XXVI: Déjà vu

253 26 4
                                    

«İnsanları yorgun kılan hayat değil, taşıdığı maskelerdir.» -William Shakespeare


Maral Atay duvara sabit küçük televizyonun başında bekliyordu.

Kafenin önünden geçerken gözlerine inanamamış, hemen içeri dalmıştı. Öğrenciler televizyonun başında dikiliyor ve suratlarında farklı ifadelerle pürdikkat ekranı izliyorlardı. Londra'dan canlı yayın vardı! Maral dua edermiş gibi parmaklarını heyecanla çenesinin altında birbirine kenetlemiş, suratında coşkulu bir tebessüm ile muhabiri dinlemeye koyuldu.

"...Londra'dan bildiriyoruz... elli sekizincisi düzenlenen uluslararası kültür—sanat konferansları... Prof. Dr. Sébastien Castille'i..."

Maral o ışıldayan gözlerle hiç farkında olmadan elleriyle gömleğini çekiştirdi ve adamı gördüğü an gözyaşlarını tutamayıp "Canım benim..." diye tekrarladı sadece kendisinin duyabileceği bir sesle, "nasıl kıyarım ben sana..."

Yanında duran sarışın kadından habersizdi. "Rachelle Marceau'nun konuşmasını dinledin mi?" diye sormuştu kadın.

"Şimdi tesadüf eseri gördüm de girdim buraya, tamamen aklımdan çıkmış!"

"Profesör Marceau harikaydı, görmeliydin. Hayata karşı daha farklı bir gözle bakmaya başlardın." Nathalie kendini beğenmiş bir edayla kafasını salladı ve Sébastien Castille'i dinlemeye koyuldular.

Sébastien her açıdan mükemmel bir konferans sergiliyordu. Konusuna en iyi düzeyde hakimdi ve dinleyicisiyle daima temas kuruyor, cümlelerinin ezberlenmiş ve sunulmak üzere çalışılmış kalıplar değil de kendisi gibi canlı ve hayat dolu dışavurumlar olduğunu en iyi şekilde seçkin bir kelime haznesiyle vurguluyordu. Işık tutmak istediği kavramları hem incecik dantel sadeliğinde hem de yoğun bir anlatım biçemiyle baskıcı olmayan özgür düşüncesiyle aktarıyordu. Konuştuğu zaman yerinizde kımıldamaksızın onu izlemek ve dinlemekten başka tüm seçenekleri yok eden, benzersiz ve dikkat çekici bir beden dili vardı. Gözlerinizi başka yere çeviremiyor, başka bir işle ilgilenemiyor, sadece dinliyordunuz.

"O bir alfa, biliyorsun, değil mi?"

"Ne?" Maral hafifçe yüzünü buruşturarak Slav kökenli soyadını bir türlü telaffuz edemediği Nathalie'ye döndü. "O da ne demek öyle?"

"Hani, her ne kadar asosyal biri gibi dursa da bu etrafını saran baskınlığı inkar edemezsin, gittiği her yerde ortamı ele geçiren bir karizması var, öncül bir kişilik ve..."

"Alfa erkeğin ne demek olduğunu tabii ki biliyorum, sevgili Nathalie, bir saçmalık. Evrimsel süreci baz alırsak çoktandır kaybolmuş olması gereken yanlış bir teori. İnsanlara dayatılan şu kalıplardan nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden tiksinmiyorum..." diye gözlerini devirdi Maral. "Böyle bir şey söyleyecek kadar düşebileceğine aklım ermezdi. Hani, ciddi misin? Gerçekten mi, ona böyle hitap etmekten başka bir seçeneğin yok mu? En ufak saygı bile mi duymuyorsun insanlara? Toplumu belli rollere koymayı ne çok seviyorsunuz..."

Nathalie iç çekti. "Yıllar boyunca sadece tek bir kişiye odaklanırsan onu diğer herkesten iyi çözmüş oluyorsun," diye mırıldandı epey ukala bir ses tonuyla. "Seni çözmem ise birkaç ayımı aldı, Maral Atay, anlaması kolay birisin. Ciddi ve soğuk görünümlü olabilirsin fakat o buz tutmuş derinin altında çilekli kek gibi yumuşacık bir kalp saklıyorsun. Yardımsever, mantıklı ve fedakarsın fakat yine de, zihninin derinliklerinde aşırı derecede kıskanç ve sırf en iyisi olmak için önüne gelen her şeyi yakıp yıkabilecek kadar ölümcül bir hırsa sahip ihtiraslı, hatta yok edici bir ruh taşıyorsun. Çoğunluğun ileri süreceğinin aksine Ravenclaw değil, Slytherin olurdun."

AnaforWhere stories live. Discover now