Karaoke Partisi

21 4 1
                                    

Jayden ışıl ışıl bir gülümsemeyle açtı bana kapıyı. "Burada olman ne güzel. Başlayabiliriz artık."

Bugün elfleri, cinayeti ve okulu unutacaktım. Eğlenecek ve bir geceliğine Lee'yi kafamdan atacaktım. Derin bir nefes alıp Jayden'a gülümsedim. "Beni mi beklediniz?"

"Eh biraz. Wii'yle birlikte salona geçtik çünkü ev boş, bizimkiler yok. Yani bir sürü yerimiz var!" Beni salona götürmeden önce bir centilmen gibi montumu aldı.

Diğerleri çoktan gelmişti, ben içeri girince sevinç çığlıkları attılar.

"Son gelen başlasın!" diye bağırıp mikrofonu elime tutuşturdu Corey.

Şaşkınlıkla mikrofona baktım. "Olimpiyat oyunları yapmayacak mıydık?"

"Hayır!" diye bağırdı Nicole neşeyle. Uzun zamandır ilk kez bu kadar içten gülümsüyordu bana. "Karaoke yapıyoruz."

"Ve ben de rahatlamak için bir şey getirdim" deyip içinde yeşil bir sıvı olan bardağı elime verdi Phyllis. "Caipirinha kokteyli." Sonra göz kırpıp ekledi: "Merak etme, alkolsüz, zencefilli gazoz var içinde."
   Bir yudum içtim. Nefisti. Arkadaşlarımlayken başlamak sorun değildi. Onlar beni daha şişkoyken, dağınık saçlarla okula geldiğimde kabullenmişlerdi. Şarkıcıları taklit ederkenki tuhaf ve detone sesimi de kabullenmişlerdi.

Kokteyl süperdi. Phyllis başarılı bir Whitney Houston, Corey de -kimin aklına gelirdi ki- Snoop Dog söyledi.

En fazla üçüncü tur ve ikinci kokteylden sonra çekingenliğimizi üzerimizden atıp orada yazan berbat, acemi ya da fena değile bakmadan sırayla bağıra çağıra söyledik şarkıları.

Beşinci bardaktan sonra Ruby o kadar kötü oldu ki Yukka saksısının içine kustu. Phyllis koltukta uyuyakaldı, Nicole'le Corey öpüşüp koklaşmaya başladılar. Merakla ikisini izlerken Nicole'ün ne zamandır bunu beklediğini hesaplamaya çalıştım. İki yıl? Üç? Beş? Kaç senedir Londra'daydım acaba? Ve Nicole'le Corey'nin öpüşmesinin nesi yanlıştı? Ah tabii, Corey'nin bir kız arkadaşı vardı. Ne tatlı. Nihayet büyüyordu. Belli ki ona sadece Nicole'e duyduğu hislerin farkına varabilmek için ihtiyacı olmuştu. Phyllis yanımda horlamaya başladı. Gözümün önündeki görüntüler giderek bulanıklaştı.

Birinin elimi tuttuğunu hissettim. Tırnakları yenmiş, koyu renkli parmaklar. Jayden'ın eli kolumdan yukarıya doğru ilerleyip omzumu tuttu. Onda çarpma hissetmiyordum. Ve Jayden, Lee'den daha rahattı. Kemikli değil tam tersine yumuşacık yastık gibi. Yine de Lee'yi özlüyordum. Küçük grubumuzda yoktu. Eksikliğini hissediyordum. Rahat olmasa bile. Pek çok açıdan. Lee'ye kızmam gerekmiyor muydu? Niye ki? Dünya çok güzeldi! O kadar yuvarlak ve kenarları o kadar pofuduktu ki. Üstelik kanepe da çok rahattı. Sıcacık, yumuşacık ve esnek.
Jayden'a sokulup gözlerimi kapadım.

Beynim zonkluyordu ve dilim damağım kurumuştu. En azından öyle hissediyordum. Ayrıca biri beni telaşla omzumdan sarsıyordu. Kahretsin. Jayden'ın kanepesinde uyuyakalmıştım herhalde.
  Güya alkolsüzmüş, zencefilli gazozmuş! Her türlü iddiaya varım ki Corey onun içine votka ya da bacardi katmıştı. İki sene önce bir kere yapmıştı zaten ve Ruby masanın üzerinde dans etmeye başlamıştı. Her şey döndüğü için yavaşça doğrulup oturdum.

"Tanrı'ya şükürler olsun" dedi yabancı bir ses. "Sarası tuttu sandım."

Sara mı? Gözlerimi kırpıştırdım. Tam önümde suçlar gibi bana bakan yabancı bir çift kahverengi göz vardı.

"Hey, hadi bakalım kendine gel güzelim. Yakışıklım mı yoksa?" Üzerimdeki gözler aşağıya doğru kaydı. "Ne garip kostüm ama zaten majestelerinin baloları hep dikkat çekici olmuştur."
Ne?
"Lanet olsun. Çok geç. Geliyor."

Bir uğultuyla hışırtı duydum ve sonra mırıltılar gelmeye başladı. Beni bulan iki kişinin bacaklarının arasından bakmaya çalıştım. Önce yerdeki mermerler dikkatimi çekti. Kırmızı beyaz döşenmişti. Sonra bana doğru salınan bir sürü kumaş gördüm. Akla gelebilecek her türlü parlak renkte geniş şeritler. Bu kumaş şeritleri giysilere aitti. Daracık, şatafatli korseleri olan yanlardan dışarıya taşmış giysilere. Anlaşılan bunlar rokoko giysileri içindeki bir kadın sürüsüydü. Ağzımın açık kaldığını hissediyordum ama kapatamıyordum.

  Ortadaki kadın beni fark edip birdenbire durdu. Diğerleri onun yarım adım arkasında durdu. "Bu ne?" Sesi yüksek ve buyurgandı.

Kendimi kocaman bir örümcek gibi hissettim. Olmaması gereken yerde ve bakılamayacak kadar iğrenç. Eh, normal tabii, eski kotumu bu gösterişli elbiselerle karşılaştırınca.

"Affedersiniz madam. O... Sanmıştık ki... Dünkü kıyafet balosu..."

Kadının gözleri buz gibi baktı iki adama. "Kesinlikle hayır. Majestelerinin bu manzarayla karşılaşmasına izin verirmişim gibi."
Majesteleri? Kafam çalışmaya başladı ve nihayet mermer döşemelerle yanları geniş giysileri bir araya getirebildim. "Versay Sarayı'nda mıyız?" Güçlükle toparlandım ve kadının gri gözlerinin yine bana çevrildiğini fark ettim. Buna bulaşılmaz diye geçti kafamdan. "En azından bunu biliyor. Buraya nasıl geldi?" dedi kadın.
Kimse yanıtlamadı. Tüm bakışların bana çevrildiğini gördüm. Ve anladım: Benimle konuşuyordu. Üçüncü tekil şahıs olarak. "Bunu ben de bilmek isterdim" diye mırıldandım. "Ama eğer gerçekten Versay'daysak Lee FitzMor'u tanıyor musunuz acaba? Yani Leander FitzMor'u." Tam on ikiden vurmuştum. Bütün kadınların gözleri parladı.

Buyurgan hanımın gri gözleri bile sertliğini kaybetti. "Onu nereden tanıyor?" Ama sesinin tonu hiç değişmemişti.

"O benim kardeşim" diye yalan söyledim hemen. Tekrar pantolonumu sonra da yüzümü inceledi.

"Ona benzemiyor" dedi kabaca. "Adı ne?"
"Felicity. Felicity Morgan" Çenesiyle pantolonumu işaret etti. "O üzerindeki ne?"

"Eee... Uyandığımda böyleydim." Yalan değildi. Gri gözlü hanım kaşlarını çattı. "Üzerini değiştirsin, bir saat sonra görüşelim. Madame de Polignac?" Yeşil elbiseli başka bir hanım öne çıktı. "Ona uyulması gereken protokol kurallarını açıklayın ve düzgün bir şeyler giymesini sağlayın."
  Oha. Madame de Polignac'a kibarca hitap edildi. Buyurgan hanım, konuştuğu kadının yanıtını beklemeden hışırdayarak uzaklaştı, ardındaki kalabalık da peşinden. Beni bulan iki genç adam da defolup gitti. Geriye, yirmili yaşlarının başında olduğunu tahmin ettiğim genç bir kadın kaldı.
Olağanüstü güzel yüzünde alaycı bir gülümseme vardı, gözleri muzipçe parlıyordu. "Demek öyle. Kraliçemiz yakışıklı Lee'nin adını duyar duymaz Mösyö von Fersen'i bile unuttu."

Kraliçemiz mi? O Marie Antoinette miydi? Böylece delici gri bakışlar da anlam kazanmıştı. Asillerin bu tepeden bakan tavrı doğuştan gelmeydi (kendi kraliçemizi düşünmek yeterli). Buna rağmen Lee'nin adını duyunca yumuşuyordu ha? "Bu sizi şaşırttı mı?" diye sordum ve ağrıyan alnımı ovuşturdum.
"Hayır. Beni şaşırtan sadece şu: Lee bana hep tek çocuk olduğunu söylemişti. Ama buna karşın nişanlısı Felicity'den söz etmişti."

PAN'IN KARANLIK KEHANETİ (2. Kitap)Where stories live. Discover now