XVI: Narcissus

227 36 1
                                    

«Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bulamazsın.» -José Saramago


Clément Baudelaire o sabah her günkü gibi erkenden, alarmını ertelememeden ve tam zinde kalkmıştı. Alarmını erteleyen insanların karaktersiz olduğunu düşünürdü; eğer kalkmaları gereken saate alarm koyup da kendine yalan söyleyip beş dakika erteleyecek kadar özgüvensizler ise o insanlara acırdı Clément.

Clément Baudelaire sol tarafına baktı. Kız gitmişti. İyi ki de gitmişti yoksa daha adını hatırlamadığı bir kıza kahvaltı hazırlamak ve sonra da bitmek bilmeyen isteklerini dinlemek zorunda kalırdı ve Clément'un bu saçmalıklara ayıracak bir saniyesi bile yoktu. Yataktaki siyah çarşafları üstünden hızlıca çekti, iki ayağını da aynı anda zemine bastı ve kalın perdelerini sonuna dek açtı. Açık mor gökyüzüne baktı, kocaman gülümsedi. Yolunun düşmediği şairin, filozofun, biliminsanının, yazarın, sanatçının olmadığı bu seçilmiş şehir ne kadar da estetikti, yaşadıkları bu dünya nasıl da güzeldi! Yaşamak ne kadar zevkliydi; her şey ne kadar da parlak, sanatsal ve kusursuzdu! Boynunu iki yana esnetti.

Yatak odasındaki müzik setinden hareketli bir parça açtı ve sabah sporuna başladı. Her sabah eksiksiz olarak güne hazırlanmalıydı yoksa kasları kullanılmadıkça gevşerdi ve yıllarını verdiği vücuduyla esnekliğini birkaç ay içinde kaybedebilirdi ve sanatını icra edemeyecek konuma gelirdi. Sarı saçlarının uzun tutamları önüne gelmeye başlayana dek bantta koştu ve düzgün göğsünden terler damlayana dek şınav çekti. Mutfağa geçip kendine yeşil bir detoks suyu hazırlayıp koca bardağı kafasına dikti ve meyveli yulaf tabağını yedi, soğuk bir duş aldı. Ardından siyah pantolon ve dar kesim siyah tişört giydi, parfümünü sıkıp üstüne deri ceketini geçirdi.

Tam çıkacaktı ki bir şeyi yapmayı unuttuğunu fark etti:

Aynaya baktı.

"Hadi, hadi, millet, gençler, toplanın, toplanın sizi uyuşuklar, daha uyanamadınız değil mi sizi geberesiceler, göz altlarınız mosmor ve her yeriniz ağrıyor değil mi?" diye ellerini çırpa çırpa parlak siyah zeminde bağdaş kurmuş öğrencilerinin arasından geçti ve onları sıraya dizdi.

"Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz! Hadi bakalım, canlanın biraz, iki ayımız kaldı, ne yaparsak kardır, daha mükemmel olmalıyız, daha kusursuz olmalıyız! Bir, iki, üç..."

İşte o erken saatte, henüz diğer öğrenciler binaya yeni yeni gelirken Clément Baudelaire'in dans öğrencileri ikinci provalarını alıyordu.

Ve çok yorulmuşlardı.

Clément Baudelaire bunun farkında değildi; o sadece öğrencilerinin gerçek bir sanatçı olabilecek kadar azimli olmadıklarını düşünüyordu. Karşısında büzüşüp şımaran bir grup terbiyesiz öğrenciydi hepsi -birkaçı dışında, tabii ki. Onlar da zaten kendilerini her ortamda gösteren başarılı insanlardı.

"Juliette nerede?" diye sordu adam müziği yarıda kesip.

Öğrencileri ne olduğunu kavrayamamışlardı. Koreografiye devam edenler de olmuş, tamamen duranlar da olmuş, yavaşlayıp tempoyu bozanlar da olmuştu.

Bir süre sonra hepsi o noktada dimdik bir çivi gibi dikilen ve gergin çenesiyle yumruklarını sıkan Clément Baudelaire'i izliyordu.

"Juliette de Oliveira buradaysa bir adım öne çıksın!" diye yankılandı adamın güçlü sesi tüm salonda.

Öne çıkan kimse olmadı.

Clément Baudelaire'in tüm dünyası kararmaya ve kalbi boğazında atmaya başlamıştı. Hızlı nefes alıyordu, burun delikleri öfkeden irileşmişti, çaresizdi, gözü dönmüştü.

AnaforWhere stories live. Discover now