Fedex, Hermes ve Ups

19 4 2
                                    

Corey ertesi sabah bizden özür diledi. Tabii ki, buna gerek olmadığını söyledik ama o yine de ısrar etti. Aslında bu arada bir şeyi de açığa çıkarmıştı: Lee'nin nerede olduğu sorusu havada asılı kalmıştı ve ben sözde en iyi arkadaşı olarak bunu açıklayabilmeliydim. En azından diğerlerinin gözünde böyleydi.

Hiç yararı yoktu. Daha fazla çaba göstermeliydim. Bu gece rüyamda Lee'yi gördüm. Rüyamda Versay'daki havuzda gördüğüm görüntü geldi gözümün önüne ve Lee başka bir ceset buldu. Yine vahşice parçalanmıştı. Yakından baktığımda onun Bay Selfridge olduğunu fark ettim. Ölmeden önce kanıyla binom açılımını sonuna kadar yazmıştı. Tüm matematik dersi boyunca Bay Selfridge'in bugün kırmızı tebeşir kullanmamasını umdum.

Okuldan sonra Berkeley Meydanı'na gittim hemen. Biraz kararsız bir halde kapalı kapının önünde durdum. Kapıya vurdum, zili çaldım ama tabii kimse açmadı bana kapıyı.

Umutsuzluktan paspası, pencere parmaklıklarındaki saksıları kaldırmaya başladım ve şaşırtıcı bir şekilde -çit direğinin üstündeki küçük taş aslanın altında- buldum.
Ev kasvetliydi. Çerçeveli ve koyu renk kadife kaplı duvarlarıyla Viktoryan bir müze gibi göründüğünü biliyordum. Ama karanlıkta, hiç ışıksız neredeyse korkutucuydu. Neyse ki çok uzağa gitmem gerekmiyordu.

Tablo merdivenlerde asılıydı. Ama bu beni pek de rahatlatmıyordu. Bir keresinde oradan çıkan kocaman örümceği düşündüm. Aradığım, küçük melekleri andıran üç elf, kolayca fark edilebiliyordu. Merdiven korkuluklarına yaslanıp hafifçe öksürdüm.

"Selam" dedim ürkekçe. Bir resimle konuşmuştum. O da karşılık vermemişti. Fazlasıyla salak hissediyordum kendimi. "Hey!" dedim bu kez, biraz daha sorgular gibi. Elfler hareket etmedi ve diğer her şey de sakindi. "Lütfen benimle konuşur musunuz? Yardımınıza ihtiyacım var."
Hiç tepki yok.

"Selaaam?!" diye şarkı söyler gibi bağırdım bu kez. Hâlâ tek bir yaprak bile kımıldamadı. Son canlandıklarında vakit gece yarısından sonraydı. "Beklemem mi gerekiyor yoksa?" diyerek üfledim ve basamaklardan birine oturdum.
Kimse yanıt vermedi. Böyle olacağını düşünmemiştim gerçekten.

Sokak lambaları yanıp trafik azalırken ve yakınlardaki bir kilisenin çanları çalarken hâlâ sakindi. Birkaç akşamcı bağıra çağıra geçerken de sakindi. O kadar sakindi ki göz kapaklarım ağırlaştı ve kafamı yukarıdaki basamaklardan birine koyup uyuyakaldım.

Ta ki tuhaf bir mırıltı beni uyandırana kadar. Hafif aralanmış gözlerimle yeşil ışığı fark ettim.
"Seçilmiş, merdivenlerde huzurla uyuyor. Kesin içmiştir."
"İlk olmaz."
"Tırnaklarını mı boyasak? Ya da alnına rujla 'ayyaş' mı yazalım?"

"Kanatlarınızı mı yolsam yoksa resme bir kibrit mi çaksam?" dedim yüksek sesle ve ayağa kalktım. Üç elf tam önümde çerçevede sanki bir tiyatro locasının korkuluğundaymış gibi duruyordu. Korkuyla sıçradılar.

"Ooo, kurtarıcımız uyanmış" dedi soldaki. Sivri kulakları gür sarı saçlarını bile aralamıştı. Bunlar kesin elf stili kepçe kulaktı. Ekstra kanatlı. İçimden onu Hermes olarak adlandırdım.
"Dalga mı geçiyorsunuz? Çıkardığınız bunca gürültünün arasında." Çenem kıtlayacak kadar esnedim.
Uyurken daha çok hoşuma girmişti" dedi ortadaki. "Küçük dilini gördüm. Hatta neredeyse öğle yemeğinden kalma artıklarını da."
"Çok zor" dedim kaygısızca. "Hemen hemen hiçbir şey yemedim. Neden bu kadar geciktiniz?"
"Tatlım, ne kadar cahil olduğun belli oluyor yine" dedi sağdaki küçümseyerek. "Daha önce ortaya çıkamayız. Sınır, anca gecenin en karanlık olduğu zaman, saat üç civarı geçilebiliyor."

Saat üçü geçti mi? diye düşündüm dehşet içinde. Üç elf sinsice sırıttı. Düşüncemi okumuşlardı. Ya da yüz ifademi.

"Dürüst olalım, bu mu kurtaracak krallığımızı? Neyden? Sinek osuruğundan mı?"
Üçlü gülüştü.

"Ağız kokusu" diye cırladı yine soldaki.

Hemen cebimde bir sakız arandım. "Yeter artık şirin şeyler" dedim kararlı bir sesle. "Sizden Lee'nin nereye kaybolduğunu öğrenmek istiyorum."
"Versay'da" dedi sağdaki.
"Hayır. Artık orada değil."
"Ya, peki nereden biliyorsun yüce Kurtarıcı?" Soldaki konuşma şekliyle iyice sinirime dokunmaya başlamıştı. Ancak UPS şoförleri bu kadar küstah olabilirdi. Bundan böyle o benim için UPS'ti.
"Oradaydım ve kontrol ettim. Söylesenize sizin her şeyden haberiniz olmuyor mu? Orada ne için duruyorsunuz ki o zaman? Nasıl habercisiniz siz?"

Tokat yerini bulmuştu. Üçü de surat astı.
"Biz yalnızca kralın emirlerini iletiyoruz."
"Biz kraliyet habercileriyiz" diye ekledi ortadaki kibirli şey.

"İyi o zaman, ben de şu andan itibaren Saba Melikesiyim ve size Lee'nin nerede olduğunu bana hemen söylemenizi emrediyorum." Daha nazik davranamayacak kadar yorgundum. Bir an üçü de sustu. Bana inanacaklarını sandım.

"Çok edepsizce" dedi sonunda ortadaki. "Kraliçe Makeda'yı böyle bir şeye alet etmek."

"Ona ağzının payını vermeliyiz."
"Alkolün etkisi altında. Abartmayın" dedi sağdaki yatıştırmaya çalışarak.
"Bunu size kim anlattı?" diye sordum kaşlarımı çatıp.

"Neyi?"

"Benim ... Jayden'daki viskili karaoke partisini." Ortadaki kibirle kaşlarını kaldırdı. "Böyle şeyler çabuk duyulur."

Dik dik baktım yüzüne ama o sadece sırıttı. "İyi. Ben hâlâ Lee'nin nerede olduğunu bilmek istiyorum. Bana yardım edebilir misiniz?" Bu kez doğruca, diğer ikisi kadar kaba olmayan sağdakine yöneldim.

Ama o da omuz silkti. "Hayır. Lee'nin Versay'da olduğunu sanıyorduk. Orada değilse biz de bilmiyoruz."
"Lee haftalardır Versay'da değil. Ve elf dünyasında kimse bir şey bilmiyor ha?" diye ısrar ettim.

Sağdaki dosdoğru yüzüme baktı yine. Sonra dudaklarını sıktı. "Ben olsam öyle bakmazdım. Kralımız gayet iyi bilgilendiriliyor. Senin kaos partini ve sıçramanı da ilk duyan oydu."

"Karaoke" diye düzelttim yavaşça. "Kralla konuşabilir miyim?" Üçü de dehşete düşmüştü.

"Nasıl yapacaksın bunu?" İçimden FedEx diye adlandırdığım sağdaki tekrar kendine geldi. "Oberon, krallığından hiç çıkmaz, onu bir randevuya çağırman çok güç."

"Ona rica edemez miyim?" diye sordum yorgun bir şekilde.

"Bu da olanaksız. Hem kimseye söylemediği şeyi sana niye söylesin ki?"
Soru, UPS'ten, yani ortadakinden gelmiş olsa bile çok doğruydu.
"Peki ya Lee'nin babası? Ondan da bir şeyler saklar mı? Lee'nin babasıyla konuşabilir miyim?"

Üçü de öyle iğrenç gülümsedi ki yanıtı hemen anladım.

"Prens Meilyr da öte dünyadan ve kraliyet sarayından çok seyrek ayrılır. Eve git ve güzelce uyu küçük kurtarıcı."

Prens Meilyr? Lee'nin babasının kralın kardeşi olduğunu tamamen unutmuştum. Tabii ki prensti o. Son şansımı da kullandığımda üçü gitmeye hazırlanıyordu.
"Eamon!"

Bu kez bana döndüğünde FedEx'in yüzü karanlıktı. "Prens Eamon" diyerek düzeltti sertçe. "Ve hayır, unut bunu. Krallığımızın şu an, kraliyet meclisinin ilgilenmesi gereken, başka sorunları var."

Çaresizce onlara doğru bir adım attım. "Kimseye soramam mı demek oluyor bu? Lee tehlikede bile olsa kimse bana bilgi vermeyecek mi?"

"Evet, o zaman bile" diye bağırdı Hermes omzunun üstünden.

Çerçeveye yapışıp onları durdurmak istedim. "Bekleyin! En azından bir deneyin." Sık çalılığın arasında kayboldular. Kesin, bir an önce rapor vermek için krala koşuyorlardı. Üfleyip kafamı ellerime dayadım. Lanet olsun. Yine ne var?

Bir şey parmaklarımı kaşındırıyordu. Kafamı kaldırdım. Ellerim hâlâ altın kaplamalı barok çerçeveye yapışmış haldeydi. Resimdeki çimenler ellerime sürünüyordu. Karasızlıkla kolumu uzattım - çimenlere dokunabiliyordum. Resmin kenarındaki yapraklara dokunabiliyordum! Derin bir nefes alıp bir bacağımı çerçevenin üstünden sallandırdım, sonra da diğerini. Küçük bir sıçrama ve oldu işte.

Öte dünyaya girebilmiştim.

PAN'IN KARANLIK KEHANETİ (2. Kitap)Where stories live. Discover now