dix-neuf

225 25 12
                                    

 Hızlı ve ilgi çeken adımlarımla kantine girdiğimde bir an duraksadım. Michael. Evet oradaydı. Ama saçları. Siyah. Siyahtı. Michael gibi renkli bir kişili nasıl olur da saçlarını siyaha boyayabilirdi?

 Muhtemelen sarıları gelmiştir ve elinde siyah boya kalmıştır diye düşünüp, yürümeye devam ettim. Kantin bütün üniversitedekilerin içlerindeki hayvanı çıkardıkları yer olduğundan burayı sevmiyordum. 

Burada fazla durmak istemediğimden yanına gitmeden Michael'a seslenmeye karar verdim.

"Michael?" diye bağırdım ama Mike beni duymuyordu.

"Mike?" diye bir kere daha bağırdım. Gerçekten duymuyor olamazdı.

 Koşar adımlarla ona doğru gidiyor ve sesleniyordu. Etrafımdaki herkes önce bana sonra Michael'a bakıyordu. Hatta Mike'ın karşısında oynayan çocuk bile bakıyordu ama Michael bakmıyordu. Bir insan kulaklıkları olmadığı halde nasıl duymaz ki?

Yanına gittiğimde beni görmedi. Oyununa hiç ara vermedi.

"Michael, seninle konuşmalıyız." Dediğimde oyunu bölmüştüm. Herkes bana bakıyordu, o hariç.

"Hayır." Yüzüme bile bakmadan söylemişti bunu.

"Ne? Ne demek hayır?" Çıldıracaktım. Bir kafasını kaldırsa anlayacaktı, ne demek istediğimi. 

Ama bakmıyordu.

"Michael, bir yüzüme bakar mısın?" Dediğimde nefes verdi ve langırıtın kollarını sabit bir şekilde sıkarak tuttu. Kafasını önce yere eğdi ve sonra yavaş yavaş kaldırarak bana döndürdü. "Ne var?" Dedi. Sinir hücrelerimin beynimde toplanmasına aldırış etmeden konuştum.

"Seninle konuşmam gereken bir konu var."

 Ellerini langırıtın kollarından çektikten sonra doğruldu. "Kusura bakma, seninle konuşmak istemiyorum." Demesiyle istemsizce ağzımı açmam bir oldu. 

"Nasıl?" Dememe kalmadan cümlesini tamamladı. 

"Şimdi gider misin?" Baş parmağıyla kapı yönünü gösterdi ve az önceki pozisyonuna dönerek ben hiç gelmemişim gibi davrandı.

 Yaşadığım şokun hiç bir ilacı olamazdı. Gözyaşlarımı tutmaktan gözlerim yanıyordu. Olduğum yere çiviyle sabitlenmiş gibiydim. Ellerimin titrediğini hissedebiliyordum. Sadece ellerim değil dizlerim de titriyordu. Arkamı dönüp defolup gitmeliydim, biliyordum. Ama gidemiyordum. 

 Bütün bunlar çok ağır hissettiriyordu. Canımın yandığını hissediyordum. İçimden bir parça kopmuş gidiyordu. Ama bende gitmeliydim, arkama döndüğüm anda gözlerimle olan anlaşmam bozulmuştu elimi ağzıma götürüp, geldiğim gibi koşar adımlarla ağlayarak oradan ayrılmıştım. 

 Arkamdan ne söylediler yada ne yaptılar bilmiyorum ve şuan umurumda değil çünkü çok daha büyük bir problem vardı. Hatta problemlerim vardı. Michael'ın gönlü alınabilecekten çok daha fazla kırılmıştı. Bunu ben yapmıştım, ben..

 Başımda dolusuyla bela vardı. Öncelikle Mike ile sorunlarımı çözmeliydim ve birde sapık profesörü ne yapacaktım ben? Ah tanrım, Michael'ın bana sırt çevirdiğine hala inanamıyordum. 

 Üniversitenin kampüsünün bahçesine çıktığımda bir banka kendimi atarak orada ağlamama devam ettim. Ama ben Imelda'idim. Başarıdan asla ödün vermezdim. Dört kere evlenmiş ve liseyi terk etmiş şimdi 9 tane çocuğu olan zavallı annem gibi olmamak için başladığım bu uzun okul yolculuğuma aptal bir seks manyağı profesör yüzünden ara veremezdim. 

Bir şeyler yapacaktım, o ödevi yapacaktım.. 

Covered In The Colours. / Michael Clifford.Where stories live. Discover now