Ejderha Mağarası

16 4 2
                                    

İğrenç kokuyordu. Havasızdı, çürümüş ceset ve dışkı kokuyordu. Ayakkabılarımı hemen lastik çizmelerle değiştirdim. Deniz suyuyla sürekli yıkanan, ıslak, kaygan taşlarda kayarak birkaç metre öteye gittim ve sonra mağaranın derinliklerine açılan saklı geçide ulaştım.

Burası zifiri karanlıktı. Buna rağmen görebiliyordum. Gerçek bir görme değildi. Daha çok bir gece görüş aygıtıyla algılamak gibi: Tek bir ışık demeti aydınlatmıyordu görüntüyü, her şey bulanık, pikselli ve kabaca fark edilebilir görünüyordu.

Mağara masif kayaydı ve yerde çok fazla taş vardı. Aynı benim gördüğüm gibi. Açık renk olanlara dikkatli bakmamam daha iyiydi. Doğru yerde olup olmadığımdan hiç emin değildim ama ya Lee artık burada değilse? Ya burası... başka bir yerse? Eğer bu uzun taş, taş değil... aman Tanrım! Bu bir leğen kemiğiydi! Bir insana ait!

"LEE!"

Her türlü tedbiri bir kenara bırakmıştım. Burası bir labirentse onu asla tek başıma bulamayacaktım. "Lee! Lee! Kahretsin, neredesin?" Sesim yankılanıyordu. Telaşla öne doğru sendeledim, nefesimi tutup dinlemeye çalıştım.

"Buradayım!" Ses boğuktu ama uzakta değildi. Kafamı bir kaya çıkıntısına çarptım. Kulaklarım çok fazla uğuldadığından bir an için sesi uydurduğumu sandım.

"Buraya! Buradayım!"

Gözlerimi kırpıştırıp sesin geldiği yöne doğru koşmaya başladım. Lee'nin sesi! Köşeyi dönünce onu gördüm. Kayalık duvara zincirlenmişti. Beni gördüğünde yüzü, birlikte sekizinci yüzyıldaki Almanya'ya düştüğümüzden daha şaşkındı.

"Ah Tanrıçam. Fay!"

Üzerine atılınca ayağıma bir şey takıldı. Top büyüklüğündeydi, ayağının dibine yuvarlandı. İkimiz de dehşet içinde kafatasına baktık. Bu durumda sarılmam biraz zahmetli ve titrek oldu. Hele de Lee zincirler yüzünden karşılık veremiyorken.

"Fay! Vay canına, Fay. Beni nasıl buldun?" Hâlâ şaşkınlıkla bana bakıyordu. "Fay."

"Bu zincirleri nasıl çözebilirim?" diye sordum ve dikkatimi, oldukça sağlam görünen zincirlere verdim.
"Bileklerimin arasına bir kemik sokabilir misin?"

"Ne işe yarayacak o?" diye sordum iğrenerek. Burada her yere kemikler saçılmıştı. Aslında bütün zemin kemikle kaplıydı. Göründüğü kadarıyla hepsi de insan kemiğiydi.

"Elf büyüsü" dedi sadece.

Parmağımın ucuyla bir kaburga kemiğini alıp metal kelepçeyle Lee'nin sürtünmekten yaralanmış bileğinin arasına soktum - hiç de kolay olmadı. Acıyla inledi, gözlerini kapadı ve alnını kırıştırıp konsantre oldu. Kelepçe açıldı. Kemiği tekrar alıp diğer halkanın altından geçirdim. Bu kez çok daha kolay olmuştu. Ama Lee çok güçsüzdü. Kollarıma yığıldı.

Olabildiğince sıkı sarıldım. Sonunda kavuşmuştum ona. Onu bulmuştum. Şimdi tek yapmam gereken bizi buradan çıkarmaktı. İlk defa yosun, saman ve menekşe kokmuyordu. Neredeyse insansı kokuyordu. Biraz ekşimsi, terlemiş ve hasta. Yatalak olduktan sonra büyükbabamın koktuğu gibi.

Onu belinden sıkıca kavradığımda Lee inleyerek "Beni nasıl buldun?" diye sordu. "Sonra anlatırım. Bırak da önce şuradan bir çıkalım. Burada nasıl bir canavar yaşıyor bilmiyorum ama onunla karşılaşmak istemiyorum."
"Hebrid ejderhası. Karşılaşmasan iyi olur zaten. Nefesi zehirli."

Ejderha mı? Lee'nin iniltilerine aldırmayıp azimle ileriye doğru sürükledim onu. "Elf büyünü biraz daha kullanamaz mısın?" dedim birkaç metre sonra nefes nefese. Hiç ilerleyememiştik. Lee baygın gibiydi.

"Kalan son gücümü zincirleri açmak için kullandım." Sesi fısıltıdan daha yüksek çıkmamıştı.

Gerçekten korkuyordum. "Lee, dayan. Yanındayım artık" diyerek onu canlandırmaya çalışıyordum. "Hadi. Birazdan dışarıdayız. Hedefe bu kadar yaklaşmışken beni yarı yolda bırakamazsın." Dönüş yolunu hatırlamaya çalıştım. Buraya gelirken şu komik deliğin önünden geçmiş miydim? Ya şu ayrım? Sola mı sağa mı?

"Sağa" diye mırıldandı Lee.

"Hey. Gözümün içine bakmadan düşüncelerimi okuyabiliyor musun?" diye sordum ama meraktan çok, dikkatimizi başka yöne çevirmek için. Çok ağırdı. Onun gibi zayıf ve sportmen bir adamın -boyu 1,90 bile olsa- bir öküz kadar ağır olacağını kim düşünebilirdi ki?

Lee birden canlandı. Kafasını kaldırdı. Gözleri kocaman oldu ve ağzı açıldı. "Geliyor."

Donakaldım. Artık ben de duyuyordum. Ya da hayır, daha çok hissediyordum. Etrafımızdaki hava daha boğucu oldu ve daha kötü kokmaya başladı. Çürük yumurta gibi. Kükürt! "Ne yapacağız?" diye sordum dehşetle. Bir ejderha. Bir T-Rex kadar tehlikeli olmasa bile onunla aynı kıtada dahi olmak istemezdim. Şu an bir kaçış tünelinden başka bir şey olmayan bu daracık mağaradan söz etmiyorum bile. "Kahretsin, Lee, topla kendini. Koşmamız gerekiyor."

"Koş Fay. Kurtar kendini."

"Saçmalama. Seni burada bırakmam." Sürünen pençelerin sesini duyabiliyordum artık. Kararlı bir şekilde Lee'nin kolunu tutup onu aksi yöne çektim.

Lee arkamda sendeliyordu. Var olan tüm gücümü toplayıp düşünmeden koşmaya başladım. Lee'nin zincirlendiği yerden geçtik. Onu çekmeye devam ettim. İlk defa ondan daha hızlıydım. Soluk soluğa kalmış kendi nefes sesimizin arasında sürüngenin adımlarının sıklaştığını duyuyordum. Boru sesi gibi bir kükreme duyuldu ve bu bizi daha da hızlandırdı. Sağa sola dikkat etmeden sadece koşuyor ve çıkışın bizi bulması için dua ediyordum. Göğsüm ağrıyor, yan tarafıma sancılar giriyordu. Yine de koştum. Ve tabii her kötü polisiye ya da gerilim filminde olan şey gerçekleşti: Lee sendeledi ve ikimizi de yere düşürdü. Islık çalan göğsüme aldırmayıp hemen ayağa kalktım. Ama Lee hareket etmiyordu artık.

"Lee! Ayağa kalk!" Kafasını olumsuzca salladı. Lanet olsun! Neden zaman sıçramalarını kontrol edemiyordum ki? Buradan sağ çıkmayı başarırsak Ciaran'a benimle daha fazla alıştırma yapması için yalvaracaktım.

"Ben artık devam edemeyeceğim Fay. Kurtar kendini. Öte dünyanın sana ihtiyacı var."

Lee konuşamıyordu artık. Sözcüklerini kafamda duydum. Öfkeyle baktım ona. "Asla! Seni yarı yolda bırakmam."

Dudak kenarları kımıldadı. "Bu kadar dik kafalı olma."

"Hadi gel o zaman!"

Anlaşılmaz bir şeyler mırıldanıp gözlerini kapadı. Panikle sarstım onu ama uyanmadı. O anda köşede yoğun bir duman salındığını gördüm.

Ejderha bize yetişmişti.

Dumanı kırmızı bir şey izledi. Bir anda, göremeyeceğim kadar hızlı, yok oldu yine. Ve sonra ağzı geldi. Sivri, düzensiz dişler, orak büyüklüğünde pençeler. Kırmızı şey yine hızla hareket etti ve bir yılanınkine benzer çatal dili fark ettim. Yaratık çok kocamandı. Doğa Tarihi Müzesi'ndeki mavi balina kadar büyüktü. Dili yine uzandı. Yerimizi bulmuştu.

Kendimi Lee'nin önüne attım. "Lütfen" diye kekeledim. Kertenkele gibi çekik gözlü yaratığa baktım ve neredeyse altıma yapmak üzere olduğumu hissettim. Tyrannosaurus Rex saldırdığında arabadaki Jurassic Park çocuklarının neler hissetmiş olabileceğini anlıyordum şimdi. Ama benim yakınımda Sam Neill yoktu. "Hayır, lütfen."

Çekik gözler parladı. Lee'ye sarılıp sıkıca tutundum ona. Ben mi onu koruyordum yoksa o mu beni -varlığı bile yetiyordu- bilmiyordum. Gözlerimi sıkıca kapadım. Sonra dili yüzümde hissettim, nefesinin iğrenç kokusunu duydum. Etrafımızı bir duman bulutu sardı. Midem altüst oldu ve sertçe yutkundum.

"Bak sen. Felicity Morgan" dedi derinden, boğuk bir ses. Ürperdim. Bu ses nereden gelmişti? Gözlerimi kırpıştırdım. Kertenkele gözler beklentiyle bana bakıyordu.

"Seçilmiş. Ve ben onunla ilk karşılaşan olma onuruna eriştim."

Şaşkınlıktan donakalmış, önümdeki canavara yordum. Ejderha konuşmuştu. Benimle.

PAN'IN KARANLIK KEHANETİ (2. Kitap)Where stories live. Discover now