Öte Dünya

16 5 1
                                    

Her yer çok... yeşildi. Işık farklıydı. Daha parlak, daha yoğun ve aynı zamanda parça parça aydınlık lekelerle daha karanlık. Bir empresyonistin tablosu gibiydi. Çevremdeki her şey hem sessiz hem de gürültülü gibiydi. Rüzgâr sesi ya da uğultu duymuyordum ama kuşların ve böceklerin sesi çok belirgindi. Arabaların ve uçakların, kilometrelerce ötede olsalar bile, ne kadar gürültü yaptığını daha önce hiç fark etmemiştim. Son senelerini büyük şehirde geçirmiş olan benim için bu korkutucuydu. Kendimi rahatsız hissediyordum.

Ne yöne gitmeliydim? Ormanın ortasında duruyordum ve bulunduğum yer iyimser bir bakışla bile açıklık olarak nitelendirilemezdi. Yönümü bulmak için güneş ışığı yoktu ve ağaç gövdeleri iki metreye kadar çepeçevre yosunla kaplıydı. Çiçek kokuyordu; zambak, leylak, yosun, bal ve... domuz pastırması?

Kokladım. Resmen kızarmış et. Kokuyu takip ettim. Hiç de kolay değildi. Her yeri azman gibi büyümüş filizler ve eğreltiotları sarmıştı, çalılar görüşü engelliyordu ve her şey yosunla kaplıydı, her şey. Çürük dallar, çukurlar bile. Birkaç kere ayağımı burktum, dallara tutunmak zorunda kaldım. İki kez kokuyu kaybettimve tekrar yoğunlaştığı yere geri döndüm. Saatlerdir yürüyormuşum gibiydi ama açıklık bir yer göremiyordum. Yeşillik giderek sinirimi bozmaya başlamıştı ve bu tuhaf sessizlik beni tedirgin ediyordu. Gözetlendiğimi hisse diyordum..

Son üç yıldır Phyllis, Nicole, Ruby ve ben sürekli vampirli filmler ve diziler izliyorduk. Kötü adamlar hep beklenmedik bir anda ve birdenbire ortaya çıkıyorlardı. Tek başına yürüyen ya da anlaşılamayan bir nedenden dolayı her zaman şehrin ortasına değil de aptalca ormana kaçan kızlara özel ilgileriyle. Şimdi ben de ormanda dolanan o salak piliçlerden biriydim.

Korkarak durdum. Yolumu kaybetmiştim nasıl geri dönecektim? Yolu bulsam bile ya döndüğümde efsanelerdeki gibi bin yıl geçmiş olursa? Kahretsin. Bunu neden daha önce düşünmedim ki?

Sağımdaki çalılıktan bir çıtırtı geldi. Boynum da kıtladı çünkü kafamı çok hızlı çevirmiştim. Ama daha ne olduğunu anlayamadan nefesim kesildi. Bacaklarım kendini bıraktı sırtüstü yere düştüm. Solda bir hareket. Ve sonra gözlerim karardı..

Sallanıyordu. Kafam şiddetle bir duvara çarptı. Yine. sallandı.

"Aman Tanrım, yine mi" diye mırıldandım. "Karl? Neredeyiz?"

Kimse karşılık vermedi. Gözlerimi kırpıştırdım. Nedense başım ağrımıyordu. Taşınabilir bir tabutun içinde de yatmıyordum çünkü sık, yeşil ağaç tepelerinin arasından üzerimdeki gökyüzünü görebiliyordum. Fazlasıyla yeşil yapraklar. Güneş ışınlarının neredeyse hiç şansı yoktu yaprakların arasından geçmek için.

Ellerimi hareket ettirmek istedim ama yapamadım. El ve ayaklarım bağlanmıştı. Kafamı kaldırdım ben de.
"Ah!"

Korkuyla kafamı tekrar ahşap zemine çarptım. Üzerimde, gökyüzüyle aynı renk gözlere sahip sarı bir saç kütlesi belirdi. Etraftan kahkahalar duyuluyordu. Kafamı diğer tarafa çevirdim ve iki kişi daha gördüm. Üçü de biraz tanıdık geliyordu. En azından nerede olduğumu hatırladım. Öte dünyada. Tablonun içinden geçmiştim ve şimdi yanımdaki yarı çıplak üç elfi de tanıdım: FedEx, UPS ve kepçe kulaklarıyla Hermes.

Doğrulmak istedim ama parmak uçlarımda tuhaf bir karıncalanma oldu. "Pekâlâ, ellerimi biraz gevşetebilir misiniz? Parmaklarım kopacak yoksa."

"Zaten artık ihtiyacın olmayacak" diyerek karşılık verdi Hermes sinsi gülüşüyle.

Diğer ikisi yüksek sesle güldü.

Elfler gerçekten de gördüğüm en küstah yaratıklardı. Ki ben yıllarca Yıldızlar Kulübü'ne tahammül etmek zorunda kalmıştım. "Siz elfler neden kendinizi bir şey sanıyorsunuz?"

"Harry Potter okumadın mı?" diye sordu UPS kaşlarını kaldırıp.

"Okudum, ama oradaki elfler çok yardımsever ve dost canlısıydılar, insanları mutlu etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı.."

Hermes gözlerini devirdi. "Onlar elf değildi. Biz onlara büyü yapabilenler diyoruz. İnsanlardan daha üstünler."

"Biliyor musun, sen söyleyince fark ettim, Voldemort'a çok benziyorsun" dedim ve yine ipleri zorladım. "Ayrıca hazır yeri gelmişken, Stalin ve Hitler'e de benziyorsun. Lanet olsun, biraz gevşet şu bağcıkları."

"Hayır."
Parmak uçlarımı hissetmiyordum artık ve endişe verici bir şekilde morarmışlardı. "Burada saatler nasıl işliyor?" diye sordum kafamı dağıtmak için.

"Sağdan sola" diye aptalca bir yanıt geldi. Elfler gerçekten çok aptaldı. Derin nefes alıp verdim. "Yani demek istediğim bugün ben buradayken yarın Londra'da bin yıl geçmiş olacak mı?"

"Ne saçma şey. Niye öyle olsun ki?" En azından FedEx o kadar kaba değildi. "O yalnızca eski efsanelerde öyle anlatılmış. Yolunu şaşırıp da buraya gelen insanlar bir daha asla geri dönemezler."

"Neden? Tekrar çerçeveden atlamam yeterli."
UPS gıdaklar gibi güldü. Bu sessizlikte oldukça tedirgin edici çıkıyordu sesi. "Çerçevenin dışına çıkacağın kesin. Ama bundan değil artık. Yolunu şaşırıp da buraya gelen insanlar öldürülür. Eski bir kanun. Kimse elf krallığını açığa çıkaramaz. Buraya çıkan yolun neden o kadar korunaklı olduğunu sanıyorsun?"

Birden midem bulanmaya başladı. "Ama ben sizin Seçilmişinizim! Öyle kolayca öldüremezsiniz beni."
"Kehanetler Kitabı'ndaki o bölümü her zaman kuşkulu bulmuşumdur" dedikten sonra Hermes, kindarca ekledi: "Özellikle de bizi neyin kurtaracağını gördükten sonra."

"Ve neyden olduğu da yazmıyor orada. Kesinlikle en satanlar listesinde değil" diyerek ona hak verdi UPS.
"Geldik" diye açıkladı FedEx.

Kafamı kaldırdım. Önümde bir sarayın dev giriş kapısı duruyordu. Açılıp kapanan bir köprünün üzerinde duruyorduk. Sağımızda ve solumuzda, bizi dipsiz boşluğa düşmekten alıkoyan, en fazla bir metrelik "Aaah" diye bağırdım dehşetle. yer vardı.

Hermes korkudan el arabasının kollarını bıraktı. Kafam tahtaya çok kötü çarptı yine. Aynı anda dev kapı açıldı ve beş silahlı adam, çekilmiş kılıçları ve mızraklarıyla dışarıya fırladı. Maalesef arabamız kapıya o kadar yakındı ki ilk çıkan, arabanın koluna takılıp uzunlamasına üzerime düştü. Araba biraz sola kaydı.

Yine dehşetle bağırdım. Sahne hemen değişti ve kendimi silahlı elfler tarafından etrafım sarılı halde, bir iç avluda buldum. Rahat bir nefes aldım. En azından boşluğa düşme tehlikesi geçmişti. Ürkekçe gülümsemeyi denedim.

"Merhaba. Ben Felicity. Meilyr FitzMor'la görüşebilir miyim?"

Elfler şaşkın bakışlarla birbirlerine baktılar.
"Evet, sözümona Seçilmiş bu olmalı" diyen Hermes'in sesini duydum arkamda. "Adı sadece Mor, Fritz yok, seni mızmız şey."

Onu bir elime geçirirsem okkalı bir tokat yiyecekti. İlk elfler sırıtıp silahlarını indirdiler.
"Prens" diye bağırdı biri yüksek sesle ve anlaşılır şekilde. Aynı anda hepsi hazır ola geçip doğruca karşıya baktılar.

Prens, Eamon'dı.

PAN'IN KARANLIK KEHANETİ (2. Kitap)حيث تعيش القصص. اكتشف الآن