XXIII: Le baiser du dragon

199 30 2
                                    

ÜÇÜNCÜ KISIM


«Bağlılık, düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık bilinçsizliktir.» -George Orwell


Léa Blanc Avenue Montaigne'daki beş katlı krem rengi binanın işlemeli koyu yeşil demir kapısı önünde dikiliyordu. Profesyonel derecede tertipliydi; dibi gelen saçlarını eskisinden daha açık bir kızıl kestaneye boyamış, onları çene hizasında kesmiş, artık gözlerinin önünü kapatacak kadar uzamış yana yatık kaküllerini kaşlarının hemen biraz üstünde kısaltmıştı. Üstünde lacivert, pahalı bir takım elbise vardı. Bu takım elbiseyi yıllardır giymemişti çünkü Léa bunu kilolu olduğu bir dönemde almıştı ve bedeni oldukça genişti. Eski patronu Marie-Anne Laurent tarafından güzellik standartlarına sadık kalması gerektiği söylenince ise, yediğini kusmaya başlamıştı. Anoreksiyaya yakalanmış, anksiyete bozukluğu teşhisi konulmuştu.

Sonra, tüm bunları yenmişti.

Hamileliğinin dördüncü ayındaydı Léa Blanc, bu yüzden artık bu takım elbise ona tam oluyordu. Mide bulantısı azalmıştı fakat baş ağrıları ve çarpıntısı gittikçe artıyordu. Bir önceki gün ise ultrasona girmişti.

Bir kızı olacaktı.

Léa bunu duyduğunda mutluluk gözyaşlarına engel olamamıştı. Bir kızı olacaktı! Onunla beraber her yeri gezecek, yeni şeyler öğrenecek, alışverişe çıkacak, sohbet edeceklerdi... Aklında oluşan ilk imge kızıl saçlı ve mavi gözlü güzeller güzeli bir kız bebekti, tombul yanakları gül pembeydi ve etrafına gülücükler saçıp duruyordu... Acaba vaftiz annesi ve vaftiz babası olarak kimi istemeliydi... Maral her ne kadar soğuk görünümlü olsa da candan ve mantıklı birine benziyordu, Basti'ye de itimadı tamdı...

Kızının babası olan Quentin Weber'e ise tek bir şey için teşekkür edebilirdi: Bu noktadan sonra hayatında asla yalnız kalmayacaktı.

Léa Blanc kim olduğunu bilmiyordu. Ailesi hakkında bildiği tek şey, annesinin bir uyuşturucu kaçakçısı ve kocasının, yani Léa'nın resmiyette görünen babasının ise bir Latin Amerikalı olduğu ve Léa doğduktan kısa süre içinde sonra aşırı doz alımından Paris'te öldükleriydi. Nüfus müdürlüğünde yabancı durumuna düşmemesi için annesi ona kendi soyadını vermişti. Fakat Léa babasının bir Latin Amerikalı olmadığından emindi çünkü Léa Blanc kireç beyazı bir tene, turuncu çillere ve ufak tefek bir vücuda sahipti. Bir Melez profilinden çok İskoç leydisi görünümüne sahipti, buna rağmen soy kütüğü Albuquerque, New Mexico'ya dayanıyordu.

Lisedeyken sınıf arkadaşları saçlarıyla dalga geçerlerdi ve Léa'nın büyücü bir vampir olduğunu ve içindeki şeytanı serbest kılmak için yakılması gerektiğini söyler, bir buçuk yılını akıl hastanesinde geçirdiği için sözlerine hiç kulak asmazlardı. Léa ise onları zaten pek kafasına takmazdı çünkü izlediği korku filmlerinden ve okuduğu tarihi kitaplardan büyücülerin Hogwarts mektubu aldıklarını ve vampirlerin ise gündüzleri dışarı çıkamadıklarını biliyordu, ayrıca hastaneden ayrıldıktan sonra bir buçuk yıllık kaybını yeterlilik sınavıyla sınıf atlayarak geri kazanmıştı, yani sözlerine itibar edilmesi gereken bir kavrama kapasitesine sahipti. Tabii, geri kafalı sınıf arkadaşları bunu anlayabilecek kapasitede değillerdi, onlar kitap okumak yerine sürekli erkekleri çekiştirirlerdi...

"Sen bir Fransız değilsin," demişti bir kız ona bir seferinde. "Sen bir Fransız değilsin, bu görkemli tarihimizi paylaşmaya hakkın yok senin. Bayrağımızdaki özgürlüğün mavisini, eşitliğin beyazını ve kardeşliğin kırmızısını üstünde taşıyamazsın; Liberté, Égalité, Fraternité'yi savunamazsın. La Marseillaise'de dediğimiz gibi tarlalarımızı sizin kanlarınızla sulayacağız! Bu yüzden hayatın boyunca ikinci sınıf vatandaş muamelesi göreceksin."

AnaforWhere stories live. Discover now