaptırmak için onları veterinere bile götürmüştüm, neden iki asistana ihtiyacı olduğunu henüz yeni farketmiştim. Dergi, Vogue'un önemli işleri ve Emilie'nin önemli işleri olarak ikiye ayrılıyordu.

Ve bilin bakalım, ayak işleri de kime düşüyordu? Ama bundan şikayetçi değildim, bu yorgunluk bana iyi geliyordu. Güzel elbiseler ve topuklular içinde kendimi işe yarar biri gibi hissediyordum. Emilie haftanın son iş gününde ona akşam 7'de mozzarella pizza bulduğum da bana "İşe alındın, pazartesi günü geç kalma." Demişti. Jack bunu akşam yemeğimizi yerken "Azmini sevdi" olarak tanımladı.

Evet, onunla kafeterya da bir akşam yemeği yemiştik. "Sanırım, azmini sevdi" demişti sandviçinin arasından, saçlarının güzelliğine bakarken kelimeler beni böldü. Sarıya yakın kumral saçları, biraz yuvarlak yeşil gözleri vardı. Onlara baktığımda gerçekten içimi okuyabildiğini düşünüyordum, sivri yüz hatlarına dokunma isteğimi zar zor bastırıyordum. Ne kadar yakışıklı olursa olsun, gün içindeki ukala tavırları bana onunla ilgili güzel olan her şeyi unutturuyordu. İlk sabah karşılaştığımız partiden hiç laf açılmıyordu, konuşmalarımız genellikle "Emilie bunu istiyor, tamam" gibi şeylerle başlayıp bitiyordu. Yani azmimle ilgili yaptığı bu yorum, ilk gerçek konuşmamızdı.

"Emilie'nin öngörüşlü biri olduğuna inanıyorum," Bu ne anlama geliyor? dercesine bana bakıyordu, çocuğun hiç kitap okumadığına inanmaya başladım. Göz devirerek ekledim "Onun için bütün hafta koşturdum ve bunu hakettiğimi anladı." Yemeğe devam ettim. Boğazını temizleyip püskürürcesine güldü, onu bu kadar ukala yapan neydi?

"Onun için koşturmak senin görevin." İşte bundan bahsediyordum "Ve lütfen bir kez daha gözlerini devirme, gözlerin gerçekten çok güzeller." Kırılma noktasından sonra da bana iltifat ediyordu.

"Aslında bakarsan, onun için koşturmak senin de görevin. Hatta buradaki herkesin görevi bu." Üsteleyip yemeğimin son kısmını ağzıma attım.

"Çaylak olan sensin," ayağa kalkarak kül tablasının altına 5 dolar sıkıştırdı. Kendi sandviçini ödüyordu, bir kızınkini de ödeyecek kadar centilmen biri değildi. Üstelik beni yalnız yememek için kullanmıştı. Arkasını dönüp giderken ekledi "Arkadaşım Bar10'da bir parti veriyor, eğer gelmek istersen bu salı orada ol. Partileri seviyor gibi görünüyorsun." Sonra ağzının kenarıyla gülerek öylece ilerledi. Beni gerçek bir partiye davet etmişti ama ciddi anlamda bok gibi davranıyordu. Dengesizin tekiydi.

Onu çözmeye çalışırken Selena'nın kucağıma koyduğu penye bej elbiseye bakakaldım. Gerçekten güzeldi, bu hafta ondan bir kaç kıyafet ödünç alacaktım. Bir süre vermemek üzere de olabilirdi. Yakın arkadaşlar bunun içindir, üstelik yakın arkadaşımın bir kıyafet odası varken!

"Gerçekten dalgın görünüyorsun" dedi Ashley, onu geçen hafta parti sabahı bırakıp gittiğimi sanırken aslında beni yalnız bırakan oydu. Bu yüzden ona biraz kırgındım, gece üç gibi sevgilisi Tom'un evine gitmiş ve bana söylememişti. Bunun için defalarca özür dilese de fazlasıyla kırılgandım.

Sinirimi yatıştırarak omuz silktim ve kucağımdaki elbiseyi denemeye başladım.

"Ee, dergi de yakışıklı çocuklar var mı?" Selena bir de yeşil ceket çıkarmıştı, ona kıkırdadım. Hayır, tatlım. Dergi de gerçek anlamda yakışıklı adamlar var. Ve ben ne halt edeceğimi bilmiyorum.

"Eh, yok diyemem." Elbise üzerime oturmuştu, açıklığını kapatmak için yeşil blazerı ceketi üzerime geçirdim.

"Mert Borak'ı hiç gördün mü?" Dediler bir ağızdan, asansör maceramı onlara anlatmalı mıydım? Belki de bana inanmazlardı. O günden sonra onu hiç görmemiştim. Önemli toplantıları oluyordu ve genelde dergide pek bulunmuyordu. Vogue, onun için bir kaç işten yalnızca biriydi. Gerçek bir iş adamıydı.

"Aslında" dedim yeni sandaletlerimi denerken "Asansörü kaçırırken kapıyı tuttu ve bana 'Canım' diye seslendi." İkiside 'Aman Tanrım' suratıyla bana bakıyordu. İnanmayacaklarını biliyordum!

"Ama biri daha var" diye devam ettim. Jack'in aklıma süzülen görüntüsünü unutmaya çalıştım. Acaba şuan ne yapıyordu? Telefon numarası bile yoktu fakat beni bir partiye davet etmişti.

Ashley oturduğu yerden neredeyse bağırdı "Adı ne?!" Tepkisine gülmüştüm. Belki de bana Emilie'nin oğlu olup olmadığını söyleyebilirlerdi. O zaman çocuğun ukala tavrının sebebini anlayabilirdim.

"Adı Jack, birinci asistan. Beni Bar10 da bir partiye davet etti." Heyecanlanmamaları için elimi kaldırdım "Durun, sandığınız gibi değil." Selena üstüme atlayacak gibi olmuştu, hayır bu bir flört değildi.

"Bekle biraz, Jack dediğin... Anderson olan?" Evet, tatlım! Tahminim doğruydu.

"Bilemiyorum, oğlu o olabilir mi?" Diye sordum kuru bir sesle. Umrumda değilmiş gibi yapsam da umursadığım bir gerçekti.

"Yeşil gözleri ve harika bir vücudu varsa, kesinlikle." Dedi Selena. Onu tanıyordu. Peki bu yakışıklı, kibirli ve zengin adam beni ne diye partiye davet ediyordu?

"Beni niçin partiye çağırıyor ki, ilgileniyormuş gibi görünmüyor." Mırıldanmıştım. Ceketi çıkardım ve elbiseye aynada tekrar baktım, yansımam güzel görünüyordu.

Selena ayağa kalkıp omuzlarımdan tuttu "Kızım, şu güzelliği görmüyor musun? Aynayı işaret etti. Koyu siyah uzun saçlarım, beyaz bir tenim ve mavi gözlerim vardı. Güzel bir kız olduğumu düşünenlere rağmen kişiliğimle öne çıkmayı tercih ederdim ama evet, aynadaki şu düşünceli kızı görüyordum.

"Oraya yalnız gitmek istemiyorum." Diye söylendim. Belki de gitmemeliydim. Ne giyeceğim hakkında en ufak fikrim yoktu. Ashley "Galiba seninle geleceğim" diyerek göz kırptı. İçimden sevinç çığlıkları atsam da sadece gülümsedim.

Belki Tom da bize katılırdı ve olası bir ekilmeye karşı ayakta dururduk.

Heyecanla salı gecesini beklemeye başlamıştım...

Haftanın ilk iş gününe hazırlanıp evden çıktığımda penye elbiseyi ve yeşil ceketi giymiştim, saçlarıma erkenden kalkıp havalı görünmek için bukle yapmıştım. Fresh bir makyajla gerçekten güzel görünüyordum. Bu masal kızı görüntümü bindiğim metro elbette bozuyordu. Fakat katlanmak zorundaydım, evimin kirası için bütün sene babamdan para istemiştim ve daha yeni bir iş bulmuştum. Ondan bir araba isteyemezdim.

Çalışıp kazanana kadar, metroda sürünmeye devam edecektim. Ve elbette, ayakkabılarıma basan insanları iteklemeye!

Ofise varıp yerime oturduğumda Jack orada değildi, pek de umursamamıştım. Starbucks'tan hızlı bir şekilde Emilie'nin kahvesini alıp incelemesi gereken tüm dosyaları masasına a-z düzeninde yerleştirmiştim. Şimdi de sabah kahvaltımı, çilekli yoğurdum ve portakalımı yiyerek derginin son sayısı eşliğinde yapıyordum.

Bu ay kapakta Rihanna vardı, esmer teni Herve Leger bir elbiseyle süslenmişti.

Sayfaları karıştırırken birden ofis telefonu çaldı ve hemen açtım. "Evet?" Portakal dilimlerimi yanağımın sol kenarına topladım ve tıkanmamak için dua ettim.

Emilie düz bir sesle kendi ofisinden "Loreal, 10 numara açık sarı saç boyası. Hemen!" diyerek siparişini verdi. Tanrı aşkına! Telefon ben ağzımdakileri bitirmeden kapanmıştı. Acele etmeliydim, gerçekten geç kalmaya tahammülü yoktu. Çantamı aldığım gibi ofisten fırlayıp markete doğru hareket ettim.

Markette bulamayınca, doğu yakasındaki bir AVM de Watsons'a vardım, sonunda bulabilmiştim. Bir kaç dakikaya kadar geri dönmem gerektiğini bilsem de Watsons'tan çıktığımda H&M'nin vitrinine takılı kalıp içeri girdim. Gerçekten kalabalıktı, bu insanların hiç işi yok muydu bilemiyordum. Yarın geceki parti için güzel bir şeylere ihtiyacım vardı.

Mavi boyundan bağlamalı ipli bir bluza bakarken biri omzumun üstünden seslendi

"Gözlerine çok yakışacağına eminim." Mert Bey, bana kocaman gülümsüyordu. Tanrım, bu kadar zengin bir adamın burada ne işi vardı ki? Gözlerime inanamamıştım.

"Ah, siz burada..." Diye gevelediğimde eliyle diğer bölümdeki genç bir kızı gösterdi. Omuzlarına kadar uzanan hafif sarı saçları vardı, pembe renkli bol bir elbise deniyordu. Etrafında döndü ve Mert'e doğru baktı. Yeni kız arkadaşı olabilirdi, bunun neden beni afallattığını bilmesem de kızarmıştım.

"Kız kardeşimle alışveriş yapıyorum" Ah, elbette kız kardeşindi.

Kıkırdadıığımda zerindekileri o zaman farketmiştim. Siyah bir pantolon ve lacivert bir t-shirt, göğsünde takılı ray-benleriyle çok genç görünüyordu. Geç kaldığımın farkına vardığım zaman bluzu bırakıp geri geri yürümeye başladım.

"Size iyi eğlenceler, işe dönmem gerekiyor." Sadece başını sallayıp gülümsedi. Bu adam insanın için rahatlatan pozitif bir enerjiye sahipti.

Telefonum çaldığında koşar adımlarla alışveriş merkezinden çıkmaya çalışıyordum. Onu tekrar tekrar, asansördeki gibi öylece bırakıp kaçıyordum.

İşe döndüğümde ofisin kapısında Jack beni bekliyordu, maraton koşucusunu bekler gibi bir hali vardı.

"Tanrı aşkına, nerede kaldın?" Diyerek elimdeki poşeti çekiştirdi. Saç boyası nasıl bu kadar önemli olabilirdi ki? Bu renk, o bıraktığım mavi bluza değmiyordu bile. Somurtarak poşeti eline tutuşturdum ve yerime geçtim. Oturduğumda içeri gitmek yerine beni izliyordu.

"Sorun ne?" dedi.

"Hiçbir şey, sadece yorgunum." Başımı salladım, problemim neden onu ilgilendiriyordu bilmiyordum. Daha geçen gece beni kafeterya da öylece bırakıp gitmişti ve şimdi de kabaca beni azarlıyordu. Kibar olmanın ne demek olduğunu bile bilmiyordu.

Söylenerek "Bir kase yoğurtla elbette yorulursun" dedi ve boyamı götürmeye gitti. Bu adamın ukala kafasını bir gün topuklularımla ezecektim ama o güzel saçlarına dokunduğumda fikrim değişebilirdi. Belki de onun partisine falan gitmemeliydim, ayaküstü öylesine davet edildiğim bir partiydi ve kesinlikle oraya gitmemi haketmiyordu. Zaten giyecek bir şeyim de yoktu. Bugün o bluzu alabilsem siyah mini etek ve bootilerle gerçekten güzel olabilirdi.

Ama önemi yoktu, nasıl olsa şuanda karşı masamda oturup beni çaktırmadan süzen adamın partisine gitmeyecektim...

Salı gününü de normal bir rutin ile bitirip çoktan eve varmıştım. Pijamalarımı giymiş Ellen'ı izliyordum. Ashley ve Tom yan koltukta sarmaş dolaş yatıyor vakit öldürmeme eşlik ediyorlardı. Jack'in partisine gitmeyi aklımdan çoktan çıkarmıştım. Bugün işten erkenden çıkmıştı ve yüzüme dahi bakmamıştı. Böylesi ikimiz içinde iyi olacaktı, ona olan saçma ilgimi öldürmek için elimden gelen her şeyi yapacaktım. Mesela aklıma geldiğinde müziğin ya da televizyonun sesini sonuna kadar açmak buna dahildi.

Şuan olduğu gibiydi.

Ashley durduğu yerde kıpırdanarak "Partiye gerçekten gitmiyor muyuz?" diye sordu. Aklımdan çıkarmaya çalıştıkça bana dün geceden beri partiyi hatırlatıyordu. Umursamadım.

"Havamda değilim." Bu bir gerçekti.

"O barı biliyorum, çok eğleniyorlar" dedi Tom, hayır. Bu fikirlerin hiçbirine kanmayacaktım. Televizyonun sesini daha da açarak onları dinlememeye devam ettim. Mısır gevreğinden biraz daha kaşıkladım.

Dakikanın onda biri kadar süre sonra kapımız çalıyordu. Karşımdaki çift yiyişmekte olduğu için kalkıp kapıya baktım. Gelen kuryeydi. Adamın elinde siyah, mavi kurdeleli bir hediye paketi vardı.

"Eylül... Wilson?"Adımı zor telaffuz etmişti. Heyecanla kafamı salladım ve paketi alıp bir imza attım.

Tanrım, bana kim hediye gönderirdi ki?

Koltuğa çabucak oturduğumda paketi açıp açmamakta kararsızdım. Bu güzel kutulu hediyeyi bir ömür boyu saklayabilirdim, kim tarafından olursa olsun çok ince bir şeydi.

"Eylül! Bakmayacaksan açıyorum?" Ashley, yanımda bitmişti. Kurdelenin üzerinde güzel yazılı bir not vardı

"Mavi, bir renkten daha fazlası.

Sonu olmayan bir gökyüzü, umut dolu bir deniz. Güzel günlerde giy.

Mert Borak."

Küçük dilimi yutmak üzereydim, patronumun patronundan bir hediye alıyordum. Kutuyu açtığımda H&M'de ki o güzel bluz gözümün önündeydi. Mavi... Mavi, umut dolu bir denizdi. Bu kelimeler o kadar çok şey ifade ediyordu ki.

İlk başta bana ilgisi olduğunu düşünsem de onun kim olduğunu, benim kim olduğumu kendime hatırlattım.

"Kızım, bu adam sana abayı yakmış!" Tom da öbür yanımda bitmişti.

"Bunu kabul edemem." Diye mırıldandım ellerimin arasındaki bluza bakarak.

Pahalı bir şey olmasa da, anlamı gerçekten fazlaydı. Bu adam ne diye bu kadar inceydi ki?

Belki de ben saçmalıyordum. Abartıyordum. Bu bluz için bir fikrim vardı, arkadaş canlısı bir adam olabilirdi. O günde söylediği gibi bana yakışacağını düşündüğü için göndermiş olmalıydı.

Hiç durmadan bluzu alıp odama giyinmeye gittim. Tam bir saat sonra ofiste düşündüğüm kombinle birlikte aşağıdaydım. O partiye gidecektim ve Jack'e gününü gösterecektim.

Ash ve Tom'u da yanıma alıp, mavi bluzum, siyah dar mini eteğim, bootilerim ve kırmızı rujumla birlikte bara gidiyordum. Onu önemsemeyecektim, Jack'i kesinlikle umursamayacaktım. Bana bir adım ilerlediğinde tekrar on adım geri koşuyordu, dengesizliğinden sıkılmıştım.

Bara girdiğimde gerçek bir parti vardı, yüksek sesli müzik şimdiden kulaklarımı çınlatıyordu. Arkadaşlarımla birlikte bir masada durup bir kaç tekila içtim. Etraf bulanıklaştığında dans etmeye hazırdım. Her yer daha renkli, her şey daha eğlenceli geliyordu. Tom ve Ashley öpüştükleri için beni pek umursamıyordular. Bende dans ederek kalabalığın arasına karıştım.

Nerede olduğunu bilmediğim, beni buraya davet eden adama gerçekten teşekkür ediyordum. Kendi başıma, gayet eğleniyordum!

Bir süre sonra DJ kabininden bir adam konuşmaya başladı. "Bayanlar baylar, bu yazın en güzel partisine hoş geldiniz. Bu parti can dostum Jack Anderson için, çığlık atmayın kızlar!" Ve yanındaki ukala ile birlikte gülüşmeye devam etti. Bir ara beni gördüğünde gözlerimin içine baktı. Jack'in yeşil gözleri daha buradan içime işlese de onu kesinlikle umursamıyordum. Ya da ben öyle sanıyordum, bunu anlayamayacak kadar sarhoş olduğumda ona arkamı dönüp dans etmeye devam ettim. Beni gördüğünde gülüşü durmuştu, sanırım gerçekten de buraya geleceğimi düşünmüyordu.

Öyle yapsam daha mı iyi ederdim bilmiyordum ama söz ağızdan bir kez çıkmıştı ve işte, buradaydım.

Bir kaç erkek etrafımı sardığında hiçbir şeye aldırmadan dans ediyordum. Zaman kavramını unutmuş gibiydim. Fonda Aaron Smith - Dancin çalıyordu, hareket ederken gerçekten eğleniyordum. İstediğim, sevdiğim şey tam olarak buydu. Sabahları o iş kadını, stil sahibi genç kız imajına bürünüp geceleri kendimi kaybetmek. Bir erkeğe, hiç kimseye ihtiyacım yoktu. Onun ilgisini kesinlike istemiyordum.

Arkamdan sarılan bir kol düşüncelerimi böldüğünde gözlerimi hızla açtım ama dans etmeyi kesmedim. Bu her kimse birlikte uyumla dans ediyorduk. Bir kolu belimdeydi, bir eli de saçlarımı geriye kulağımın arkasına attı. Onunla ruh eşimmiş gibi durmadan hareket ediyordum.

Güzel kokusunu bu ortamda bile hissetmek mümkündü.

Ağzını kulağıma yapıştırdı. "Tanrım, sen gerçek misin?" Müthiş ingiliz aksanıyla konuştuğunda Jack olduğunu anlamıştım. Ona hızla döndüm, çarpık gülüşü beni olduğum yere sabitlemişti. Ellerini kalçama koyarak dans etmeye devam etti, gözlerimin içine büyülenmiş gibi bakıyordu.

"Buraya senin için gelmedim." Diyerek ritme uydum, ona meydan okuyordum. Kollarımı boynuna sararak iyice yaklaştım.

"Ama ben senin için buradayım." Beni kendine biraz daha çekti. Ayaklarım karıncalaşmıştı, alkol ve Jack Anderson etkisi bana hiç iyi şeyler yapmıyordu.

Uyuşan beynimdeki sesi tekrar yankılandı. "Senin için buradayım", ondan duyduğum en güzel hatta en şaşırtıcı cümleydi.

Hiçbir cevap vermeden öylece suratına baktım. Dergide ki herifle bu adamı tanıyamıyordum. Belki de fazla içkiliydi ama bu halini her şeye tercih ederdim. Az önceki düşüncelerimi çabucak unutmuştum. Kibirli, ukala, umursamaz adam yerine yakışıklı, kibar ve tatlı bir adam gelmişti.

Alkol ve dans başımı döndürdüğünde kafamı omzuna yasladım. Saçlarımı okşadı. Dünyanın en güzel hissi olabilirdi.

Sarhoşluğum sayesinde sadece bu güzel adama tutunuyor ve dans ediyordum.

"Neden bu kadar içersin ki?" Söylendiğinde kulağıma ninni gibi gelen sesini dinliyordum.Gereksiz yere, huzurla dolmuştum.

Ta ki omzunun üzerinden o mavi gözleri görene kadar, ne kadar süredir oradaydı? Kibirli gülüşü beni kötü bir şey yapıyormuşum, bir yasağı oynuyormuşum gibi hissettirdi. Olduğum yerde donakaldım.

Mert'in hediyesi üzerimdeydi, Jack ile sarmaş dolaş dans ediyordum ve hediyenin sahibi gülerek beni izliyordu. Gülüşünde garip bir çaresizlik ve acı vardı.

Mutluluk balonum, bir anda uçarak mideme sert bir yumruk indirdi.

Başımı kaldıracak güç bulamadan onu izliyordum, bir saniye tereddüt etmeden arkasını dönüp kulüpten çıktı.

Başımı güvenle koyduğum bu omuzdan, hayal kırıklığına uğrattığım adamın gidişini buruk bir hisle izlemiştim.

Haklıydı, 'Mavi' bir renkten daha fazlasıydı. Benim için sonu olmayan bir kara deliği anımsatıyordu.

Sahi, henüz ayakta bile durmaya cesaret edemezken bu işin içinden nasıl çıkacaktım?

Continue Reading

You'll Also Like

132K 1.1K 49
gözyaşlarımı dinlemeden bir anda içime girdi dudağı dudağımda bir eli göğsümde diğer eli kadınlığımdaydı...
90.5K 2.1K 42
bir gün ansızın babam yanında onlarca siyah takım elbiseli adamlarla gelmişti ben okulu bitirmeyi planlarken o benimle evlilik planları kuruyordu ond...
1.7M 54.8K 39
Üzerime doğru yürümeye devam etti. Gelip tam karşımda durdu. Gözünü kırpmadan yüzümü inceliyordu. Gözlerini gözlerime dikti. Soru dolu bakışlarla y...
1.6M 56.5K 79
Arya: Neden? Arya: Neden yaptın bunu? Arya: Neden beni aldattın?!