Monte Kristo Kontu

Per ClassicsTR

8.4K 309 47

Dumas klasik romanın kilometre taşlarından biri olan bu yapıtında, Doğu'ya, klasik mitolojiye ve insan psikol... Més

1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56
57
58
59
60
61

24

96 1 0
Per ClassicsTR

KOŞULMUŞ BAKLA KIRI ATLAR

Baron, arkasında kont olduğu halde, ağır şatafatı ve can sıkıcı kötü zevki ile göze çarpan uzun bir dizi daireyi geçti ve Hint muslinleriyle kaplı pembe atlas serilmiş altıgen biçiminde küçük bir odaya, Madam Danglars'ın küçük salonuna geldi; koltuklar yaldızlı eski tahtadan ve eski kumaştandı; kapıların üstünde Boucher tarzında çoban öyküleri betim-lenmişti; döşemenin geri kalanıyla uyum içindeki kabartma yuvarlak çerçeve içinde iki güzel pastel resim bu küçük odayı konağın belli bir niteliği olan tek odası haline getiriyordu; doğrusu bu oda Mösyö Danglars ile İmparatorluk'un en büyük ve en seçkin ünlülerinden biri olan mimarı arasında kararlaştmlmış genel tasarıdan kendini kurtarabilmişti ve süslenmesiyle sadece Madam Danglars ve Lucien Debray ilgilenmişlerdi. Direktuvarm anladığı biçimde büyük antika hayranı olan Mösyö Danglars, ancak beraberinde birini getirme durumunda girebildiği bu küçücük sevimli odayı çok küçümsüyordu; aslında birini takdim eden değil, tam tersine getirdiği ziyaretçinin yüzünün madam baronese sevimli ya da sevimsiz gelişme göre iyi ya da kötü karşılanan, takdim edilen kendisiydi.

Otuz altı yaşlarına karşın hâlâ güzelliğinden söz edilebilen Madam Danglars, kakma sanatının bir başyapıtı olan piyanosunun başına geçmişti, Lucien de bir çalışma masasına oturmuş albüm karıştırıyordu.

Baron gelmeden önce Lucien, Madam Danglars'a kontla ilgili birçok şey anlatacak zamanı bulmuştu. Albert'in evinde yemekte iken Monte Kristo'nun konuklar üzerinde nasıl bir etki yaptığını biliyoruz; bu etki, ne kadar az duyarlı olsa da, henüz Debray'nin üzerinden silinmemişti ve Madam Danglars'a kontla ilgili verdiği bilgiler bunları yeniden hissetmesine neden olmuştu. Morcerf ten gelen eski aynntılar ve Lucien'den gelen yeni ayrıntılar Madam Danglars'ın merakım doruk noktasına çıkarmıştı. Bu piyano ve albüm düzenlemesi sosyetenin, en güçlü önlemlerini gizlemek için kullandığı o küçük oyunlarından biriydi. Sonunda madam barones, Mösyö Danglars'ı onda pek alışık olmadığı bir gülümsemeyle karşıladı. Konta gelince, selamına karşılık törensel ama aynı zamanda zarif bir reverans yaptı.

Öte yandan Lucien kontla yarı tanıdık gibi, Danglars ile içlidışlı bir tavırla selamlaştı.

"Sayın barones," dedi Danglars, "Roma'da iş yaptığım kişiler tarafından bana ısrarla tavsiye edilen Mösyö Monte Kristo Kontunu size tanıtmama izin veriniz: söyleyeceğim bir tek sözle bir anda tüm güzel hanımların gözdesi olacaktır; Paris'e bir yıl kalmak ve bu bir yılda altı milyon harcamak niyetiyle geliyor; bu bir dizi balonun, akşam yemeklerinin, ge-

ce yemeklerinin habercisi demektir, bunların arasında, bizim onu küçük eğlencelerimiz sırasında unutmayacağımız gibi dilerim sayın kont da bizi unutmaz."

Tanıtma her ne kadar kaba bir övgü biçiminde olmuşsa da genelde bir yılda bir prensin servetini harcamak için Paris'e gelen birine çok ender rastlandığından Madam Danglars konta hiç de ilgisiz olmayan bir biçimde baktı.

"Ne zaman geldiniz mösyö?" diye sordu barones.

"Dün sabah madam."

"Ve bana söylenenlere göre, alışkın olduğunuz gibi, dünyanın bir ucundan mı geliyorsunuz?"

"Bu kez sadece ve sadece Cadiz'den madam."

"Ah! Korkunç bir mevsimde geldiniz. Paris yazları berbattır; artık ne balo vardır, ne toplantı ne de eğlence. Italyan operası Londra'da, Fransız operası Paris dışında her yerde, Theâtre-Français'ye gelince o artık hiçbir yerde. Bize eğlence olarak sadece Champ-de-Mars'ta ve Satory'de birkaç küçük yarış kalıyor. Siz de at yarıştıracak mısınız mösyö?" "Ben, madam," dedi Monte Kristo, "eğer Fransız âdetleri konusunda bana gerektiği gibi bilgi verecek birini bulma mutluluğuna erersem Paris'te yapılan her şeyi yapacağım." "Atlara meraklı mısınız sayın kont?"

"Hayatımın bir bölümünü Doğuda geçirdim madam ve Doğulular, bildiğiniz gibi dünyada iki şeye değer verirler: Atlarının soyluluğuna ve kadınlarının güzelliğine."

"Ah! sayın kont," dedi barones, "kadınlan ilk sıralara koyma inceliğini göstermelisiniz."

"Görüyorsunuz ya madam, biraz önce bana Fransız âdetleri konusunda yol gösterebilecek bir eğitimci istediğimde haklıymışım."

O sırada Barones Danglars'ın en sevdiği oda hizmetçisi içeri girdi, hanımının yanma gelerek onun kulağına bir şeyler fısıldadı.

Madam Danglars sarardı.

"Olanaksız!" dedi.

"Ama bu gerçeğin ta kendisi madam," diye yanıt verdi oda hizmetçisi.

Madam Danglars kocasına doğru döndü.

"Bu doğru mu mösyö?"

"Ne, madam?" diye sordu Danglars gözle görünür biçimde sinirli.

"Bu kızın bana söylediği..."

"Size ne söyledi?"

"Arabacımın arabama koşmak için atları almaya gittiğinde ahırda onları bulamadığını söyledi; size soruyorum, bu ne anlama geliyor?"

"Madam," dedi Danglars, "beni dinleyin."

"Ah! sizi dinliyorum mösyö, çünkü sizin bana söyleyeceğiniz şeyi çok merak ediyorum; bu beyleri aramızda yargıç yapacağım ve durumun ne olduğunu onlara anlatmakla işe başlayacağım. Beyler," diye devam etti barones, "Mösyö Baron Danglars'ın ahırda on atı var; bu on atın içinde çok güzel iki tanesi, Paris'in en güzel atları bana aittir; onları biliyorsunuz Mösyö Debray, benim bakla km atlarımı! İşte tam Madam de Villefort'un yarın ormana gitmek için benden arabamı ödün alacağı, benim de kendisine söz verdiğim anda iki at ortadan yok oluyor! Mösyö Danglars bu atlardan birkaç bin frank kazanma olanağı bulmuş ve onları satmış olmalı. Ah! lanet olası vurguncular! Tanrım!"

"Madam," diye yanıt verdi Danglars, "atlar çok fazla sinirliydi, daha yeni dört yaşma basmışlardı, sizin için çok korkuyordum."

"Eh! Mösyö," dedi barones, "bir aydır Paris'in en iyi arabacısının benim hizmetimde olduğunu biliyorsunuz, onu da atlarla birlikte satmadıysamz elbet."

"Sevgili dostum, size aynılarını hattâ varsa daha güzellerini bulacağım; ama yumuşak, sakin ve artık bana böyle korkular vermeyen atlar."

Barones büyük bir küçümsemeyle omuz silkti.

Danglars evliliği aşan bu hareketi görmezden geldi ve Monte Kristo'ya dönerek:

"Sizi daha önce tanımamış olduğum için gerçekten üzgünüm sayın kont," dedi; "evinizi yerleştiriyor usunuz?"

"Evet," dedi kont.

"Size o atları önerebilirdim. Düşünün, onları yok pahasına verdim; ama size söylediğim gibi onlardan kurtulmak istiyordum: O atlar delikanlılara göre."

"Mösyö," dedi kont, "size teşekkür ederim; bu sabah oldukça iyi ve çok pahalı olmayan atlar satın aldım. Bakınız, görüyor musunuz Mösyö Debray? Siz meraklısınız sanırım."

Debray pencereye yaklaştığı sırada Danglars da karısının yanma gitti.

"Düşünebiliyor musunuz madam?" dedi ona alçak sesle, "bu atlar için bana aşırı bir miktar önerdiler. Bu sabah bana kahyasını göndermiş olan iflas edecek delinin kim olduğunu bilmiyorum, ama bu işten on altı bin frank kazandım; bana surat asmayın, size dört bin vereceğim, Eugenie'ye de iki bin."

Madam Danglars kocasına 'ezici bir bakışla baktı.

"Aman Tanrım!" diye bağırdı Debray.

"Ne var?" diye sordu barones.

"Ama yanılmıyorsam, bunlar sizin atlarlnız, kontun arabasına koşulmuş olan atlar sizin atlarınız."

"Bakla kırı atlarım mı?" diye bağırdı Madam Danglars.

Ve pencereye koştu.

"Gerçekten de onlar," dedi.

Danglars şaşkına dönmüştü.

"Bu olabilir mi?" dedi Monte Kristo şaşırmış görünerek.

"Bu inanılmaz!" diye mırıldandı bankacı.

Barones, Debray'nin kulağına iki sözcük söyledi, o da Monte Kristo'nun yanma gitti. "Barones kocasının atları size kaça sattığını soruyor."

"Pek bilmiyorum," dedi kont, "bu, kahyamın bana yaptığı bir sürpriz ve... bana otuz bin franka maloldu sanırım."

Debray yanıtı baronese götürdü.

Danglars o kadar solgundu ve soğukkanlılığım o kadar yitirmişti ki kont ona acır gibi göründü.

"Görüyorsunuz ya," dedi ona, "kadınlar ne kadar nankör: Sizin gösterdiğiniz incelik baronesi bir an bile etkilemedi; nankör doğru sözcük değil, çılgın demem gerekirdi. Ama ne yaparsınız, her zaman zarar veren şeyler sevilir; işin kolayı, inanın bana sevgili baron, her zaman onları kafalarından geçeni yapmakta özgür bırakmaktır; eğer kafalarım kırarlarsa, en azından bundan sadece kendileri sorumlu olurlar."

Danglars hiçbir yanıt vermedi, yakın zamanda çok kötü bir kavganın olacağını şimdiden görüyordu; baronesin kaşları çatılmıştı bile, Olimposlu Jupiter'inkiler gibi bir fırtınanın belirtisiydiler; fırtınanın patlayacağım hisseden Debray bir iş bahane edip ayrıldı. Daha uzun zaman kalarak, üstün gelmeyi umduğu durumu durumu berbat etmek istemeyen Monte Kristo da Madam Danglars'ı selamladı ve baronu karısının öfkesi ile baş başa bırakarak ayrıldı.

"Güzel," diye düşündü Monte Kristo ayrılırken, "gelmek istediğim yere vardım; işte bir ailenin huzurunu elimde tutuyorum ve bir darbede hem mösyönün hem madamın kalbini kazanacağım! Ne büyük mutluluk! Ama," diye ekledi, "bu arada tanımayı çok istediğim Matmazel Eugenie'ye henüz tanıtılmadım. Yine de," dedi kendine özgü gülümsemesiyle, "işte Paris'teyiz ve önümüzde daha zaman var... Bu işi sonraya bırakalım!.."

Kont bu düşünceler içinde arabaya bindi ve evine "döndü.

iki saat sonra Madam Danglars, Monte Kristo Kontundan çok nazik bir mektup aldı, kont bu mektupta, Paris sosyetesine güzel bir kadını umutsuzluğa düşürerek girmek istemediği için, ondan atlarını geri almasını rica ediyordu. Atlarda, bu sabah gördüğü aynı koşum takımları vardı; sadece kulaklarının üstünde taşıdıkları her ilmiğin ortasına kont bir elmas diktirmişti.

Danglars da konttan bir mektup aldı.

Kont ondan, atları geri göndermenin yanında Doğululara özgü davranışını bağışlamasını rica ederek, baronese karşı, bu milyoner kaprisini yapmasına izin vermesini istiyordu.

Gece, Monte Kristo yanında Ali olduğu halde Auteuil'e gitti.

Ertesi gün saat üçe doğru zile bir kez vurularak çağrılan Ali kontun çalışma odasına girdi.

"Ali," dedi ona kont, "bana sık sık kement atmadaki becerinden söz ettin değil mi?"

Ali başıyla evet dedi ve gururla doğruldu.

"iyi!.. Kementle bir öküzü durdurabilir misin?"

Ali başıyla evet dedi.

"Bir kaplam?"

Ali aynı işareti yaptı.

"Bir aslanı?"

Ali kement atan bir adamın hareketini yaptı ve boğulan bir hayvanın çığlığını taklit

etti.

"İyi! Anlıyorum," dedi Monte Kristo, "aslan avladın mı?"

Ali gururlu bir baş hareketi yaptı.

"Ama koştukları sırada öfkeli iki atı durdurabilir misin?"

Ali gülümsedi.

"Pekala! dinle," dedi Monte Kristo. "Biraz sonra benim dünkü atlarım gibi iki bakla kırı atın çektiği bir araba geçecek. Kendini ezilmiş gibi göster, bu arabayı kapımın önünde durdurman gerek."

Ali yola indi, kapının önüne kaldırım taşının üstüne bir çizgi çekti: Sonra içeri girdi ve onu gözleriyle izlemiş olan konta çizgiyi gösterdi.

Kont yavaşça onun omzuna vurdu: Bu Ali'ye teşekkür etme biçimiydi. Sonra Monte Kristo artık hiçbir şeyle ilgilenmeden içeri girerken, Sudanlı, evle sokağın köşesini oluşturan taşın üstünde çubuğunu içmeye gitti.

Ama saat beşe doğru, yani arabayı beklediği saatte, kontta hafif bir sabırsızlığın neredeyse fark edilmez işaretlerinin oluştuğu görüldü: Sokağa bakan bir odada ara sıra dışarıyı dinleyerek ve Sudanlı'nın kendini tümüyle bu önemli uğraşa verdiğini gösteren bir düzenle tütünden nefesler çektiğini gördüğü pencereye zaman zaman yaklaşarak gidip geliyordu.

Birden uzaktan yıldırım hızıyla yaklaşan bir tekerlek sesi duyuldu; sonra arabacısının deli gibi atılışlarla zıplayan kızgın atlarını boşu boşuna dizginlemeye çalıştığı bir gezinti arabası göründü.

Gezinti arabasının içinde birbirlerine sarılmış yedi sekiz yaşlarında bir çocukla genç bir kadın öyle büyük bir korku içindeydiler ki çığlık atacak güçleri kalmamıştı. Çatırdayan arabanın tümden parçalanması için bir ağaç dalma takılması ya da tekerleğinin altına bir taş girmesi yeterliydi. Araba yolun ortasından gidiyordu ve yolda onun geldiğini görenlerin attığı korku çığlıkları duyulmaktaydı.

Birden Ali çubuğunu bıraktı, cebinden kemendini çıkarıp savurdu, soldaki atm ön ayaklarına üç kez dolandı kement ve atın hızının şiddeti ile üç dört adım sürüklendi, ama bu üç dört adımm sonunda bağlanmış hayvan kapaklandı, arabanın okunun üzerine düştü ve onu kırdı, ayakta kalmış olan atm yoluna devam etmek için gösterdiği çabaları felce uğrattı. Arabacı bu bir anlık duruş sırasında oturduğu yerden aşağı atladı; ama Ali demir gibi parmaklarıyla ikinci atı burun deliklerinden kavradı ve acıdan kişneyen hayvan çırpınarak arkadaşının yanma uzandı.

Tüm bunlar kurşunun hedefine ulaşması kadar kısa bir sürede olup bitti.

Yine de kaza yerinin karşısındaki evden, bir adamın, ardında birçok hizmetçiyle birlikte koşup gelmesine yetti. Arabacı kapıyı açtığı anda adam, bir eliyle yastıklara tutunup öbür eliyle bayılmış oğlunu göğsüne bastıran kadını gezinti arabasından çıkardı. Monte Kristo ikisini de salona taşıdı ve bir kanepenin üzerine bırakarak:

"Artık hiçbir şeyden korkmayınız madam," dedi, "kurtuldunuz."

Kadın kendine geldi ve yanıt olarak tüm dualardan daha anlamlı bir bakışla oğlunu gösterdi.

Gerçekten de çocuk hâlâ baygındı.

"Evet madam, anlıyorum," dedi kont çocuğu inceleyerek; "ama sakin olunuz, başına kötü bir şey gelmedi, sadece korku onu bu duruma soktu."

"Ah! Mösyö," diye bağırdı kadın, "bunları beni rahatlatmak için söylemiyorsunuz ya? Ne kadar solgun olduğunu görüyorsunuz! Oğlum, çocuğum! Edouard'ım benim! Annene yanıt ver! Ah! Mösyö! Bir doktor çağırtın. Oğlumu bana geri getirene servetimi veririm!" Monte Kristo iki gözü iki çeşme ağlayan anneyi sakinleştirmek için eliyle bir hareket yaptı; ve bir çekmeceyi açarak, aradan altın kakmalı, içinde kan rengi bir likör bulunan Bohemya işi kapaklı küçük bir şişe çıkardı ve çocuğun dudaklarına tek bir damla damlattı. Çocuk her ne kadar solgun da olsa hemen gözlerini açtı.

Bunu gören annenin sevinci taşkınlık derecesindeydi.

"Neredeyim?" diye bağırdı kadın, "bu kadar korkunç bir deneyimden sonra bunca mutluluğu kime borçluyum?"

"Sizi bir acıdan kurtarabildiği için çok mutlu olan bir adamın evindesiniz madam," diye yanıt verdi Monte Kristo.

"Ah! lanet olası merak," dedi kadın. "Tüm Paris Madam Danglars'ın göz kamaştırıcı atlarından söz ediyordu, ben de onları denemeye kalkmak gibi bir çılgınlığa kapıldım." "Nasıl!" diye bağırdı kont şaşırmış rolünü çok iyi oynayarak, "bunlar baronesin atları mı?"

"Evet mösyö, onu tanıyor musunuz?"

"Madam Danglars'ı mı?.. Bu onura eriştim ve bu atların neden olduğu tehlikeden kurtulduğunuzu görmekle mutluluğum daha da arttı; çünkü bu tehlikenin benim yüzümden başınıza geldiğini düşünebilirdiniz: Bu atları dün barondan satın almıştım; ama barones buna öylesine üzülmüş göründü ki onları benden armağan olarak kabul etmesini rica ederek geri gönderdim."

"O zaman siz, Hermine'in bana dün o kadar sözünü ettiği Monte Kristo Kontu musunuz?"

"Evet madam," dedi kont.

"Ben de mösyö, Madam Helo'ise de Villefort'um."

Kont karşısında hiç bilmediği bir ad söylenmişçesine saygıyla eğildi.

"Ah! Mösyö de Villefort ne kadar minnettar kalacak!" dedi Heloıse; "çünkü size ikimizin de hayatını borçlu: Siz ona karısını ve oğlunu geri verdiniz. Gerçekten de gözüpek hizmetkarınız olmasaydı bu sevgili çocuk ve ben ölmüş olacaktık."

"Heyhat! Madam! Karşı karşıya kaldığınız tehlikeyi düşününce hâlâ ürperiyorum." "Ah! bu adamın özverisini gereği gibi ödüllendirmeme izin vereceğinizi umarım." "Madam," diye yanıt verdi Monte Kristo, "sizden benim Ali'yi ne övgülerle ne de ödüllerle şımartmamanızı rica ediyorum: Bunlar edinmesini istemediğim alışkanlıklar. Ali benim kölemdir; sizi kurtarırken bana hizmet ediyordu, bana hizmet etmek"de onun görevidir."

"Ama hayatını tehlikeye attı," dedi bu üstünlük ifadesi ses tonunun garip bir biçimde

etkilediği Madam de Villefort.

"Ben onun hayatım kurtardım madam," diye yanıt verdi Monte Kristo, "bu nedenle de onun hayatı bana ait."

Madam de Villefort sustu: Belki de daha ilk anda insanların üstünde bu kadar derin etki yaratan bu adamı düşünüyordu.

Bu sessizlik anında kont annesinin öpücüklere boğduğu çocuğu rahatça gözlemliyordu. Çocuk küçük, solgun, kızıl renkli çocuklar gibi beyaz tenliydi, ama yine de siyah, kıvır kıvır gür saçlan çıkık alnını örtüyor, yüzünü çevreleyip omuzlarına düşerken sinsi bir kötülükle dolu gözlerini ve gençlere özgü hainliğini iyice açığa çıkarıyordu; henüz pembeleşmeye başlayan ağzı geniş, dudakları inceydi; sekiz yaşındaki çocuğun yüz çizgileri onu en azından on iki yaşında, gösteriyordu, ilk hareketi sert bir atılışla annesinin kollarından kurtulmak ve kontun kapaklı iksir şişesini aldığı çekmeceyi açmaya gitmek oldu; sonra hemen kimseden izin almadan tüm şımarıklıkları yapmaya alışmış bir çocuk olarak küçük şişelerin kapaklarını açmaya başladı.

"Buna dokunmayınız dostum," dedi kont sertçe, "bu likörlerin bazıları sadece içince değil soluyunca bile tehlikelidir."

Madam de Villefort'un rengi kaçtı, oğlunun kolunu tuttu ve kendine çekti; ama korkusu geçince, çekmeceye kontun geçerken gördüğü kısa ama anlamlı bir göz attı.

O sırada Ali içeri girdi.

Madam de Villefort sevinçli bir hareket yaptı ve çocuğu biraz daha kendine çekerek:

"Edouard," dedi, "bu iyi hizmetkarı görüyor musun? O çok yürekliydi, bizi sürükleyen atları ve parçalanacak olan arabayı durdurmak için hayatını tehlikeye attı. Ona teşekkür et, çünkü o olmasaydı belki de şu anda ikimiz de ölmüş olacaktık."

Çocuk dudaklarını uzattı ve hor görür gibi başım çevirdi.

"O çok çirkin," dedi.

Kont, çocuk sanki umutlarından birini gerçekleştirmiş gibi gülümsedi; Madam de Villefort'a gelince, oğlunu, eğer küçük Edouard'ın adı Emile olsaydı Jean-Jacques Rousse-au'nun hiç de hoşuna gitmeyecek bir ölçülülükle azarladı.

"Görüyor musun?" dedi kont Ali'ye Arapça, "bu hanım oğlundan, ikisinin de hayatlarını kurtardığın için sana teşekkür etmesini istiyor, çocuk ise senin çok çirkin olduğunu söylüyor."

Ali bir an zeki yüzünü yana çevirdi ve çocuğa açık olmayan bir ifadeyle baktı; ama burun deliklerinin hafif titremesinden, kont Ali'nin ta yüreğinden yaralandığını anladı.

"Mösyö," dedi Madam de Villefort, gitmek üzere ayağa kalkarken, "bu ev her zaman oturacağınız konut mu?"

"Hayır madam," diye yanıt verdi kont, "burası satın aldığım bir tür başımı sokacak bir yer; Champs-Elysees caddesinde, 30 numarada oturuyorum. Ama tam olarak kendinize geldiğinizi ve gitmek istediğinizi görüyorum. Aynı atların benim arabama koşulmasını emrettim, Ali, o kadar çirkin olan bu çocuk," dedi çocuğa gülümseyerek, "sizi evinize bırakmaktan onur duyacaktır, bu arada arabacınız da bindiğiniz arabayı onarmak için burada kalacak. Bu iş biter bitmez benim koşulmuş hayvanlarımdan biri arabayı doğrudan doğruya Madam Danglars'ın evine götürecek."

"Ama," dedi Madam de Villefort, "aym atlarla gitmeye asla cesaret edemem."

"Ah! göreceksiniz madam," dedi Monte Kristo, "Ali'nin elinde onlar kuzu gibi uysal olacaklardır."

Gerçekten de Ali zar zor ayaklanmn üstünde doğrultulan hayvanlara yaklaşmıştı. Elinde kokulu sirkeye batırılmış küçük bir sünger tutuyordu; onunla atların ter ve köpükle örtülü burun deliklerini, şakaklarını ovaladı, hemen arkasından atlar gürültülü bir biçimde soluk alıp vermeye başladılar ve tüm bedenleri birkaç saniye boyunca titreyip durdu.

Sonra arabanın döküntülerinin ve olayın gürültüsünün evin önüne topladığı insan kalabalığı arasında atlan kontun kupa arabasına koştu, dizginleri topladı, yerine oturdu ve bu hayvanların bir kasırga gibi sürüklendiğini gören oradaki insanlar Ali'nin hayvanları hareket ettirmek için kamçısını vargücüyle kullanmak zorunda kalması karşısında büyük bir şaşkınlığa düştüler; yine de serseme dönmüş, donup kalmış, ölü gibi duran ünlü bakla kırı atlar son derece sarsak ve bitkin bir biçimde tırısa kalktıkları için Madam de Villefort'un, oturduğu Faubourg Saint-Honore'ye varması yaklaşık iki saat sürdü.

Evine varır varmaz, ailenin ilk heyecanı yatıştıktan sonra, Madam Danglars'a aşağıdaki pusulayı yazdı:

Sevgili Hermine,

Oğlumla benim hayatlarımız, dün o kadar sözünü ettiğimiz ve bugün göreceğimi hiç ummadığım Monte Kristo Kontu tarafından mucize sayılacak bir biçimde kurtarıldı. Dün bana ondan o kadar heyecanla söz etmiştiniz ki ben bu küçücük aklımın erdiği kadarıyla alay etmekten kendimi alamamıştım, ama bugün bu heyecanı, onu uyandıran adam için çok yetersiz buluyorum. Atlarınız Ranelagh'ta, bir çılgınlığa kapılmışçasına koşturuyorlardı ve eğer kontun hizmetinde olan bir Arap, bir zenci, bir Sudanlı, yani kara bir adam, hayatını tehlikeye atarak, sanırım konttan gelen bir işaret üzerine, hayvanların hızını kesmiş olmasaydı, zavallı Edouard'ım ve ben yoldaki ilk ağaca ya da kasabanın ilk sınır taşına çarpıp büyük bir olasılıkla paramparça olacaktık. Kont hemen koştu, bizi, Edouard'ı ve beni, evine götürdü, ve orada oğlumu yaşama döndürdü. Konağa onun arabasıyla döndüm; sizinki yarın evinize gönderilecek. Bu kazadan sonra hayvanlarınızı zayıf düşş bulacaksınız; atlar serseme dönmüş gibi; bir adam tarafından yola getirilmiş olmayı hazmedemiyorlar sanki. Kont, ahırdaki otların üstünde iki günlük dinlenmenin ve sadece arpayla beslenmenin onları eskisi gibi sağlıklı yani dünkü kadar korkutucu bir duruma getireceğini size söylememi istedi.

Hoşçakalın! Gezintim için size teşekkür etmiyorum, ama düşünüyorum da koşum hayvanlarınızın kaprisleri nedeniyle size karşı hınç duymak nankörlük olur; çünkü o kaprislerden biri sayesinde Monte Kristo Kontunu görmüş oldum ve sahip olduğu milyonlar dışında ünlü yabancı bana öyle merak uyandırıcı, öyle ilginç bir konu gibi görünüyor ki ne olursa olsun onu incelemek istiyorum, belki de sizin atlarınızla ormanda tekrar bir gezintiye çıkmam iyi olur.

Edouard kazayı inanılmaz bir cesaretle karşıladı. Bayıldı ama ne önce bir çığlık attı ne de sonra bir damla gözyaşı döktü. Bana yine annelik aşkının beni kör ettiğini söyleyeceksiniz; bu kadar dayanıksız ve bu kadar kırılgan olan bu küçük bir bedenin içinde demir gibi bir ruh var.

Sevgili Valentine'imiz sevgili Eugenie'nize iyi dileklerini gönderiyor; ben de sizi tüm kalbimle kucaklıyorum.

Heloise de Villefort.

Not: Bir yolunu bulup beni evinizde Monte Kristo Kontuyla karşılaştırınız, onu kesinlikle yeniden görmek istiyorum. Zaten Mösyö de Villefort'dan onu gidip görmesi için söz aldım; umarım o da bu ziyarete karşılık verir.

Akşam, Auteuil'deki olay tüm konuşmaların konusu olmuştu: Albert annesine bunu anlatıyor, Château-Renaud Jokey Kulübü'nde, Debray bakanlık salonunda bundan söz ediyordu; Beauchamp ise gazetesinde konta iltifatlar ediyor, yirmi satırlık günlük olaylar bölümünde soylu yabancıyı tüm aristokrat kadınların gözünde bir kahraman yapıyordu.

Birçok kişi uygun bir zamanda Madam de Villefort'u yeniden ziyaret edebilmek ve bu güzel serüvenin tüm ayrıntılarını onun ağzından duymak için randevu alıyordu.

Mösyö de Villefort'a gelince Helo'ise'in dediği gibi siyah bir giysi, beyaz eldivenler ve en güzel üniforması ile o akşam arabasına bindi ve Champs-Elysees'de 30 numaralı evin kapısına gelip durdu.

İDEOLOJİ

Eğer Monte Kristo Kontu uzun süredir Paris çevresinde yaşıyor olsaydı o zaman Mösyö de Villefort'un ona karşı davranışının değerini tam olarak anlayabilirdi.

Sarayda hükümdarlık eden kral küçük ya da büyük çocuğun soyundan da gelse, yönetimdeki bakan doktriner, liberal ya da tutucu da olsa, hiç siyasal başarısızlıklar göstermemiş insanların adının becerikliye çıkması gibi, hepsi tarafından becerikli olarak bilinen, birçok kişinin nefret ettiği, ama kimse tarafından sevilmediği halde kimilerince ateşli bir biçimde korunan Mösyö de Villefort, yargıçlar kurulunda yüksek konumlardan birine sahipti ve bu konumda bir Harlay ya da bir Mole tavrı sergiliyordu. Genç karısı ve ilk eşinden olan on sekiz yaşlarındaki kızı tarafından yeni bir ruh verilen salonunun, geleneklere saygının ve törensel davranışların önemsendiği Paris'in ciddi salonlarından hiç de aşağı kalır yanı yoktu. Soğuk kibarlık, hükümetlerin ilkelerine kesin bağlılık, kuramlara ve kuramcılara karşı büyük bir küçümseme, ideologlara karşı büyük bir hınç, işte Mösyö de Villefort'un evinde ve evinin dışında dile getirdiği yaşam kuralları bunlardı.

Mösyö de Villefort sadece yargıç değil, neredeyse bir diplomattı. Eski sarayla yürüttüğü her zaman saygı ve onurla sözü edilen ilişkileri yenisinde de ona karşı saygı uyandırıyordu ve o kadar çok şey biliyordu ki onu her zaman kollamakla kalmayıp kimi zaman ona danışıyorlardı da. Eğer Mösyö de Villefort'dan kurtulabilseydiler durum böyle olmayacaktı ama o efendilerine başkaldıran asi derebeyleri gibi zorla ele geçirilemeyecek bir kalede oturuyordu. Bu kale, tüm avantajlarını sonuna kadar kullandığı, ancak kendini milletvekili olarak seçtireceği ve böylece tarafsızlığım muhalefetle değiştirebileceği zaman bırakacağı, krallık savcılığı görevi idi.

Genelde Mösyö de Villefort çok az ziyaret yapıyor ya da bir ziyarete karşılık veriyordu. Bunu onun yerine karısı yapıyordu: Bu herkesin, yargıcın ciddi ve çok sayıda uğraşını göz önüne alarak, kabul ettiği bir şeydi, oysa aslında sadece kibrinin, aristokrat duruşunun bir sonucu ve şu özdeyişin uygulamasıydı: Kendine değer veriyormuş gibi görün ki sana değer versinler; bizim toplumumuzda Yunanlıların kendini bil kendini, özdeyişine göre yüz kez daha yararlı bir özdeyiş: bu deyişin yerini de günümüzde, daha yararlı ve daha kolay olan başkalarını tanıma sanatı almıştır.

Mösyö de Villefort, dostlan için güçlü bir koruyucu, düşmanları için duyarsız, ama zorlu bir hasımdı; tarafsızlar için ise yasanın insan biçimi almış yontusuydu: Kendini be-genmiş duruş, duygusuz dış görünüş, donuk ve sıkıcı ya da küstahça inceleyen delici bakışlar; üst üste gelen dört devrimin önce oluşturduğu sonra da yücelttiği adam böyle biriydi işte.

Mösyö de Villefort Fransa'nın en meraksız ve en sıradışı adamı olarak ün yapmıştı; her yıl bir balo veriyor ve orada sadece on beş dakika görünüyordu, yani kralın kendi davetlilerine göründüğünden kırk beş dakika daha az; ne tiyatrolarda, ne konserlerde ne de halka açık yerlerde onu hiç görmüyorlardı; kimi zaman ama çok ender olarak whist oyununa katılıyordu ve o zaman ona yaraşır oyuncular seçmeye özen gösteriyorlardı: Bunlar bir elçi, bir başpiskopos, bir prens ya da kocasından kendisine dulluk geliri kalmış yaşlı bir düşes oluyordu.

işte arabası Monte Kristo'nun kapısı önünde durmuş olan adam böyle biriydi.

Kont büyük bir masanın üstüne eğilmiş, Sen Petersburg'dan Çin'e giden yolu bir harita üzerinde izlediği sırada özel uşağı Mösyö de Villefort'un geldiğini haber verdi.

Krallık savcısı mahkemeye girermiş gibi ağır ve düzenli adımlarla içeri girdi; bu aynı adamdı ya da eskiden savcı yardımcısı olarak Marsilya'da gördüğümüz adamın devamıydı. İlkelerinde tutarlı olan doğa, izlemesi gereken seyir sırasında onda hiçbir değişiklik yapmamıştı. İnce iken zayıf olmuş, soluk iken sararmıştı; çukura batmış gözleri çökmüştü, göz çukurunun üstünde duran altın çerçeveli gözlükleri yüzünün bir parçası gibiydi; beyaz kravatı dışında giysisinin geri kalanı tümüyle siyahtı ve bu iç karartıcı renk, ceketinin iliğinden belirgin olmayan bir biçimde geçen ve fırçayla yapılmış kandan bir çizgi gibi görünen kırmızı kurdelenin yaptığı ince hat ile kesiliyordu.

Monte Kristo kendisine ne kadar hâkim olsa da onun selamına karşılık verirken gözle görünür bir merakla yargıcı inceledi, her zamanki alışkanlığıyla güvensiz ve özellikle toplumsal mucizeler konusunda pek saf olmayan yargıç, soylu yabancının -Monte Kristo şimdiden böyle anılıyordu- kişiliğinde bir Papalık prensini ya da Binbir Gece Masalla-r ı'ndaki bir sultanı görmek yerine, yeni bir tiyatro kurmaya gelen bir dolandırıcıyı ya da tüm bağlarını koparmış kötücül birini görmeye daha yatkındı.

"Mösyö," dedi Villefort, yargıçların mahkemede iddianamelerini okudukları sırada kullandıkları ve konuştukları zaman da değiştiremedikleri ya da değiştirmek istemedikleri yapmacık tiz bir tonda, "mösyö, dün karıma ve oğluma yaptığınız, üzerinde önemle durulması gereken hizmet nedeniyle size teşekkür etmeyi bir görev biliyorum. Bu görevi yerine getirmek ve tüm minnettarlığımı size bildirmek için geldim."

Bu sözleri söylerken savcının sert bakışları her zamanki küstahlığından hiçbir şey yi-tirmemişti. Söylediği sözleri başsavcının sesiyle, daha önce yinelediğimiz gibi yağcılarına onun için yasaların canlı yontusu dedirten, boynunun ve omuzlarının eğilmez dik duruşuyla, tane tane söylemişti.

"Mösyö," diye yanıt verdi kont buz gibi bir soğuklukla, "bir annenin çocuğunu yitirmesine engel olabildiğim için çok mutluyum, çünkü analık duygusunun tüm duyguların en kutsalı olduğu söylenir ve benim hissettiğim bu mutluluğu, yerine getirilmesi beni kuşkusuz onurlandıran bir görevi yerine getiren siz duyamazsınız çünkü, Mösyö de Vil-lefort'un bana gösterdiği bu lütfü herkese göstermediğinin farkındayım; ama bu lütuf ne kadar değerli olursa olsun, bende gerçek bir hoşnutluk duygusu uyandıramaz."

Villefort bu hiç beklemediği çıkış karşısında şaşırmıştı, zırhın üstünden aldığı darbeyi hisseden bir asker gibi titredi, küçümser dudaklarının bir kıvrımı daha ilk bakışta Monte Kristo Kontunu uygar bir centilmen olarak görmediğine işaret ediyordu.

Villefort, kesilen ve kesilirken de bitmiş gibi görünen konuşmayı yeniden başlatmak için bir şeyler bulma amacıyla çevresine bir göz attı.

İçeri girdiği sırada Monte Kristo'nun incelediği haritayı gördü ve konuşmaya başladı: "Coğrafyayla mı ilgileniyorsunuz mösyö? Bu çok zengin bir konudur, özellikle söylenenlere göre bu atlasın üzerine çizilmiş birçok ülkeyi görmüş olan sizin için."

"Evet mösyö," diye yanıt verdi kont, "sizin her gün istisnalar üzerinde uyguladığınızı ben toplu halde insan türü üstünde yapmak istedim yani fizyolojik bir inceleme. Tümdengelimin benim için tümevarımdan daha kolay olacağını düşündüm. Bu bilinmeyenden bilinene değil bilinenden bilinmeyene varılmasını gerektiren bir cebir aksiyomudur. Ama oturunuz mösyö, rica ederim..."

Ve Monte Kristo eliyle krallık savcısına bir koltuk gösterdi, o da birkaç adım atma zahmetine katlanmak zorunda kaldı; oysa ki kont, krallık savcısı içeri girdiğinde üstüne dizlerini koymuş olduğu koltuğa bırakıverdi kendini; böylece kont ziyaretçisine yarı dönmüş, sırtını pencereye vermiş, dirseğini o anda konuşmanın konusu olan coğrafya haritasına dayamış durumdaydı ve konuşma, Morcerflerde ve Danglarslarda olduğu gibi, duruma değilse bile en azından kişilere tümüyle uygun bir gelişme gösteriyordu.

"Ah! felsefe yapıyorsunuz," dedi Villefort zorlu bir hasımla karşılaştığında güç toplamak isteyen bir atlet gibi bir an sessiz kaldıktan sonra. "Ama mösyö inanın, eğer sizin gibi yapacak hiçbir işim olmasaydı daha az hüzünlü bir uğraş seçerdim."

"Doğru, mösyö," dedi Monte Kristo, "insan, onu güneşin mikroskobunda inceleyen biri için çirkin bir tırtıldır. Ama sizin de söylediğiniz gibi sanırım yapacak hiçbir işim yok. Ama acaba siz yapacak bir işiniz olduğunu düşünüyor olabilir misiniz mösyö? Ya da daha açık konuşursak, yaptığınız işin ona bir ad verme zahmetine değeceğini mi sanıyorsunuz?"

Villefort'un şaşkınlığı, bu garip hasmın bu kadar sert bir biçimde vurduğu ikinci darbeyle iki katma çıktı; yargıç uzun zamandır bu kadar büyük bir aykırılığın dile getirilişini duymamıştı ya da daha doğrusu ilk kez böyle bir şey işitiyordu.

Krallık savcısı yanıt vermek için seferber oldu.

"Mösyö," dedi, "siz yabancısınız, bunu kendiniz de söylüyorsunuz, sanırım hayatınızın bir bölümü Doğu ülkelerinde geçti; bu barbar yörelerde hemen uygulanan insan adaletinin bizde sabırlı ve ölçülü olduğunu bu nedenle bilmiyorsunuz."

"Evet, mösyö, evet; bu ilkçağın pede claudo'su. Tüm bunları biliyorum, çünkü özellikle ilgilendiğim şey tüm ülkelerdeki adalet; doğanın adaletiyle kıyasladığım şey ise tüm ulusların suçları yargılama usûlü oldu ve şunu söylemeliyim ki mösyö, Tanrı'nın isteğine en uygun bulduğum yasa, ilkel halkların yasası yani kısasa kısas yasasıdır.".

"Eğer bu yasa benimsenseydi mösyö," dedi krallık savcısı, "bizim yasalarımızı çok sa-deleştirirdi ve böylece yargıçlarımızın, biraz önce söylemiş olduğunuz gibi, artık yapacakları çok fazla bir şey olmazdı."

"Belki bir gün bu da olur," dedi Monte Kristo; "insanların buluşlarının karmaşıktan basite doğru gittiğini, basitin de kusursuz olduğunu biliyorsunuz."

"Bu arada mösyö," dedi yargıç, "yasalarımız Galya âdetlerinden, Roma yasalarından, Frank geleneklerinden alınmış çelişik maddeleri içerir; oysa bildiğiniz gibi tüm bu yasalar konusunda bilgi edinmek uzun çalışmalar ister ve bu bilgiye ulaşmak için uzun bir tahsil ve bir kez ulaşınca unutmamak için de büyük bir zeka gerekir."

"Ben de bu kanıdayım mösyö; ama sizin Fransız yasaları hakkında bildiğiniz her şeyi ben de biliyorum, hem de sadece bu yasalar hakkında değil tüm ulusların yasaları hakkında her şeyi biliyorum: Ingiliz, Türk, Japon, Hindu yasalan benim için Fransız yasaları kadar tanıdık; bu nedenle göreceli olarak -her şeyin göreceli olduğunu biliyorsunuz mösyö- benim tüm yaptıklarıma bakarsak sizin yapacak çok az şeyiniz var, öğrendiğim şeylere oranla sizin öğreneceğiniz daha pek çok şey var."

"Ama tüm bunları ne amaçla öğrendiniz?" dedi Villefort şaşırarak.

Monte Kristo gülümsedi.

"Pekala mösyö," dedi; "kendini büyük gören bir insan olarak ün yapmış olmanıza karşın toplumda insanla başlayıp insanla biten her şeyi özdeksel ve basit açıdan yani insan zekasının benimseyebileceği en kısıtlı ve en dar açıdan gördüğünüzü anlıyorum."

"Açıklar mısınız mösyö," dedi Villefort gitgide daha da şaşırarak, "sizi pek iyi anlayamadım."

"Gözlerinizi ulusların toplumsal düzenlemesi üzerine dikmiş olup sadece makinenin zembereklerini gördüğünüzü, ama onu harekete geçiren soylu işçiyi görmediğinizi söylüyorum; sadece önünüzde ve çevrenizde unvanları bakanlar ya da krallar tarafından imzalanmış mevki sahiplerini gördüğünüzü, oysa Tanrı'nın bazı insanlara bu mevkileri doldurmak yerine yürütecekleri bir görev vererek onlara bakanların, kralların üstünde yer verdiğini söylüyorum; bu insanları sınırlı görüş açınızla göremediğinizi söylüyorum. Organları güçsüz ve eksik olan insanın zayıflığı buradadır işte. Tobit kendisinin yeniden görmesini sağlamak için gelen meleği sıradan bir genç adam sanıyordu. Uluslar kendilerini yok edecek olan Attila'yı tüm fatihler gibi bir fatih sanıyorlardı ve her ikisinin de ne olduklarının anlaşılması için tanrısal görevlerini açığa vurmaları gerekti; her ikisinin kutsal özlerinin açığa çıkması için birinin: 'Ben Tanrının meleğiyim,' öbürünün: 'Ben Tan-rı'nın çekiciyim,' demesi gerekti."

"O zaman," dedi gitgide daha çok şaşırmış, bir meczup ya da bir deli ile konuştuğunu sanan Villefort, "siz kendinizi de biraz önce sözünü ettiğiniz olağanüstü varlıklardan biri gibi mi görüyorsunuz?"

"Neden olmasın?" dedi Monte Kristo soğuk bir biçimde.

"Bağışlayın mösyö," dedi Villefort, allak bullak olmuş bir halde, "ama evinize gelirken bilgisi ve düşüncesi insanların alışılmış bilgi ve düşüncesini çok aşan bir insanla karşılaşacağımı bilmediğim için özür dilerim. Uygarlığın bozduğu bizim gibi zavallılarda bu hiç de alışılmış bir şey değildir, sizin gibi büyük bir servetin sahibi olan, en azından öyle olduğu sanılan kibar beyler, sorgulamadığıma, sadece yinelediğime, alışılmamış dediğime dikkat ediniz, zenginlik ayrıcalığına sahip kişiler, olsa olsa yazgının yeryüzünün nimetlerinden yoksun bıraktığı kişileri avutmak için oluşturulmuş toplumsal kurgularla, felsefe-sel düşüncelerle zamanlanın yitirirler."

"Eh! Mösyö," dedi kont, "sahip olduğunuz yüksek konuma istisnaların olabileceğini hiç düşünmeden ve hattâ bu istisnalarla hiç karşılaşmadan mı geldiniz? O kadar inceliğe ve güvene gereksinimi olan dikkatinizi karşınıza çıkan adamı bir bakışta değerlendirmek için hiç kullanmadınız mı? Bir yargıcın, yasanın en iyi uygulayıcısı, hileli davaların karanlıklarının en kurnaz yorumcusu değil, kalpleri anlamak için çelik bir sonda, her ruhun her zaman az ya da çok alaşımı olan altını sınamak için bir denektaşı olması gerekmez mi?"

"Mösyö," dedi Villefort, "inanın beni utandmyorsunuz, şimdiye kadar kimsenin sizin gibi konuştuğunu duymadım."

"Bu sizin sürekli olarak yüksek mevkiler çemberi içine tıkılıp kalmanızdan ve hiçbir zaman Tanrı'nın görünmez ya da ayrıcalıklı varlıklarla doldurduğu üst çevrelere kanat açıp yükselmeye cesaret edemeyişinizdendir."

"Bu çevrelerin var olduğuna, ayrıcalıklı ve görünmez varlıkların aramıza kanştıkları-na inanıyor musunuz mösyö?"

"Neden olmasın? Soluk aldığınız ve o olmasa yaşayamayacağınız havayı görüyor musunuz?"

"O zaman biz sözünü ettiğiniz varlıkları görmüyoruz, öyle mi?"

"Görüyoruz, Tanrı somutlaşmalarına izin verdiğinde onları görüyorsunuz, onlara dokunuyorsunuz, dirsek dirseğe geliyorsunuz, onlara bir şeyler söylüyorsunuz, onlar da size yanıt veriyorlar."

"Ah!" dedi Villefort gülümseyerek, "bu varlıklardan biri benimle bağlantı kuracak olduğunda, bunu önceden bilmek istediğimi itiraf ediyorum."

"İsteğiniz yerine getirildi mösyö; çünkü biraz önce size bildirildi, şimdi de ben size bildiriyorum."

"Siz mi?"

"Ben bu ayncalıklı varlıklardan biriyim, evet mösyö ve sanırım bugüne kadar hiç kimse benimkine benzer bir durumda bulunmadı. Kralların krallıkları dağlarla, nehirlerle, törelerin değişmesiyle, dillerin dönüşümüyle sınırlıdır. Benim krallığım dünya kadar büyüktür, çünkü ben ne Italyanım, ne Fransız, ne Hindu, ne Amerikalı ne de İspanyol: Ben evrendeşim. Hiçbir ülke beni doğarken gördüğünü söyleyemez. Benim ölümümü hangi ülkenin göreceğini Tanrı bilir. Tüm âdetleri benimserim, tüm dilleri konuşurum. Siz benim Fransız olduğumu sanıyorsunuz değil mi? Çünkü Fransızcayı sizin kadar kolaylıkla ve sizin kadar temiz konuşuyorum. Örneğin benim Sudanlı Ali beni Arap sanıyor; kahyam Bertuccio Romalı, kölem Haydee de Yunanlı olduğuma inanıyor. Hiçbir ülkeden ol-madiğim, hiçbir hükümetten korunmak istemediğim, kimseyi kardeşim olarak tanımadığım için güçlüleri durduran kuruntuların ya da zayıfları felce uğratan engellerin birinin bile beni durdurmadığını ya da felce uğratmadığını anlıyor olmalısınız. Benim sadece iki hasmım var: iki yengin diyemeyeceğim, çünkü direnerek onlara boyun eğdiriyorum: bunlar uzaklık ve zaman. Üçüncüsü ve en ürkütücü olanı benim ölümlü bir insan olma durumum. Yürüdüğüm yolda ve amacıma ulaşamadan beni durdurabilecek tek şey bu: Geriye kalan her şeyi hesapladım. İnsanların yazgının şansları dedikleri şeyi, yani yıkım, değişme, olasılıklar, bunların hepsini önceden düşündüm, bunlardan biri başıma gelse bile hiçbiri beni deviremez. Ölmedikçe her zaman olduğum gibi kalacağım; bu nedenle size hiçbir zaman, krallardan bile duymadığınız şeyleri söylüyorum, çünkü kralların size ihtiyacı var, öbür insanlar ise sizden korkuyorlar. Bizimki gibi gülünç bir biçimde düzenlenmiş bir toplumda kim, "Belki bir gün krallık savcısına işim düşer!' diye düşünmez ki?" "Peki siz bunu söyleyebilir misiniz mösyö? Çünkü Fransa'da oturduğunuza göre doğal olarak Fransız yasalarına uymak zorundasınız."

"Biliyorum mösyö," diye yanıt verdi Monte Kristo; "bir ülkeye gitmek zorunda olduğum zaman kendime özgü yöntemlerle bir şeyler beklemek ya da korkmak zorunda kalabileceğim tüm insanları incelemeye başlanm, onları kendileri kadar hattâ belki de kendilerinden iyi tanımayı başarırım. Bu da, kim olursa olsun, kime işim düşerse düşsün kralın savcısının kesinlikle benden daha zor durumda kalacağı sonucunu doğurur."

"Bu da şu anlama geliyor," dedi Villefort duraksayarak, "insanın doğası zayıf olduğu için size göre her insan yanlışlar yapmıştır."

"Yanlışlar yapmıştır ya da... suç işlemiştir," diye kayıtsızca yanıt verdi Monte Kristo. "Kardeşleriniz olarak tanımadığınız bu insanlar arasında, bunu siz söylemiştiniz," dedi Villefort hafif bozuk bir sesle, "sadece siz mi kusursuzsunuz?"

"Hayır, hiç de kusursuz değilim," diye yanıt verdi kont; "anlaşılması zor biriyim, hepsi bu. Ama konuşma hoşunuza gitmiyorsa konuyu kapatalım mösyö; sizin adaletinizden, sizin benim altıncı duyumdan korktuğunuzdan daha fazla korkmuyorum."

"Hayır, hayır mösyö," dedi Villefort sertçe, kuşkusuz geri adım atmış gibi görünmekten korkarak, "hayır! Parlak ve neredeyse soylu konuşmanızla beni alışılmış düzeylerin üstüne çıkardınız; artık konuşmuyoruz, bir konuda açıklamalar yapıyoruz. Bildiğiniz gibi kimbilir kaç din bilgini Sorbonne'daki kürsüsünde ya da kaç felsefeci tartışmaları sırasında zaman zaman birbirlerine korkunç gerçeklerden söz ediyorlar: Toplumsal din bilgisi ya da din felsefesi yaptığımızı düşünelim, ne kadar katı olursa olsun size şunu söyleyeceğim: Kardeşim, kibri bir yana bırakın; siz başkalarının üstündesiniz, ama sizin üstünüzde Tanrı var."

"Herkesin üstünde, mösyö!" diye Monte Kristo öyle derinden gelen bir sesle yanıt verdi ki Villefort elinde olmadan ürperdi. "Ben, kendilerini ezmeden önüne geçen birine karşı her zaman dikleşmeye hazır yılanlara, yani insanlara karşı kibirliyim. Ama bu kibri, beni bugünkü ben yapmak için hiçlikten çekip çıkaran Tanrı'nın önünde bu kibri bırakırım."

"O zaman size hayranım saym kont," dedi, bu garip konuşma sırasında o zamana kadar mösyö dediği yabancıya karşı bu aristokrat kalıbı ilk kez kullanan Villefort. "Evet, söylediğim gibi, eğer gerçekten güçlüyseniz, gerçekten üstünseniz gerçekten aziz ya da nüfuz edilmezseniz, ki bunların aynı anlama geldiği konusunda haklısınız, kibirli olun mösyö; bu egemenlikler yasasıdır. Ama yine de bir tutkunuz var mı?"

"Bir tutkum oldu mösyö."

"Hangi tutku?"

"Herkesin hayatında bir kez başına gelen şey benim de başıma geldi, şeytan tarafından yeryüzünün en yüksek tepesine kaçırıldım; oraya varınca şeytan bana tüm dünyayı gösterdi ve daha önce İsa'ya söylediği gibi bana da şöyle dedi: 'Söyle bakalım insanoğlu, bana tapmak için ne istersin?' O zaman uzun uzun düşündüm, çünkü uzun süredir korkunç bir tutku içimi kemiriyordu; sonra ona yanıt verdim: 'Dinle, her zaman Yazgı'dan söz edildiğini duydum, ama ne onu ne de ona benzeyen hiçbir şey görmedim, bu da bana onun var olmadığını düşündürdü; Yazgı olmak istiyorum, çünkü dünyada en güzel, en büyük ve en yüce bildiğim şey ödüllendirmek ve cezalandırmak.' Şeytan başını eğdi ve içini çekti. 'Yanılıyorsun,' dedi, 'Yazgı vardır; sadece sen onu görmüyorsun, çünkü Tanrı-'nın kızı olan Yazgı da babası gibi görünmezdir. Ona benzeyen hiçbir şey görmedin, çünkü Yazgı görünmez güçlerle hareket eder ve karanlık yollarda yürür; senin için tüm yapabileceğim seni bu Yazgı'nın görevlilerinden biri kılmak.' Pazarlık yapılmıştı; burada belki ruhumu yitirecektim, ama ne önemi vardı," dedi Monte Kristo, "pazarlık yeniden yapılacak olsaydı yine böyle davranırdım."

Villefort büyük bir şaşkınlıkla Monte Kristo'ya bakıyordu.

"Sayın kont," dedi, "ana babanız var mı?"

"Hayır, mösyö, dünyada tek başımayım."

"Yazık!"

"Neden?" diye sordu Monte Kristo.

"Çünkü kibrinizi paramparça edecek bir gösteriye tanık olabilirdiniz. Sadece ölümden korktuğunuzu söylemiştiniz değil mi?"

"Korktuğumu söylemedim, sadece ölümün beni durdurabileceğini söyledim."

"Ya yaşlılık?"

"Ben yaşlanmadan görevim sona erecek."

"Ya delilik?"

"Az kalsın deliriyordum, şu özdeyişi biliyorsunuz: non bis in idem bu ceza yasası ile ilgili bir özdeyiştir ve bu nedenle sizin yetki alanınıza girer."

"Mösyö," dedi Villefort, "ölümden, yaşlılıktan, delilikten başka korkulacak şeyler de vardır: Örneğin beyin kanaması, sizi öldürmeden vuran ve yine de her şeyin sona erdiği beklenmedik bir felaket. Hâlâ sizsinizdir ama yine de artık siz değilsinizdir; Ariel gibi bir meleğe benzeyen siz artık Caliban gibi canavar, devinimsiz bir kitlesinizdir.yalnızca; buna sadece, size söylediğim gibi insanların dilinde, beyin kanaması deniyor. Sayın kont, lütfen sizi anlayabilecek, sizin yanlışlarınızı ortaya koyabilecek bir hasımla karşılaşmayı istediğiniz gün bu konuşmayı sürdürmek için benim evime geliniz, size babamı, Mösyö Noirtier de Villefort'u, Fransız Devrimi'nin en ateşli devrimcilerinden birini, yani en sağlam örgütünün hizmetine girmiş en parlak yüreğini göstereceğim, belki sizin gibi yeryüzünün tüm krallıklarını görmemiş ama en güçlülerinden birinin altüst edilmesine yardımcı olmuş bir adamı, sizin gibi Tanrı'nın değil Yüce Varlık'ın, Yazgının değil alınyazısının gönderdiklerinden biri olduğunu savlayan bir adamı; işte mösyö, beynin bir lobundaki bir kan damarının kopması, bir günde değil, bir saatte değil bir saniyede her şeyi mahvetti. Bir gün önce eski Jakoben, eski senatör, eski carbonaro olan, giyotine gülen, topa gülen, hançere gülen Mösyö Noirtier, devrimlerle oynayan Mösyö Noirtier, Fransa'yı, kralın mat olması amacıyla sadece piyonların, atların ve kraliçenin ortadan kalkması gereken geniş bir satranç tahtası gibi gören Mösyö Noirtier, bu kadar korkutucu olan Mösyö Noirtier ertesi gün şu zavallı Mösyö Noirtier'ye,devinimsiz ihtiyara dönüştü, evin en zayıf varlığının, yani torunu Valentine'in isteklerine teslim edildi; sarsıntısızca tümüyle çürüyene kadar acı çekmeden yaşayacak dilsiz ve buz gibi bir kadavra."

"Fleyhat! Mösyö," dedi Monte Kristo, "bu görüntü benim ne gözlerime ne de düşüncelerime uzak; benim biraz doktorluğum vardır ve meslektaşlarım gibi birçok kez canlı maddede ya da ölü maddede ruh aradım; ve Yazgı gibi ruhu da her ne kadar yüreğimle görsem de gözlerimle göremedim. Sokrates'ten, Seneca'dan, Augustinus'tan, Gall'den bu yana yüz yazar sizin biraz önce kurduğunuz benzerliği düzyazı ya da şiirle gösterdi. Ama yine de bir babanın acılarının oğlunun ruhunda çok büyük değişiklikler yapabileceğini kabul ediyorum. Geleceğim mösyö, mademki benim bunu yapmamı istiyorsunuz, alçakgönüllülüğüme yararı olması için, evinizi hüzne boğmuş olması gereken o korkunç görünümü seyretmeye geleceğim."

"Tanrı bana büyük bir ödünlemede bulunmamış olsaydı kuşkusuz öyle olacaktı. Mezara doğru sürüklenerek inen ihtiyara karşılık yaşama yeni başlayan iki çocuk var: İlk evliliğimi yaptığım Matmazel de Saint-Meran'dan olan kızım Valentine ve yaşamını kurtardığınız oğlum Edouard."

"Bu ödünlemeden nasıl bir sonuç çıkarıyorsunuz mösyö?" diye sordu Monte Kristo. "Şu sonucu çıkarıyorum mösyö," diye yanıt verdi Villefort, "tutkularına kapılıp yolunu şaşıran babam insan adaletinin eline düşmeden, ama Tanrı adaletinden de kaçamadan bazı yanlışlar yaptı ve bir tek kişiyi cezalandırmak isteyen Tanrı da sadece onu vurdu." Monte Kristo, dudaklarında bir gülümseme ile, yüreğinin derinliklerinden, duyabil-seydi Villefort'u kaçıracak bir çığlık attı.

"Hoşçakalm mösyö," dedi, epey zamandır kalkmış ve ayakta konuşmakta olan savcı; "sizden çok değerli, beni daha iyi tanıdığınızda umanm size de hoş gelebilecek bir anı ile ayrılıyorum, çünkü ben hiç de sıradan bir adam değilim, tam tersine. Zaten sonsuza kadar Madam de Villefort'un dostluğunu kazandınız."

Kont selam verdi ve Villefort'u sadece çalışma odasının kapısına kadar geçirmekle yetindi, Villefort arkasında iki uşak olduğu halde arabasına gitti, efendilerinin işareti üzerine uşaklar ona kapıyı açmak için acele ediyorlardı.

Krallık savcısı gözden kaybolduktan sonra, sıkışmış göğsünden zorlukla bir soluk alan Monte Kristo, "Haydi bakalım," dedi, "bu kadar zehir yeter, şimdi yüreğim zehirle dolu olduğuna göre panzehiri aramaya gidelim."

Çınlayan zile bir kez vurarak:

"Ben hanımefendinin yanma çıkıyorum," dedi Ali'ye; "yarım saat sonra araba hazır olsun!"

Continua llegint

You'll Also Like

10.2K 418 19
Cesur yeni Dünya bizi 'Ford'dan sonra 632 yılına' götürür. Bu dünyanın cesur insanları kapısında "Cemaat, Özdeşlik, İstikrar" yazan Londra Merkez kul...
3.3K 191 18
Oyunları ve şiirlerinde insanlık durumlarını dile getiriş gücüyle yaklaşık 400 yıldır bütün dünya okur ve seyircilerini etkilemeyi sürdürmektedir. On...
2.1K 810 61
Y/n Üniversiteyi Korede okumak isteyen genç bir Türk kızı.Arkadaşı Ela ile Korede okumak için çok uğraşıp sonunda aynı Üniversite yi kazanırlar işler...
1.2M 21.9K 20
Oysa ne çok hayal kurmuştum. Yeni bir hayatım olacak bu şehirden bu aileden uzak ve yalnız. Şimdi yine bu şehirde ait hissetmediğim o aileden birinin...