XXIX: Câlin

210 21 0
                                    

«Hayattaki en güzel şey, tüm kusurlarınızı bilmesine rağmen sizin hâlâ muhteşem olduğunuzu düşünen birisinin varlığıdır.» -Ernest Hemingway


Bütün şehirler arasında belki de en güzel olanıydı bembeyaz karlar altındaki Paris. Geceleyin aydınlatılan Notre-Dame katedraline yağan ufak taneler ışıkla pudra şekeri görünümüne kavuşuyor, Carrousel bahçelerindeki içeriden aydınlatılmış Louvre'un cam piramidi tıpkı bir kar küresinin içindeki heykelcik gibi kendini sergiliyordu. Yoğun kar yağışından seferleri iptal edilen Eiffel kulesinin önündeki Trocadéro meydanında insanlar paten kayıyor, kardan yaptıkları minyatür mimari eserlerini sergiliyorlar ve kol kola girmiş şemsiyeli çiftler Tuileries bahçelerinde dolaşıyordu.

Şehrin en işlek alışveriş caddeleri olan Avenue des Champs-Élysées, Rue de Rivoli ve Avenue Montaigne geceleri yalnızca peri masallarına ait olabilecek bir sükunete bürünmüştü. Place de la Concorde'da çeşmelerdeki heykellerden akan su ince sicimler halinde donmuş, çınarların ve ıhlamurların çıplak dallarını kalın kar tabakası kaplamış ve Montmartre tepesindeki Sacré-Cœur bazilikasına çıkan merdivenler cam kristalleriyle buz tutmuştu. Hayallerin, ışıkların ve aşkın şehri Paris bu sefer karlar altındaydı ve güzelliğinden hiçbir şey kaybetmeksizin mistik bir hayal diyarına dönüşüvermişti.

Aralık ayının herkes açısından en yoğun geçen dönem olduğu ise tartışmasız bir gerçekti. Juliette'in ve Conservatoire de Paris'nin son sınıf dans öğrencilerinin büyük gösterisine yalnızca beş hafta kalmıştı ve durmadan prova alıyorlar, daha iyi olmak uğruna dansın temellerini yıkıp yeniden inşa ediyorlardı. Karlar altında modern bir uyarlamasını sergileyecekleri Kuğu Gölü balesi ocak ayının 18'inde izleyiciyle buluşacaktı. Juliette ile Jacques Delaunay, talihsiz âşıkları oynayan iki baş rol, Clément Baudelaire'in yerine gelen hocaları Monsieur Deville tarafından bir "güven testine" tabi tutulmuşlardı. Bu önermede Monsieur Deville'in hakkını vermek gerekirdi çünkü bir türlü aralarındaki buzları eritip danslarının gerektirdiği gibi âşıklar rolüne bürünemeyen Juliette ile Jacques, kısa zamanda aslında hiç de düşündükleri gibi insanlar olmadıklarının farkına varmışlardı ve aralarında oluşan bu kimya artık nihayet izleyiciler tarafından da anlaşılıyordu.

Juliette hâlâ Pauline ile birlikte yaşıyordu ve Béatrice ile birlikteliklerini yakınlarına açmak için sabırsızlanıyordu. Fakat Béatrice bu konuda biraz çekingendi çünkü epey hassas bir durumu vardı: Béatrice'in bütün derslerine girdiği ve asistanlık yaptığı profesörünün kızıyla ilişkisi vardı ve eğer bu duyulursa fakültedekiler onun hakkında hoş düşünmeyebilirdi, mesela Béatrice'in tüm o notları torpilli aldığını öne sürebilirlerdi ve Juliette ile Béatrice bu iddiaları yalanlayacak bir savunma yapamazlardı. Bu yüzden, dışarı açılmak için, doğru zamanı bekliyorlardı, yani birinci yarı yılın bitimini.

Pauline, Atropine'i Marie-Anne Laurent'ın ana markasından özgürleştirmişti ve M&L'ye kafa tutacak biri henüz medya dünyasına gelmediği için işini kendi başına yürütmeye başlamıştı. Eğer kafasına koyarsa yapamayacağı hiçbir şey yoktu Pauline'in. Hisselerinin tamamını eline almış ve her zamankinden daha serinkanlı olan Pauline Guillot, yanında Léa Blanc'un desteğiyle tabiri caizse patlamaya hazır bir bomba gibiydi.

Maral'ın ona söylediği gibi Philippe Delacroix, Londra'dan döndükten bir gün sonra Sébastien'ı odasına çağırmıştı, fakat teklifi biraz farklıydı; Delacroix, onu yeni rektör yardımcısı adaylığı için ismini listeye koymasını isteyip istemediğini sormuştu. Sébastien'ın kararıysa kesindi; Oxford'u reddederek ait olduğu yere geri gelmişti fakat bulunduğu konumdan oldukça memnundu ve daha az derse girmesine neden olacak herhangi bir mevki teklifi onu yalnızca istemeyeceği türden masa başında ve toplantılarda geçen bir hayatın içine sokacaktı.

AnaforWhere stories live. Discover now