KOZA

By maddoctorbet

18.7K 2.4K 12.6K

"Kelebek öldü." dedim dişlerimi sıkarak. Adam ürpermedi bile. Omuzlarımdaki ceketinin yakasını düzeltti önce... More

Tanıtım
0.0: Başlangıç
Ölü Bir Kelebek
1.0: Gelecek
0.1: Geçmiş
2.0: Düşmüş Kelebek
0.2: Hayatta Kalan
3.0: İlaçlar ve Zehirler
0.3: Yıldırım
4.0: İskeletler ve Emirler
0.4: Nabız
5.0: Yeniden Çizilen Yollar
0.5: Geceden Doğan Gün
6.0: Çeyreklik
0.6: Dante ve Virgilius
Şüpheli Bir Albay
7.0: İyileşmek
0.7: Kaçınılmaz Unutuluş
8.0: Ait Hissetmeye Başlamak
0.8: Gus'ın Laboratuarı
9.0: Üçüncü Kanal
0.9: Gervasio
10.0: Görünmez Adam
0.10: Yıkım Yeşili
11.0: Mavi Lagoon
Hatalı Bir Yarbay
0.11: Kusursuz Yansımalar
12.0: Triton
13.0: Kontrollü Vahşet (+18)
0.13: Presyum
14.0: Parmak İzi (+18)
Manipülatif Bir Kadın
0.14 : Kırılma Noktası
15.0: İstila
0.15: Hain
Sonsöz: İhanete Uğramış Bir General
TEŞEKKÜRLER
2. Kitap: ALAKARGA

0.12: Doğru Uyuşturucu

291 41 239
By maddoctorbet

Selam :)

Bölüm şarkısı: Apocalyptica - Talk to me

İyi okumalar!

------
Teşekkürler Rey ❤

------

------

Dijital mavi, akşamın erken saatlerine hakim olan tek renkti. Arada parlak neon morlar, pembeler, yeşiller dönse de her şey en sonunda mavinin o en beyaz tonuna dönüyordu.

Renkler... Bu dünyayı yaşanılır kıldığına inandığım ilk şey renklerdi. Çocukken sürekli ellerimi boyardım: sarıya, pembeye, yeşile, maviye... Bacaklarımı kahverengiye boyayarak ağaç çizmeye çalışırdım mesela. Parmaklarıma yeşilden sürerdim ki parmaklarımı hareket ettirdikçe dalgalansın yaprakları. Kendimle beraber yürüyen ağaçlar hayal ederdim başlarda ama sonra bundan vazgeçmiştim. Çünkü eğer koşarsam dallarıma kuşlar yuva yapmazdı ki, onların evi olamazdım. Kollarıma çizdiğim mavi, mor toplar bir anlam ifade etmezdi. Kök salmak gerektiğini çok küçükken bilmiyordum tabii. Bu yüzden renkleri ekleyip onlara kafamda hayat verirken özgürdüm.

Günlüğüme bu hatıralarımı unutmamak için yazarken altına not düşmüştüm: Bir gün ben de kök salacak mıyım?

Yanağımı arabanın soğuk camına yaslayarak iç çektim ve aracı kullanmakta olan Adam'a aldırmadan yanıma aldığım eski günlüklerimden birini okumaya devam ettim. Günlük tutmaya başladığımda yaptığım ilk şey unutmayım diye babamla ilgili olan anılarımı tek tek yazmak olmuştu. Gervasio bana bir tane verene kadar elimde fotoğrafı dahi yoktu ve onu kafamda yaşatmak için son şansım bunları yazıyla hayatıma bağlamaktı. Düşüncelerimi, hayallerimi, yaptıklarımı durmaksızın yazmıştım. Bu ağaç hayallerim de babam gibi çok eskiden kalmaydı. Keşke kök salmayı düşünmeden önce yaşayabilecek miyim onu merak etseymişim demiştim kendi kendime. Savrulup gitmek benliğimde vardı. Altı yaşlarındaki halimin hayalleri çok farklıydı. Çocukluğundaki hayalleri yaşatabilen var mıydı? Değişmeden kalabilen? Sanmıyordum. Günümüzden örnekler aklıma dolarken kendimi durdurdum ve amacımı kendime yineledim.

Şimdi eski günlüğümü okuyarak kafamı biraz günümüzden uzaklaştıracaktım. Günümüze dikkatimi vermek beni ürkekleştiriyor, panikletiyordu. Üste çok tuhaf bir şekilde birbirimize kenetlendiğimizi fark etmiştim, bu da haklı olarak benim ödümü koparıyordu.

Aslında çok da bir şey olmamıştı ama yine de... Sevilla'da bir umut, kazanabilirdim. O şansı yakalamıştım fakat yakaladığım anda biri sırtımdan vurmuştu beni. Hem de kendi ekibimden olan, Altın Yirmi'den beri yanımda olan biri... Mesela üsten ayrılmadan önce Adam gitme sebebimizin gizli tutulması gerektiğini söylerken Ares'e, Lottie'ye ve Meggie'ye asla güvenememiştim. Adam çok rahat bir şekilde söylemişti onlara -kinasıl bu kadar rahat olabildiğini merak ediyordum. Onların o şekilci, tutucu kafalarının içinde ne görüyordu da onlara güveniyordu? Zihin okuyabildiği için miydi tüm bu rahatlığı gerçekten? Aklımızdan geçenler ona nasıl yansıyordu acaba. Görüntü mü beliriyordu, cümle cümle kafasında mı yankılanıyordu kafamızın içinde uçanlar?

Duyduysa bile sorularımı, bana cevap vermedi. Sessizce yola bakmaya devam etti. Adam ve ben şehir merkezinde kaçamak yapıyor gibi görünecektik. Eleksiyolarımızı üste bırakacaktık ki takip edilmeyelim. Lee ayağa kalkmıştı ve "Hiç kullanılmamış olmaları aleyhinize delil olarak kullanılır." demişti. Sonra benim masaya bıraktığım eleksiyomu eline almıştı. Bu olayı enerjimle görmek istediğim için gözlerimi kapatmıştım. Lee'nin gümüş rengi parlak enerjisi benim eleksiyomu tuttuğu anda turunculaşmış, benim gezindiğim tonlara yaklaşmıştı. Yine aynı şekilde Adam'ın eleksiyosunu harekete geçirirken de onun zehir yeşili rengini almıştı enerjisi. Üstelik ortaya çıkardığı form da bizim kullandığımız mızrak modellerinin bire bir aynısıydı.

Hala merak ediyordum, kendi enerjisini Elaina'nın enerjisine uyumlayıp uçabilir miydi onun gibi? Ya da bizim enerjimize karşıt bir form yayarak bizi teoride topraklayabilir miydi? Sorulara ve deneylere çok açık bir kabiliyetti.

Derin bir nefes verip bu merakımı da dindirmeye çalıştım. Merak önlenemiyordu. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım kendimi merak etmekten, bir konuda daha derinleri bilmek istemekten alıkoyamıyordum. Özellikler insanlar dipsiz bir kuyuydu, merakını dindirinceye kadar çoktan kapılıp gitmiş oluyordun.

Somut hiçbir şeyi olmayan biri olarak; soyut tüm duygularım her an topun ağzındaydı. Negatif veya pozitif, içimden her an bir duygu akışı vardı etrafa karşı. İnsanlara karşı... Ve merak aralarında en masum görünen olsa da inanın bana en çok baş yakan duyguydu. Çünkü o hiçbir yere ve her yere olan başlangıçtı.

Merak insana yoluna ışık tutacak mumu yakmak için verilen kibritti. Her yönde ve her yolda yanabilirdi. Kontrollerinin ötesinde bir bilinçsel yönelimdi. O kadar istemsiz ve elinde olmayan bir güdüydü ki ilk merak ettiğiniz şeyi asla anımsayamazdınız. Doğamız gereği inceliyor, kavrıyor, özümsemeye çalışıyorduk.

Defterde gelişigüzel sayfaları çevirirken bir yerdeki bozuk yazım dikkatimi çekti ve durdum. Günün tarihine baktığımda yüzüm düştü ilk başta. Bunu dile getirdiğimi bile hatırlamıyordum. O gün odağım o kadar farklı ve kendi adıma korkunçtu ki... Hayatım kaymıştı ve Ege ben yerle bir olmadan önce son anda yetişmişti.

"Ben bunu hak etmedim." yazmıştım. Elim titremiş olmalıydı ki harfler yamuk yumuktu. "Hayatım burada bitmiş olamaz. Geneive'i öldüreceğim. Onu ve Marcus'u öldüreceğim."

Geçmişimde pek çok çocuk varken bu ikisinin ismini net hatırlama sebebim yoktan yere değildi. Bu sevgi dolu cümlelerimi yazarken askeri üssün revir yatağında üç yerimden bıçaklanmış halde yatıyordum. Altın Yirmi seçmelerinin finali yapılacaktı ve ben yetişemiyordum. Hayatımda korku dolu, ölümle yüzleştiğim pek çok an olmuştu ama hiçbirinde bu kadar hastalıklı hissetmemiştim. Çünkü ölmeyecektim, bir iki güne iyileşecektim ama seçmeler çoktan bitip gitmiş olacak, benim için var olmanın hiçbir anlamı kalmayacaktı.

Arka arkaya ölmek için dua edip durmuş, kendimi eleksiyomla parçalamaya kalktığımdan yatağa kelepçelenmiştim. Kelepçelerden kurtulmam halinde bana anestezi uygulayacaklardı ki bunu istemediğimden yatağımda kıvranarak ağlamakla yetinmiş, kayan hayatımın her zerresini hissetmek istemiştim.

Boş bir drama kraliçeliği yapmıyordum, gerçekten. 13 yaşındaki Bet'in büyük günü gelmiş çatmış, Altın Yirmi seçmeleri için olan maçlar başlamıştı. İlk gün eşleştiğim rakiplerimi darmaduman etmiştim. Bunların arasında Geneive de vardı. Üstelik enerjimi iradeli kullandığım için asla sınırıma ulaşmamıştım ve açık ara bizim üstekiler arasında favoriydim. Benim gibi bir çocuk daha vardı, benden iki yaş büyük olduğunu ve kumral olduğunu hatırlıyorum sadece. Bir de galiba bana attığı o son bakışı unutamıyorum. Biz ikimiz finalistlerdik ve o gün dinlenip ertesi gün kendi minder mücadelemize çıkacaktık. Aslı elemelerde başka bir rakibe yenildiğinden yükselememiş olsa da benim adıma benden daha çok sevinmişti. Çağla ve Beste seçmelere girmediklerinden ikimiz adına oturup, rakiplerimizi analiz etmişlerdi.

"Çocuk savunmayla başlıyor ve atağa geçene kadar enerjisini asla boşa savurmuyor. Karşı tarafın darbelerinde biraz bile enerji düşüklüğünü fark ettiği an agresif bir saldırıya geçiyor. Karşı tarafı minderden atana kadar durmuyor. Ve Bet, çocuk cidden hızlı."

Bu Beste'nin analiziydi. Ben daha çok rakibimin hareketini kısıtlardım. Kafamda eğilimlerini saptar, önünü keserdim. Bu panik olmasını sağlardı. İçten içe bir şeylerden tereddüt ettiği an darbelerimi sıklaştırıp ya minder dışı bırakırdım ya da kuvvetimden eminsem bir yılan gibi rakibimi sarıp hareketsiz kalacağı ve hiçbir şey yapamayacağı bir kıskaca alırdım onu. Ve en son etrafımızı enerjimle mühürleyerek beklerdim. Hakem ondan geriye sayıp galibiyetimi ilan edene kadar...

Bunu o gün iki kez iri rakiplerime yapmıştım, göz dağı vermek için. Ama Çağla'nın eklediği bazı notlarla ertesi gün bunu yapamayacağımı anlamıştım.

"Çocuk kıskaca alamayacağın kadar hareketli Bet, zıplama ve atlamalara çok fazla giriyor. Açık havanın verdiği avantajla rüzgarı kullandığına eminim. Ne yaptığını tam anlamadım, senin gibi enerjilere dair somut görülerim yok. Ama rüzgar ne zaman şiddetlense karşısındakinin hiçbir şansı kalmadı."

Bu işi ilginçleştirmiş olsa da kafamda yine de belli bir plan vardı. Özgüvenim, inancım yerindeydi. O kadar rahatlamış ve kendimden emindim ki...

O gece huzurla uyumuş, istediğim galibiyet öncesi gerginliği tüm uzuvlarımda hissetmiştim.

Keşke aynı keyifle uyanabilseydim.

Uykuya dalma sorunlarımın tekrar başladığı zaman, o geceydi.

Rüya görüyordum, ne gördüğümü hatırlamasam da derin bir uykuda kaybolduğumu rüyada olduğum için hissedebiliyordum. Sonra o an gelmişti, nasıl tarifleyeceğimi bilemediğim bir şekilde birinin beni acı eşliğinde kolumdan tutup gerçekliğe fırlatışını hissetmiştim. Çığlık atarak uyandığımda elim içgüdüsel olarak beni uyandıran acıya - bıçağın saplandığı karnıma gitmişti. Geneive'in su yeşili irisleriyle göz göze geldiğimde karnımda diğer darbeyi hissetmiş ve acının verdiği sersemlikle diğer yanımda duran Marcus'u fark etmiştim. Çığlığımla uyanan Aslı ve Beste onların üstüne atlamıştı ama geç kalmışlardı. Acıdan -bir ihtimal de kan kaybından- bayılmış olsam da birkaç saat sonra revirde uyanmış başıma ne geldiğini öğrenmiştim.

Yerimden kalkamıyordum.

Ben... Hayatımı kaybediyordum. Daha da kötüsü bunu ölerek değil, geleceğimin yanışını yattığım yerden izleyerek yapıyordum.

Nefes alıp verdiğim tüm süreçte çaresiz hissettiğim, acınası duruma düştüğüm çok fazla an olmuştu. Çoğunda ölmek üzere olduğum için bir parçam hep rahattı. Günlüğüme karaladığım bu anın diğerlerinden en büyük farkı sonunda kaçırdığım şeyin sonucuyla ömür boyu yüzleşecek olmamdı. Hepsi kıskanç, yenilmeyi hazmedemeyen iki velet yüzündendi. Ordudan atılmışlar ve hayatlarına devam etmişlerdi. Kaybettikleri hiçbir şey olmamıştı. Olduysa bile benden çaldıklarının yanında bir hiçti.

O gün yattığım -beni bağladıkları- yerde ağlarken içeri Ege girdiğinde kendimi belki de milyonuncu kez öldürmek istemiştim. Başarısızlığım onu gördüğümde yüzüme bir kez daha çarpmıştı, üstelik bu kez asla onunla beraber bu yolda yürüyemeyeceğim gerçeği de yanına eklenmişti. Göz göze gelmemek için onun dışında her yere bakmaya başlamıştım, bal gözlerinde bana karşı acıyan bir ifade görürsem daha fazla kaldırabileceğimi sanmıyordum. Başımda bekleyen kızları kibar bir el hareketiyle revirden kovduğunda yalnız kaldığımızı anlamıştım. İşte şimdi veda başlıyordu, onu hayal kırıklığına uğratmıştım.

Bana en karanlık anlarımda ışıkları yakmaya gelen adamı da kaybedecektim.

Gözlerimi sımsıkı yummuştum. Belki gözlerimle şahit olmazsam bunlar yaşanmış sayılmazdı? Hafızamdan daha kolay silinirdi. Olmamışçasına... Her Altın Yirmi söz bahsi geçtiğinde daha az üzülürdüm.

Bunun asla olmayacağını bilsem de o an insana boş teselliler de gerekiyordu, duygu durumu bok gibi olan birine diyebilirsiniz ki acılar tazeyken? İnsan kendine de bir şeyler diyemiyordu işte. Bulamıyordu bahane, yakamıyordu ışığı. Kötümser her türlü düşün kollarına atıyordu kendini, aydınlık hayallerinden darbe yemiş biri başka ne yapabilirdi ki?

Yattığım yatak soluma yerleşen bir ağırlıkla kımıldadığında Ege'nin yanıma oturduğunu anlamıştım. Boğazımda biriken hıçkırıklarımı tutmak adına yutkundum. Perişanlığım an beyan ortada olsa da daha sefil görünmemek için çabalıyordum. Beni bu kadar zayıf düşmüş halde hatırlasın istemiyordum.

"Gözlerini aç Bet." demişti Ege. Sesinden nasıl bir tavır bekliyor beni anlamamıştım. Başımı iki yana salladığımda saçlarımda ellerini hissetmiştim. Terden ve gözyaşlarımdan nemli olan saçlarımda parmaklarını dolaştırırken enerjisinin sıcacık turuncu dokunuşları sihirli bir şekilde boğazımda birikenleri biraz hafifletmişti. Onun bu şefkatli enerjisi korkudan kaskatı kesilmiş kalbime dokunduğunda gözyaşlarım yine süzülmeye başladı, engel olamadım.

"Lütfen, bana bakman lazım."

Bu kez ona uydum ve saatlerdir ağlamaktan iyice şişmiş gözlerimi açmıştım. Bal gözlerini yeşillerime kilitlemiş, bana güvenli bir alan sunmuştu. Rahatça üzülebileceğim, bana destek olacağından artık emin olduğum bir alan... Yine de bu acımı biraz olsun azaltmamıştı, sadece buraya veda etmek için değil de destek olmak için geldiğini anlamanın getirdiği ufak rahatlama vardı.

"Dünyanın sonu değil bu ufaklık," diye başlamıştı söze Ege. "Aslı ile beraber gümüş onlu seçmelerine katılırsınız gelecek yıl."

"Aynı şey değil." dedim duraksamadan. En azından beni bu konuda kandırmaya çalışmasaydı. WDA'da olan hiyerarşiyi çok iyi biliyordum, ben hiç buradan ayrılmamıştım ki. Verilen tatillerde bile burada yatakhanede ya da yemekhanede görev yapıyordum. Gümüş Onlu yedek kulübesinden halliceydi. Asla Altın Yirmi kadar prestijli, sözünü geçiren olamayacaktım.

"Bet, bunu kendine yapma." dediğinde dayanamadım.

"Asıl siz bana bunu yapmayın demiştim." Ne dediğimi çok iyi hatırlıyordum. Çünkü kurduğum cümleler çok önemli bir şeyi açığa çıkarmıştı. "Buraya bağlayarak her şeyin kayıp gitmesini izletmeyin bana. Kaybedeceksem ne olursa olsun minderde kaybedeyim."

"Ayakta bile duramıyorsun." demişti Ege.

"Ne olmuş?" Boğazımdaki hıçkırık kaçmasın diye kendimi kastığımdan sesim boğuluyor gibi çıkmıştı. "Hiç mücadele etmeden hayallerime veda etmek istemiyorum. Ayakta duramıyor olsam dahi kaybedeceksem savaşarak kaybedeyim. Yalvarırım, şu seçeneksiz anımda en azından nasıl yenileceğime karar vermeme izin verin."

Ege'nin yüzündeki yumuşak ifade kaybolmuştu.

"Kan kaybından ölürsün."

Bunun karşılığında benin sesim o gün hiç olmadığı kadar kendinden emin çıkmıştı.

"Savaşmadan kaybedeceğime canımı kaybederim. Ben mücadele etmek için doğdum Ege."

Bunu duyan Ege bana bakmadan ayağa kalkmıştı. Boş olan sıhhiye katında gözünü gezdirdikten sonra bakışlarını bulunduğumuz yere bakan kameraya sabitlemişti. Neden kameraya baktığını anlamasam da kafamda gelişigüzel bir senaryo oluşturmuştum. Generalime karşı bu şekilde konuşmam kabul edilemezdi. Direkt ismiyle hitap etmem cüretkar olduğu kadar saygısızdı da. Ama o eğer burada, karşımda beni dinliyorsa bu bana bazı şeyleri dile getirmem için gereken cesareti veriyordu. Hem şu an kaybedecek neyim vardı?

Ege bana bakmıştı.

"Karnını aç." Verdiği emir net olsa da o an algılayamamıştım.

"Pardon?"

"Yaralarını aç ve çabuk ol Bet."

Önce bağlı kollarıma sonra ona bakmıştım. O ise sabırsızca tişörtümü kaldırmış, yatakta debelenip durduğumdan bandajı kana bulamış yaralarımı açığa çıkarmıştı. Avuçlarını yaralarımın üzerine koyduğunda ne yaptığına dair bir fikrim olmadığı için yatakta debelenmiştim belirsizliğin paniği ile.

"Kımıldama, bu biraz canını yakabilir." diye uyarmıştı ilk başta. Ben ise o esnada hala ne olduğunu anlayamayarak onu izliyordum. Yaralarımın üzerindeki avuçları ısınmaya başladığında korkup gözlerimi kapatmıştım. O an ben hatırlayamasam bile vücudum bu hissi tanımış ve gevşemişti. Yıllar önce üs saldırıya uğradığında, tavan üzerime çöktüğü an, gördüğüm ve hissettiğim şeyler geri gelmişti. Tabii bu kez açık yaralarım olduğundan biraz daha farklıydı ama damarlarımda batan güneş, zihnimi el geçiren gün batımı oradaydı. Yaralarım dağlanıyormuşçasına yanmaya başladığında çığlık atmamak için dişlerimi sıkmıştım. En nihayetinde Ege'nin elindeki sıcaklık son bulduğunda kendimi daha iyi hissediyor olsam da tam iyileşememiştim.

"Elimden gelen bu kadar, enerjimde sınıra ulaştım. Daha fazla iyileştiremem." demişti Ege. Ağzımı soru sormak için açtığımda işaret parmağını kaldırıp beni susturmuştu. "Sorularını sonraya sakla. Şimdi arenaya yetişmen gerekiyor."

Kollarımı çözmesi için hemşireyi çağırdığında kadın da aniden bu kadar iyiye gitmiş progresyonuma inanamamıştı. İki günlük iyileşme sürecimin yarısını tamamlamıştım birkaç saatte ve ne kadar güçlü bir iyileşme kapasitem vardı öyle! Yine de dikişlerimi alacak kadar kapanmamıştı yaralar ve kendimi zorlamamı istemiyorlardı.

Ege emin olup olmadığımı anlamak için tekrar göz gezdirmişti üzerimde ama kararım kesindi.

Sonucunda öleceksin deseler dahi kimse beni o karşılaşmadan vazgeçiremezdi.

Vazgeçirememişlerdi de.

Ben o gün hala yaralı halde mindere çıkmıştım. Ege sayesinde... Yine.

Günlüğümü sert bir şekilde kapattım. Enerjimin iyileştirme kabiliyeti olduğunu da onun sayesinde keşfetmiştim. Yapılan her türlü haksızlığa karşı arkamda durmuştu ve şimdi o yoktu. Kendimle baş başaydım. Arabanın sağa dönmesiyle yanımda, direksiyon başında, oturan Adam'ı anımsadım.

Baş başa kalmaya çalışıyordum diyelim, daha doğru olurdu galiba.

"Biliyor musun, kafanın içinde kendini ısrarla yalnızlaştırman mı daha çok canımı sıkıyor yoksa dönüp dolaşıp Ege'ye tapman mı asla karar veremiyorum." diyen Adam derin bir nefes vermeme sebep oldu. Yine başlayacaktık asla bir sonuca ulaşamadığımız tartışmalarımıza.

"Ben daha çok kafamı dağıtmak ve beni sohbete çekmek için yapmaya başladığını düşünmeye başladım." dedim açık açık. O itiraz edemeden devam ettim. "Eskiden sadece beni sinirlendirmek için yaptığını düşünüyordum. Sonra bakıyorum ki bunları hep ben kendimi yalnız veya üzgün hissettiğimde öne sürüyorsun; beni öfkelendiriyorsun, delirtiyorsun."

O böyle yaptığında artık yalnız ve üzgün değil, kızgın ve onlarla iletişim halinde oluyordum.

Omuz silkti bu tezim karşısında.

"Bir yandan evet, dikkatini biraz şu ana çekmek için çabalamıyorum desem yalan söylemiş olurum. Diğer yandan bazen cidden düşünme tarzın canımı sıkıyor."

Bu cevap karşısında antitezim hazırdı tabii ki.

"Bak işte çözümü çok basit bu konunun: düşüncelerimi dinlemeyebilirsin. İkimiz için de çok daha iyi bir gelecek, çok daha huzurlu anlar sağlamış olursun."

Bu kez sesli bir şekilde bıkkın nefes veren o olmuştu.

"Elimde olsa dinler miydim sence? Ah o mükemmel Ege, ah o kusursuz Ege... İzlanda'dan sonra bu konuyu bir daha açmamak istiyordum ama kafanda onu koyduğun konum çok yanlış." diye bir giriş yaptığında itiraz edecektim ki bana izin vermeyerek elini kaldırdı doğru susmam için. "Sürekli onun sayesinde başardığını düşünüyorsun, senin başarıların onun gölgesiymiş gibi... Bet, sen halkın kalbini onunla yan yana dururken değil ona karşı çıkarken kazandın. O günleri niye unutuyorsun? En basitinden az önceki hatıranda Ege seni iyileştirdi. Bu çok büyük bir olay, bunu kabul ediyorum. Ama o gün yaralı halde mindere çıkıp kazanan ve Altın Yirmi'ye giren sendin. Ege sadece sana yardım ediyordu, bana sorarsan hayatın senden götürdüklerinin yanında onun yardımları gerçek anlamda bir hiç."

Şimdi ben buna nasıl cevap verebilirdim ki? Hem Ege'yi değersizleştirme çabasına kızmıştım, hem de beni taktir etmesine yükselmiştim. Orduda birkaç yıl boyunca sadece Ege'nin artığı muamelesi gördüğümden olsa gerek, ikincisi benim için oldukça önemliydi. Ama Ege'nin hayatımdaki yeri de tartışmaya açık değildi. Ah... Onun Ege ile eskiden bir şeyler yaşadığını biliyordum, ne olduğunu bilmesem de artık Adam'ın boşuna kin tutacak biri olmadığını da biliyordum. Ege'yi de çok iyi tanıyordum. Bu yüzden aralarında yanlış zamanda gerçekleşen büyük bir yanlış anlaşılma olduğunu düşünüyordum. Eh... Olayı iki taraftan da dinleme şansım olmadığına göre elimdeki objektiflik şansı bu kadardı.

Yine de Adam bazen iyi kafa yoruyordu. Neyse ki ben de onu yorabilecek kapasitedeydim.

"Hayatın bana getirdiği tek güzel şeyi, tek karşılıksız iyiliği bu kadar benimsemem ve kusursuzlaştırmam doğal değil mi?"

Adam omuz silkti.

"Çıkarsız değildi."

İtiraz etmek için tek bir saniye bile beklemedim.

"Bir çocuğa, düzeltiyorum, kimsesiz bir çocuğa yardım etmenin ne gibi yararı olabilir Adam?"

Cevap verirken bana bakmasını istiyordum ama bakmadı.

"Sadakati asla sorgulanmayacak bir yaver edinmiş olursun. Sana asla ihanet etmeyecek, karşı gelmeyecek, her zaman arkanı kollayacak biri... Orduda bir insan başka ne isteyebilir ki?"

Beklediğim yere gelmişti işte.

"Tam olarak o noktada şunu söyleyebilirim ki, ben Ege'ye karşı gelmek konusunda asla problem yaşamadım. Yeri geldiğinde öyle bir zıtlaştık ki aramızdaki her bağ kopuyor sandım. Ama arkamı döndüğümde her şeye rağmen Ege oradaydı. Sen istediğin gözle bakabilirsin. Fikirlerini değiştiremeyeceğim ortada. Ama sen de bana kendi fikirlerini dayatmayı bırak. Çünkü onunla yaşayan siz değildiniz, bendim."

Adam konuşmanın başlangıcından beri ilk kez bana döndü. Göz göze geldiğimizde ses tonu ifadesizdi.

"Bahsettiğim sadakat tam olarak buydu işte." dedi. Bıkkınlıkla derin bir nefes verdim.

"Ay yok, ben anlatamıyorum. Bu arada önüne bak, kaza yapmak istemiyorum." Bu şekilde soluklanmam kaçınılmazdı. O kadar sıkılmıştım ki bu konuyu tartışmaktan. Adam kısa süreliğine önüne dönüp yolun durumuna baktı. Trafik her zamanki gibi sıkışıktı. Bu yüzden çok yapabileceği bir şey yoktu. Ha bir de gidip külüstür aracın tekini bulmuştu takip edilmeyelim diye, otomatik pilot bile yoktu. Son model arabaların hepsinde kim nereye gitmiş, ne zaman gitmiş verilerini kayıtlı halde bulabilirdiniz. Kişisel araç değil, kişisel veri depolama alanıydı resmen. Bir yere çarpacak olursak tam rezillikti.

"Hayır hayır anlatabiliyorsun. Peki şöyle sorayım, ben de senin rütbe olarak üstünüm. Benim de arkamda durur muydun?"

Tereddüt etmeden yanıtladım.

"Fikirlerini doğru bulduğum sürece evet." Ardından ekledim. "Tıpkı Triton'a karşı arkanda durduğum gibi. Bunu sorman bile saçma Darrell."

Adam duraksadı ve bana döndü duyduğunu onaylamak istercesine. Bakışları bir müddet daha yüzümde dolanmaya devam etti. En son tekrar yola baktığında yine olası bir kazadan ucuz yırttığımızı düşünerek rahatladım.

"Neden bu kadar şaşırdın ki? Düşüncelerim yeterince açık değil mi? Yoksa kafamın içinde heceleyerek mi bir şeyleri geçirmem lazım?"

Omuz silkti.

"Beklemiyordum. Bu kadar rahat ve kabul ederek söylemeni yani..."

Yüzümde pis bir gülümsemeyle kollarımı kavuşturdum.

"O halde bu kez ben kazandım?"

Adam yandan bir sırıtış yolladı.

"Öncekilerde benim kazandığımı kabul ediyorsun demek mi oluyor bu?"

Onu duymazdan gelerek konuyu değiştirdim, biraz daha bu konu üzerinde tartışırsak tekrar ibrenin bana dönmesi kaçınılmazdı.

"Bu arada, amacımız tam olarak ne şu an? Beraber tatlı bir yolculuğa çıktık falan da, hedef noktamız neresi?"

"Önce bir yere uğrayacağız istihbarat için." dedi. Ardından yüzünde geniş bir gülümsemeyle ekledi. "Ek olarak kurşun geçirmez kıyafetler için."

"WDA'nın ekonomisi o kadar mı zor durumda!" diyerek bir espri yapmaya çalıştım ama gülmedi. Tabii ki WDA'daki kıyafetlerin darbe kaydı tuttuğunu ve yine çip taşıma olasılığı olduğunu biliyordum. O yüzden ikimiz de günlük kıyafetlerle çıkmamış mıydık? Hem dikkat çekmeyecektik, hem de takip edilmeyecektik.

Adam şakam hakkında tek yorum yapmadan konuya döndü.

"Amacımıza gelirsek... Eleksiyoların soyulduğu zamanla paralel İmpertion bulmamızın tesadüf olduğunu düşünmüyorum." dedi Darrell net bir şekilde. Kollarımı kavuşturdum. Üzerinde biraz düşününce eleksiyoların çalınması dikkat dağıtmak için idealdi.

"Koza'nın yakalandığı halka duyurulmamıştı." diyerek soygunun tarihinin tesadüfünü de vurgulamak istedim. "Ama Büyük On General'den ve Başkan Lonell'den gizlenmiş bir bilgi olduğunu sanmıyorum bunun."

"Onlara Koza'yı yakaladığımızı söyledim. Onun yeni bir isim almak istediğini, bu yüzden de manidar bir şekilde 'Betül Aksoy' adını aldığını belirttim. Çünkü şovmen, biraz da düşüncesiz hırsızımız yeni bir isim katiyen istemediğini söyledi." Bunu anlatırken bana ters bir bakış atmayı ihmal etmemişti. Ne yapabilirdim ki? Dediğim gibi, elimde kalan sadece kendi kimliğimdi. "Direkt sen olduğunu bilmeseler bile Koza'yı ekibime aldığımı biliyorlar." dedi devam etmemi istercesine. Ben o esnada daha farklı bir şeyi düşünüyordum ama.

"Bizim harekete geçmemizi istemiyordun çünkü ana kuruldan izin gelmemişti, değil mi?" diye sorduğumda Darrell beni onayladı.

"Bir anda İzlanda'ya nasıl gelebildim zanneniyorsun? İz sürüyordum. Teslimat esnasında suç üstü yakalayıp, delil bulabilirim diye düşünüyordum." dediğinde başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

"Her şeyi mahvettik." diye tamamladım onu.

"Mahvetmekten de öte dikkat çektiniz. Triton neden buraya geldi sence?"

Yutkundum. Triton asla ama asla öylesine adımlar atmazdı. Adam'a göz dağı vermek için gelmiş olmalıydı. Onu kendi yolundan çekilmesi için uyarıyordu. Yoksa her zamanki oyunlarına ve hamlelerine başlayacaktı.

"Dostça uyardı galiba seni." dedim Adam'ın hangi tarafta olduğunu tartmak adına. Adam'ın koyu renk gözleri üstümde durdu, bakışı donuktu.

"Triton'ın pek dost canlısı bir tip olduğunu sanmıyorum."

Değildi de, sessiz kaldım. Bu yüzden ve diğer bir sürü sebep yüzünden... Her şeyi hesaba kattığımı ve bir adım önde olduğumu düşünüyordum. Adam'ı tanıyana, onunla adam akıllı konuşana kadar bu konuda kendini beğenmiş bir pisliktim. Triton'ı hiç hesaplarıma katmamış, varlığını kafamdan silmiştim. Çünkü onunla görülecek bir hesabım olabilme ihtimalini düşünmemiştim. Adam'ın odasında "Neden Sevilla'da yardım gelmedi zannediyorsun?" diye sorana kadar.

Şimdi düşününce onu aşmadan Lonell'e ulaşmam imkansızdı. Ya da daha da kötüsü onu aşmaya gerek duymadan Lonell'e ulaşmam olurdu. Triton pek çok açıdan çok daha donanımlı ve sağlam biriydi. Ya Lonell yerine Triton ana kurulun ve yönetimin başına geçerse? Amacım zaten Lonell'in suikaste kurban gitmesi sonucu WDA'yı başsız bırakarak parçalamak değil miydi?

Harika, "yoldan çekilmesi gerekenler" isimli listem git gide uzuyordu.

Neyse, o artık benim için bir sorun olmayacaktı. Muhtemelen başkanı öldürmekten infaz edilirdim. Adam kafamdaki ideleri dağıtarak,

"Yalnızca benim için değil, WDA başkanı için de dost canlısı değil artık. Lonell'in konumu sallantıda, Triton daha fazlasını istiyor. Hamlelerini sıklaştırdı ve hızlandırdı, bu yüzden hata yapmaya müsait bir anında. Ki konuşmasından da bir hata yaptığı belliydi, deneyimli birine göre karşımda hazırlıksızdı. Hata yapmaya alışkın olmayan birinin verdiği fevrilikle düşüncesizce saldırdı."

Oturduğum yerde dikleştim. Konuşmanın gittiği yer beni fazlasıyla huzursuz ederken heyecanlandırmıştı da.

"Sevilla'da ölümüm Triton'a üzerinden yürüyebileceği bir senaryo fırsatı doğurmuştu." dedim kendi kendime.

"Suçu Lonell'e yıkarak kendini sistem mağduru olarak gösterdi, kamuoyunda Lonell'in saygınlığına büyük darbe oldu Sevilla. Sivilleri kurtarmak için kendi de dahil koca bir orduyu ölüme sürmek zorunda kalan General... Buna sebep olan da başkanın ta kendisiydi."

Zirvede Triton ile dansımız geldi aklıma, beni tehdit edişi dün gibi aklımdaydı. Sinirlerim bozulmuştu.

"Önce ölümüme zemin hazırlayıp sonra üzerinden şov yaptı yani."

Adam bu yorumumu duymazdan gelerek odaklanmam gereken noktaya dikkat çekti.

"Neden Lonell bir anda beni kamuoyunun önüne koydu sanıyorsun? Neden sürekli benim reklamımı yapıyor?"

"Triton'dan korkuyor." Dedim hayretle. İnanamıyordum. Lonell, Adam'ı kendine bir kalkan olarak kullanıyordu ve ben de gitmiş Adam'ın emrinde çalışıp arkasında duruyordum.

"Lonell'in kuyusunu kazan sadece sen veya Mavi Birlik değil, onun düşüşü pek çok kişinin önünü açacak."

Sinirle dizimle önümdeki torpidoyu tekmeledim.

"Akbaba sürüsü."

"Leşçiliği bekleyemeyecek kadar sabırsızlar, inan bana." dedi Darrell akbaba yorumuma gülerek.

"Triton, Mavi Birlik, Özgür Direniş... Farkları yok." dedim yeni bir farkındalıkla. Gervasio da işleri kendi çapında hızlandırmıştı. Demek ki herkes gibi o da Lonell'in görkemli düşüşünü bekliyor, bunu hızlandırmaya çalışıyordu. Onun sadece benim hedefim olmayışının verdiği rahatsızlık diğer tüm hislerimin önüne geçti. Kana susamışlığım pekişti.

Lonell benim avım olmalıydı.

"Sana vizyonsuz desem kızar mısın?" diye sordu Darrell bir anda. Ona hışımla döndüm, beni anladığını iddia ediyor sonra da vizyonsuz diyordu adi herif.

"Ne!"

Adam geri adım atmadı, öfkemi görmezden geldi.

"Lonell'i öldürdün, peki sonra? Sonra ne yapacaksın? Lonell'in yerine ondan daha iyi biri mi geçecek zannediyorsun? Bu olay çok daha karmaşık Aksoy."

Hah! Gervasio da bunları demişti bana o zamanlar. Aslında ikisinin aynı kafada olmasına çok şaşırmamalıydım. Sonuçta Sevilla'da gururlarıyla, sevdiklerinin hayatlarıyla oynanan onlar değillerdi.

"Sen hiçbir şey kaybetmediğin için konuşmak kolay olsa gerek." diye çıkıştım ona. "Bir sonraki savaşta bestialar arasında kaynamış, çoğu ezilmiş ve tanınmayacak kadar parçalanmış cesetler arasında bir yürü olur mu? Ben o manzaranın direkt bir parçasıydım çünkü."

Adam derin bir nefes verdi.

"Ben de bir şeyler kaybettim Aksoy, herkes gibi. Ama Lonell'in ölümü o manzaranın izlerini silmeyecek ya da yükünü hafifletmeyecek." diye açıklamaya çalıştı bana. Kurduğu bu cümlelerle beni daha fazla sinirlendirmekle yetindi. Amacının acımı küçümsemek olmadığını biliyor olsam da ona sert çıkışmaktan kendimi alamıyordum. Çünkü ister istemez küçümsüyor, aslında öyle degil diye hafifleştirmeye çalışıyordu. Yaşadıklarımın hafif tek bir yanı dahi yoktu. Konuyu bu noktaya getirmemeliydi, intikamımla ilgili bana akıl vermeye kalkmamalıydı.

"Neler yaşadığım hakkında, izleri ve yükleri hakkında en ufak fikrin yok Darrell."

"İnan bana Bet, sandığının aksine hiçbirini küçümsemiyorum. Yüklerini, hayatında kalan izleri, yaşadıklarını, hiçbir şeyi azımsayamam ya da yargılayamam. Travmalarla yaşayabilmeyi özümsemek için kendini uyuşturmayı öğrenmek gerek, buna da katılıyorum. Ama kabul edelim, bu yolda seçtiğimiz uyuşturucu bizi değiştiriyor."

Duraksadım. Beni yargılamadığını en başta biliyor olsam da uzun konuşmasının geldiği son nokta kendi adıma beklenmedikti.

"Uyuşturucu mu?" diye sordum. Adam kararsızlıkla başını iki yana salladı. Onun duygularını okumaya çalıştım, sanki hem kafasının içinde dönenleri deli gibi suratıma çarpmak istiyordu hem de bana bunu yapmanın yanlış olup olmadığını kestiremiyordu. Yardımcı olmak adına,

"Madem işleri bu noktaya kadar sürdün, dökül Darrell." dedim.

Derin bir nefes verdi, konuştuğunda ses tonu önceye nazaran dingindi.

"Bak Aksoy, önceden kendini uyuşturmak için o adama olan kör kütük aşkın vardı. Şu andaysa alkolü ve eski anılarını kullanıyorsun. Kendimizi uyuşturmak için tercih ettiğimiz yollar bizi değiştirir. Belki de alkol seni daha korkak yapıyordur? Yaşama dair her ihtimale, herkese karşı bir korkun var, kaygı dolusun. Yaşadıklarını kafanda tekrarlayarak şu an kazanabileceğin her şeye kafanda bir çizik atıyorsun."

"Darrell ben..."

"Kaygılanman yanlış ya da bazı şeylere zaten yitip gidecek bakış açın doğal değil demiyorum. Sadece diyorum ki belki yeni bir uyuşturucuya ihtiyacın vardır. Seni şu içinde bulunduğun ikilemlerden kurtarabilecek veya en azından bunları kolaylaştırabilecek bir tanesine."

Yüreğime bir kar tanesi düştü, damarlarım buz kesmiş gibi tüm kaslarım gerildi. Olan tüm kötülüğe ve saçmalığa karşı kendimi uyuşturduğum doğruydu. Hangi birini kaldırabilirdim ki? Babamın ölümünü mü? Onun cesedi başında, bir bestia altında ölü taklidi yaptığım iki günün ona dair en net hatıram olmasını mı? Bunlara rağmen emek emek kurduğum hayatın, WDA Başkanı Lonell'in tek bir kararı ile uzaylılara sızdırılması sonucu her şeyin yok olmasını mı? En yakın arkadaşlarımın ölümünü mü, nişanlımın ölmek üzere olan bedeninin çuval gibi karnımın üstüne atılmasını mı? Bunları nasıl beni daha sağlıklı bir yola çekecek şekilde uyuşturabilirdim?

Belki Lonell öldükten sonra bunu daha özveriyle çalışarak deneyebilirdim.

"Ben yolumdan memnunum General." dedim soğuk bir ses tonuyla rütbesini vurgulayarak. Adam bu cümlenin üstüne aniden frene bastı. Emniyet kemerine rağmen ivmeyle öne savrulurken ağzımdan Türkçe birkaç küfür kaçtı. Arkadaki araçlardan birkaçı kornaya bassa da Adam onları umursamadı. Kolay bir şekilde yol açılacaktı zaten onlara, bu acele neydi? Şeritlerin genişlemesini ve yanımızdan geçip giden arabaları izledim. Sonra yerden, ani fren yüzünden kucağımdan düşen günlüğümü aldım. Darrell'e bakmak istemiyordum.

"Pekala Aksoy, bilgin olsun diye söylüyorum şu an tıpkı Lena gibi davranıyorsun. Öncelikle ona söylediklerini kendine tekrar etsen iyi edersin." dedi ilk başta sinirle. Sonra, ben daha Lena gibisin benzetmesini kavrayamadan, daha sakin şekilde devam etti lafına. "Sana en başta demiştim ki; dozu ayarlanması zor olsan da iyileştirici bir etkin olabileceğine inanıyorum. Bunu senin enerjinin böyle bir gücü olduğunu bilmeden önce bile hissedebiliyordum. Ama bunu en başta senin kabul edebilmen lazımdı. O zaman WDA'yı soyarken yakalanmış bir hırsızdın ve pek seçeneğin yoktu. Şimdi sana bu seçeneği veriyorum."

Seçenek derken?

Bunu dedikten sonra üzerimden uzandı ve benim tarafımdaki kapıyı açtı. Az önce olmayan cesaretim damarlarımda akmaya başladı ve bir açık kapıya bir de onun bana ciddiyetle bakan koyu kahve gözlerine baktım. Ne yapmaya çalışıyordu bu?

"Eğer gidip ordudan, WDA'dan uzakta kalmak istiyorsan şu anda gidebilirsin. Tekrar bir soyguna girişmediğin sürece peşine düşmem, kimsenin de düşmesine izin vermem. Lonell'i rahatlıkla öldürebileceğin bir zaman yaratana kadar pusuya yatar, fırsat kollarsın. Hatta büyük bir şans çıkarsa sana bununla ilgili istihbarat da sağlarım. Para konusunda ise Kelebek'in güme giden birikimini sana ulaştırmak için elimden geleni yaparım. Ama gitmek istemezsen..." Burada biraz durakladı. Duraklaması bana da iyi gelmişti çünkü... Onun dediklerinin gerçek olduğuna inanmak çok zordu. "Akışına bırakmayı ve bu herkesi daha çok geren 'yalnız olmalıyım' kaygını azaltmayı öğrenmen gerekiyor Aksoy. Çok daha fazlasını yapabilirsin çünkü. Bunu sen de biliyorsun."

Kahretsin ki biliyordum. Daha da kahretsin ki bir yanım çok daha fazlası olmak, bunun için çabalamak istiyordu. Ama intikamımdan da vazgeçemezdim bunu kendime borçluydum. Adam kafamın içinde düşüncelerin akmasına izin vermeyerek konuşmaya devam etti.

"Eğer gitmek istersen sana karşı çıkmayacağım. Ama tüm dürüstlüğümle söylüyorum, WDA dışından birinin Lonell'in yanına yaklaşabilmesi yıllarını alır. Senin gibi yetenekli bir asker bile olsa asla hemen yapılabilecek bir iş değil. Burada intikamına çok daha yakınsın. Bu yüzden kalmayı seçersen... Sana ölü biriymişsin gibi davranamayız, sen yanımızda nefes alabiliyorken bunu yapmayacağız. Carmen ve Elaina bir savaşta seni korumak için önüne atlayacak mesela, bunun için onlara kızıp kendine eziyet etmeyeceksin. Çünkü sen de aynı şeyi onlar için yapıyor olacaksın. Eğer kalacaksan Aksoy, üzerindeki ölü toprağını dışarıda bırak. Çünkü herkes yeterince ölümle burun buruna, kimsenin kimseyi teselli etmeye vakti yok. Kendini zorla koyduğun mezara başkalarını ziyarete davet edip durma."

Açık kapıya baktım. Bu kafamda hiç tartmadığım, aklıma gelmeyen bir seçenekti. O kadar yeniydi ki benimseyemedim bile. Lonell'i öldürdüğümü var saydım. Kanının elimden aktığını, yaşlı gözlerinden hayatın uçup gidişini... Cesedini ayağımın altında hissettim. Bir coşkuyla, arzuyla öne kaykıldı bedenim. Sadece hayaliyle bile... Peki ya sonra? Sonra ne olacaktı gerçekten? Ne yapacaktım?

Her şeyden uzakta kalmayı hayal edemedim. Haberleri açtığımda ya da herkesin kullandığı iletişim ağına bir kez bağlandığımda göreceğim en ufak bir uzaylı haberinde aynı şeyleri yaşamayacak mıydım? Hem benim ordu dışında bir kimliğim var mıydı? Savaşmak dışında bildiğim bir şey? Öğrenebilirdim. Öğrenmek ister miydim? Kafam çok karışık olsa da Darrell'in konuşmanın başında dediği şey zihnimde yankılandı. Onun ekosu tüylerimi diken diken ederken ne demek istediğini o an net bir şekilde anladım.

Bir şeyleri yönetemediğim, kendi planlarıma sadık kalamadığım için kızgın ve kararsızdım. Sürekli yol ayrımına düşüyordum. O ise yolumu kendim seçmeme izin vererek bana kafamı toparlamam için bir alan tanıyordu. Neyi düşünüyordum ki? En başta kendime söylediğim gibi, istediğim şeye giden en kısa yol bu ekipten geçiyordu.

Bir şey söylemedim. Kapıyı kendime çekerek kapattım ve onun tepkisini kontrol ettim. Zaten bunu bekliyormuşçasına önüne döndü ve arabayı tekrar çalıştırdı. Yol hızlı bir şekilde camlardan akmaya devam ederken ortamı gevşetmek için harekete geçtim.

"Şimdi ben bu konu hakkında bir daha mırın kırın edemeyecek miyim?"

Dudaklarının kenarında hafif bir gülümseme gördüğümden emindim! Ama arabanın içi karanlık olduğu için çok da net değildi yüz ifadesi. Cevap vermeden önce kafasını iki yana salladı.

"Hayır, edemezsin."

"Ama bu benim tek eğlencem?"

Omuz silkti, zerre beni takmıyordu.

"Yeni eğlenceler bul."

Boş boş önüme baktım; kendime ve trajik hayatıma acımadığım zamanlarda ne yapıyordum en ufak fikrim yoktu.

"Madem giderek Lena'ya benziyorum, gidip ona danışayım en azından. Çünkü başka ne yapılır bilmiyorum."

Darrell buna fazlasıyla güldü. En net tepki alabildiğim cümlemin bu olması üzücüydü. Sonra gülüşü sekteye uğradı, biraz sessizleşti.

"Ne oldu?" diye sordum merakla.

"İleride bir an gelecek." diye başladı söze. Konunun ciddileşmesinin etkisi ile oturduğum yerde dikleştim. "O an geldiğinde Lonell ile aranda durmayacağım. Kendi adaletine kendin karar vereceksin, söz veriyorum."

Yüzüm yumuşak bir tebessümle şekillendi. Beni vizyonsuz bulmasını ve planlı bir cinayetten bahsetmesini bir kenara bırakırsak, bu düşüncesi naifti. Ama aramızda durabileceğini ve bana izin verme konumunda olduğunu düşünmesi... Can sıkıcıydı. Tam olarak Adam Darrell'di yani.

"Sözlerini tutan biri misin?" diyerek sataştım ona.

"Şüphen olmasın." dedi gülerek.

Kendime yalan söylemeyecektim, beni esas mutlu eden şey Lonell'in ölümünün gerekliliği düşüncesine itiraz etmemesiydi. Vakti geldiğinde benim onun arkasında durduğum gibi o da benim arkamda duracaktı. Tam ona tekrar sataşacaktım ki Adam'ın saati titremeye başladı. Direksiyondaki bileğinden "Big Brother" yazdığını gördüm. Anlamsız gelmişti kulağa açıkçası. Darrell çağrıyı sesli komutla onayladı.

"Bir sorun mu var?" Bir selam verir belki diyordum ama direkt konuya girmeyi tercih etmişti. Ona verilen cevabı duymak için kulak kesildim ama asla bir şey duyamadım.

"Merak etme, bunun için bir planım var."

Karşı tarafı keşke duyabiliyor olsaydım. Ne dediğini çok merak ediyordum.

"Giselle beni satmaz. Dediğim gibi, sen sadece bizi kameralardan sil. Kalan her şeyi ayarladım." Yine büyük abisini dinlemenin getirdiği sessizlikten sonra "Başka söylemek istediğin bir şey var mı?" diye sordu. Karşı taraf yok demiş olacak ki görüşme sonlandı, saatinde yanan ışık söndü. Konunun dağılmasına fırsat vermeden merak ettiğim şeyi dile getirdim.

"Big Brother mı? 1984 göndermesi falan mı yoksa gerçekten..."

"Gerçekten abimdi." dedi Darrell cümlemi keserek. Orduda genel bir kural vardı, dünyada bu kadar fazla toplu ölüm dönerken karşındaki bahsetmediği sürece aile konusunda konuşamazdın. Bu yüzden ne desem bilememiştim. Aile kavramından son derece ayrık olduğum için olayı arkadaşlık gibi ele almaya karar kılmıştım.

"Pek anlaşamıyorsunuz sanırsam."

Darrell omuz silkti. Yüzünden pek bir şey anlaşılmıyordu, hoş ne zaman anlaşılmıştı ki? Gizemli tavırlarına geri dönmüş duygularına setleri çekmişti.

"En son iki yıl önce beni hala hayatta olduğum için tebrik etmişti. Onun dışında son dört yılda toplasan beş dakika diyalog kurmamışızdır. Bu yüzden anlaşabiliyor muyuz anlaşamıyor muyuz bilmiyorum."

Ah, deneyimim olmasa da birbirine yabancı kalmanın çok zor olduğunu tahmin edebiliyordum. Varlığa rağmen asla dolmayan yokluk...

"Ne diyeceğimi bilmiyorum." dedim dürüst bir şekilde. Aile söz konusuydu ve ben bu konuda hayatta sıfır tecrübe ile ilerliyordum. Bu yüzden yanlış bir şeyler söylememek adına susuyordum.

"Demene gerek yok ki." dedi Adam normal bir şekilde. Sesinde üzüntü duymamak beni bir açıdan rahatlatmıştı. "Çıkar ilişkisi olan iki insanız. Bu yüzden sorun yok."

Başımı salladım konuyu uzatmamak adına. Ailesini deli gibi merak etmeye başlamış olsam da konuşmamak adına dilimi ısırdım. Abisi ile ilişkisi bu haldeyse ortada bir anne ya da baba olduğunu çok sanmıyordum. Hem beni ilgilendirmiyordu değil mi? Adam arabayı nihayet park ettiğinde uzun süren sessizlik sonucu rahatlayarak derin bir nefes aldım ve camdan önünde durduğumuz binayı incelemeye başladım.

Tuhaftı.

Tuhaf olmasının sebebi görünürde ne bir cam ne de bir balkon olmasıydı. Dümdüz metal bir blok vardı karşımda. Adam arabadan indiğinde ben de kucağımdaki günlüğümü arka koltuğa atıp peşinden indim. Kapıda dikilen korumaların yanına giden Darrell'i izledim. Korumalarla konuşurken acaba sorsa mıydım diye düşünmeden edemedim. O zaten benim her şeyime hakimdi, düşüncelerim de dahil olmak üzere... Onu daha yakından tanımak, anlamaya çalışmak hata değildi.

Korumalar kapının önünden çekilip bu tuhaf binaya olan girişin önünü açtığında Darrell gelmem için bana işaret etti. Beraber içeri girdiğimizde uzun, dar, bordo ile siyah karelerle döşenmiş bir koridor karşılamıştı bizi. Yerdeki parkeler de siyahtı ve cilalı olduğundan yürürken kendi yansımamı görebiliyordum. Yüzü ifadesiz Darrell'i de...

Koridoe boyu ilerlemeye başladığımızda nereye geldiğimiz hakkımda en ufak bir fikrim yoktu.

"Burası neresi?"

Adam yüzünü buruşturdu.

"Anlatması zor bir yer aslında." Biraz daha düşündü sorun üzerinde. "Birazdan kendin göreceksin zaten."

Başımı salladım. Yürürken renkler ve tekdüzelik yüzünden ister istemez hapsolmuş, boğulmuş hissetmiştim. Nihayet koridorun sonunda bir kapı gördüğümüzde rahatlayarak derin bir nefes verdim. Sonra aklıma esen şeyle Adam'ın kolunu tutarak durdurdum. Karşımda bana dönük durduğu an biraz afallamış olsam bile bir daha bu fırsatı elde edemeyeceğim için sormak konusunda kendimi cesaretlendirdim.

"Adam, az önce soramadım ama ailen..." nasıl devam edeceğimi bilmediğim için duraksasam da Adam beni zor durumda bırakmamış yerime cümleyi devralmıştı.

"Evet, tahmin ettiğin gibi, hayatta değiller."

Gözlerinin tam içine baktım, burası araba gibi karanlık değildi. Yüz hatları netti ve onu her şeyiyle görebiliyordum.

"Üzgünüm."

Adam'ın dudakları yukarı doğru kıvrıldı.

"Üzülme. Yıllar önceydi zaten." Bunu dedikten sonra nasıl öldüklerini sormak istesem de bunun yeri olmadığını bildiğim için sustum.

"Ama sormana sevindim." Dedi benim sessizliğinin ardından. Bakışlarını benden ayırıp deri kaplı kapının ortasındaki ekrana parmağı ile art arda şekiller çizmeye başladı. Farklı bir alfabe ile yazı yazıyormuş gibi...

"Neden ki?" diye sordum. Dikkatini dağıtmak istemesem de merakım önlenemezdi. Ben birinin ailemi sormasından nefret ediyordum. Adam en son bir şekil daha çizdikten sonra geri adım atarak tekrar yanımda durdu.

"Anlamak bizi değiştirir. Ve sen artık beni gerçekten anlamak istiyorsun. Bu arada, yanımdan ayrılma."

Bunu söyledikten sonra önümüzdeki deri kaplı kapılar açıldı, Adam da kolunu omzuma atarak beraber içeri girmemiz için bir adım attı.

- Bölüm Sonu -

Yorum ve oylarınızı merakla bekliyorum.

Ne söyleyeceğimi unuttum, bu yüzden kısa kesiyorum. Ben var ya... Bu bölümü kesin düzenlerim. Çünkü büyük bir kısmını telefondan yazmak zorunda kaldım.

Sevgiler...

-B

Continue Reading

You'll Also Like

COOL AĞA 2 By Aslı

General Fiction

3.9M 1 1
・GENEL KURGU #1 ・RASTGELE #1 ・ROMANTIZM #12 - İnsanlarda tek sıcak kanun, üzümden şarap yapmaları, kömürden ateş yapmaları, öpücükten insan y...
2M 5.4K 5
Ben Efnan Zahredar. Kendimi ailemin biricik kızı, okulumun örnek öğrencisi, dostlarımın sığınağı sanırken yaşadığım her şeyin gittikçe çirkinleşen bi...
928K 58.9K 51
Yakın gelecekte öngörülebilen teknolojilerin peşine düşen ülkeler, bir güç yarışına girer. Ülkelerin tehlike getiren icatları, dünyaya sunulması konu...
1.4M 35.2K 186
Burçlarla ilgili her şey burada. Bence bakmadan gitme!!