Elf Kralının Sarayında

18 4 4
                                    

Tıpkı Londra'da olduğu gibi duruşu ve gelişi benzersizdi. Bir keresinde Prens William'ı bir galada görmüştüm, o bile Eamon kadar asil görünmemişti. Yine de onu görmekten mutlu olmuştum. Londra'da ne kadar kibirli davranmış olsa da tanıdık bir yüzdü ve burada şimdiye kadar karşılaştığım tüm elflerden daha sıcakkanlıydı.

"Eamon. Şükürler olsun. Parmaklarım birazdan kop..." Asık suratını görünce sustum. Bu tavır, her lafa karışan o üç şımarık haberciye değildi. Banaydı. Ne yapmıştım ki? Sadece Lee'yi arıyordum!

Eamon aklımdan geçenleri okudu. Askerlerden birine dönüp baktı. Asker iplerimi kesti.

El arabası eğik durduğu ve ayaklarım da ellerim kadar sıkı bağlanmış olduğu için dizlerim büküldü, Eamon beni yakalamasa tamamen öne doğru düşecektim.

"Hey, yavaş" deyip beni sıkıca tuttu Eamon ve rahatlatıcı bir şekilde sırtımı sıvazladı. Dişlerimi sıkıp yüzümü Eamon'ın göğsüne sakladım. Çok acıyordu! Kan dolaşımım yavaş yavaş düzene girmeye başlamıştı. Çıplak ayakla bir kirpinin üstüne bassam bu kadar acı çekmezdim herhalde. Bağırmamak için Eamon'ın gömleğini ısırdım. Doğru dürüst tutunamıyordum bile ona çünkü ellerim çok daha kötü durumdaydı. Kahrolası elfler.

Bir anda etrafımda nane, limon otu ve kekremsi tatta bir hava oluştu. Ne olduğunu anlayamadığım bir baharat tadında. Ne olursa olsun ağrım anında yok olmuştu.
"Her şey yolunda mı?" diye sordu Eamon ve terden sırılsıklam olmuş saçlarımı alnımdan çekti.
Bana dokunduğu anda hafif bir elektrik çarpması hissettim. Eamon'ın gözleri hayretle açıldı. Gözümle çevremizdeki elfleri işaret ettim. Durumu fark etmişlerdi çünkü onlar da şaşkın görünüyordu.

Bu sırada tepemizde bir kuzgunun gaklamaları duyuldu. O sessizlikte haddinden fazla gürültü çıkmıştı, hepimiz yukarıya baktık. Kuzgunun teki duvarın üstüne konmuş, hafif yana yatmış başıyla bizi seyrediyordu.
Eamon iç çekti. "Babam seni görmek istiyor." Bir elini sırtıma koyup beni ileriye doğru itti.

Bina bana Roma sarayıyla Rönesans sarayının karışımını çağrıştırdı. Küçük iç avluyu çevreleyen sıralı sütunlar, gotik kemerli koridorlar. Önünden geçtiğimiz tüm duvarlar (sonsuz uzunluktaki duvarlar) fresklerle ya da halılarla bezenmişti. Ağzım açık kaldı. Eminim ki her arkeolog tüm bu ender ve değerli resimleri görebilmek için bir kolunu ya da bacağını feda ederdi.

İki elf önden gidiyor, aralarında Hermes, UPS ve FedEx'in de olduğu diğerleriyse bizi takip ediyordu.
"Buraya nasıl geldin?" diye sordu Eamon. Garip bir gerginlik vardı sesinde.

"Lee'nin evindeki tablodan."

Eamon hayret dolu bir bakış attı yüzüme. "Ah, Felicity, neden bizi dinlemedin?" dedi üzgün bir sesle.
"Nasıl yani?" diye sordum şaşkınlıkla ve ona baktım.
Gerçekten sıkıntılı görünüyordu.

"Herkes sana, tabloyla daha fazla ilgilenmemeni söylemedi mi?"

"Hayır. Hiç kimse" dedim kırgın bir şekilde. "Kimse bana hiçbir zaman bir şey anlatmıyor. Güya ben müjdelenmişim ama hiçbir şeyden haberim yok. Kehanetler Kitabı'nızda yazmıyor mu?"

"Artık değilsin" dedi Eamon kısaca.

"Ne?"

"Kehanetler Kitabı seni sayfalarından sildi. Sen sadece tesadüfen bu işe bulaştırılmış bir insansın artık."

Bir dakika. "Peki, ne işim var o zaman benim burada?"

Eamon omuzlarını silkti. "Geçmişte elf krallığının sınırını aşabilen birkaç insan oldu. Bazıları eğitimli druidlerdi. Diğerleri... değildi. Burada olman alışılmadık bir şey belki ama imkânsız değil."

PAN'IN KARANLIK KEHANETİ (2. Kitap)Where stories live. Discover now