Barda

18 4 4
                                    

Fibulayı bulmak için odamı bir kez daha iyice aradım, sonra da bütün evi. Yoktu. Ben de barın yolunu tuttum.

Birkaç haftadır buraya adımımı atmadığım halde zaman durmuş gibiydi. Her zaman olduğu gibi yine bayat alkol, duman altı olmuş ahşap kokuyordu, her şey eski ve perişan görünüyordu. Bu bar en iyi zamanlarını -eğer öyle bir şey olduysa tabii- altmışlı yıllarda yaşamıştı. Müşteriler bile o zamana uygundu.

Üç ahbap çavuşlar bar tezgâhına oturmuştu ve yine her zamanki kıyafetlerini giydiklerine neredeyse yemin edebilirdim. Kareli gömlek ya da Mike'ın giydiği boğazlı kazak, iş pantolonları ve ayakkabılar.

Annem neşeyle gülümsedi. "Merhaba, canım. Çok naziksin. Seni neredeyse hiç göremiyorum artık."

Yine o sitem. Haksız olduğunu düşünmeme rağmen bende suçluluk duygusu uyandırıyordu. "Merhaba, anne. Üçünüze de merhaba."

Mike, Ed ve Stanley coşkuyla kadeh kaldırdı bana. Mike çoktan birkaç birayı devirmişti çünkü bardağına bakarken ağzını şapırdatıyordu.
"Hey, Feli, seni tekrar görmek ne güzel. Yemin ederim büyümüşsün" diye bağırdı Stanley.
"Noel'den beri en az on santim uzamış" diye geveleyerek destekledi Mike. "Ama kesinlikle zayıflamışsın."

Bir başımı okşamadıkları kalmıştı. Onun yerine... "Arkadaşın nerede? Kibar İskoç?" diye sordu Mike. Ed yandan dürttü onu. "İskoç değil."

"Oyuncuyu kastetmiştim" diyerek kendini savundu Mike.
"Hayır, ben yakışıklı sarışını kastediyorum" diyerek açıkladı Stanley.

Ah, demek Richard, Lee kadar yakışıklı değildi ha? Çok komik. Zavallı Richard. Yine Lee'ye yenik düştü. Ve evet, Lee daha yakışıklıydı. Richard demişken. O feci akşamdan sonra onu bir daha aramadığımı hatırladım dehşet içinde. Ben Avalon ve Versay'dayken iki kere mesaj atmıştı telefonuma. Tabii oralarda çekmediği için anca döndüğümde görebilmiştim ama yanıtlamayı tamamen unutmuştum. Kesin kızmıştır. Richard'ı düşünmeyi sonraya bıraktım.

"Seninle biraz konuşmam gerekiyor anne" diyerek üç ahbap çavuşların sorusunu önemsemedim. "Broşa benzer bir şeyim kayıp. Altındandı ve kocaman sarı bir taşı vardı. Kehribar taşı."

Annem telaşla tezgâhın arkasındaki rafı silmeye koyuldu. Arkadaki aynadan korktuğunu tam olarak görebiliyordum. Buraya ona yardım etmek için geldiğimi mi düşünmüştü yoksa?
  "Ne broşu Felicity?" diye sordu, ama bir sonraki bardağı rafa koyarken elleri biraz titriyordu. "Yani eğer kocaman kehribar taşlı ve altınsa sana nereden geldi?"
Çok akıllıca. Anında karşı atağa geçti. Annem, bana böyle bir broşun miras kalmadığını ve onu asla satın alamayacağımı çok iyi biliyordu. "Lee'nin o" diyerek yalan söyledim. "Onun oturduğu semtte çok fazla hırsızlık olduğu için saklayayım diye bana verdi."

Annemin yanakları iyice kızarmıştı. Sinirden göz kapakları seğiriyordu.

"Ve bir de, dolabımda asılı bir elbise gördün mü, anne? Mavi ve krem renkliydi, çok güzel bir eteği vardı."

Sürpriz bir şekilde bana döndü. "Onu Anna'ya geri verdim. Balo için ondan ödünç almıştın ya."

Ah, kahretsin. Bu hiç aklıma gelmezdi. "Hayır, o Anna'nın elbisesi değildi. Onu bana Lee hediye etmişti" diye açıkladım canım sıkkın. Ablamın böyle bir elbiseyi geri vereceğinden kuşkuluydum. Özellikle de etiketi gördükten sonra. Bana ödünç verdiği elbise Marks and Spencer'ın sezon sonu indirimindendi. Ucuz tafta kumaştan. Ama Jon George'un tasarımı... O olağanüstü akşamda Lee'nin benim için yaptığı harcamayı hayal bile edemezdim.

"Vaaay" diye bağırdı Stanley neşeyle. "Sana kıyafet alan bir âşığın mı var? Bunun ne demek olduğunu biliyorsun, değil mi Feli?"

Şaşkınlıkla baktım ona. "Hayır."

"Erkekler kadınlara kıyafet almaya başlarsa durum ciddi demektir. Neredeyse yüzükten daha bağlayıcıdır bu" diye anlattı bir öğretmen edasıyla.
  "Bundan emin olabilirsin" diye onayladı Mike somurtarak. "Son kız arkadaşıma o çok istediği iç çamaşırını alınca beni sepetledi. Daha o kadar olmamışız. Ben gidebilirmişim ama çamaşırlar onda kaldı."

İç çamaşırı aynı şey değil ama..." diyerek karşılaştırmayı çürütmeye çalıştım.
"Kıyafet, kıyafettir. Sonuçta vücudunda taşıyorsun, öyle değil mi?"

Düşündüm de, Lee bana iç çamaşırı almaya kalkışacak olursa... Üstelik biz nişanlıydık. En azından o bunu biliyordu ve eminim yanlış bir şey düşünmemişti. Hafifçe öksürüp boğazımı temizledim ve burada olmamın asıl nedenine geldim. "Anne, broş..."

"Lee neden sana bu kadar değerli bir broş veriyor?" diye sordu Stanley. Üç ahbap çavuşlar sohbetimizi ilgiyle izliyordu. "Böyle bir şeyi alabilen adamın evinde niye kasası yok. Ya da bankada?"

Niye Stanley'nin kafası özellikle bugün çalışıyordu ki? Normalde o fonksiyonu karaciğeri üstlenmiyor muydu? "Bana onu neden verdiğinin ne önemi var ki?" dedim öfkeyle. "Önemli olan bana güvendi ve şimdi broş ortada yok."
"Yoksa o yüzük yerine geçen bir nişan hediyesi miydi?" Şimdi üçü de pis pis saratıp birbirini dürtükledi.

"Hayır, değildi. Bir kere olsun annemin konuşmasına izin verir misiniz lütfen? Hâlâ nerede olduğunu bilmiyorum."
Hepsi sustu ve merakla anneme baktı.
"Patty, broş sende mi?" diye sordu Ed alçak sesle.

Annem yüksek sesle iç çekti. İdam sehpasına gitmek üzere olan bir suçlu gibi görünüyordu. Daha söylemeden ne diyeceğini biliyordum. "Sattım ben onu. Geçen hafta elektrik faturası geldi. Pazartesi elektriği keseceklerine dair muhtemelen dördüncü uyarıydı. Temiz çorap ararken broşu buldum. O benim kurtuluşumdu." Hepimiz sustuk. Üç ahbap çavuşlar bile yıkılmış görünüyordu. "Kime sattın?"

"Philip dedi ki, o..."

"PHILIP?!" diye bağırdım ne yapacağımı şaşırıp.

Annem yine telaşla bir bardağı parlatmaya başlamıştı. "Aslında ağabeyin böyle şeylerden anlıyor. Birtakım insanlar tanıyor ve bana yardım etmekten çekinmiyor. Sen sadece oyuncuları ve modelleri tanıyorsun." Son cümlesini suçlar gibi bakışlarla söylemişti.

Yeterince dinlemiştim. Fibula Philip'teyse eğer onu bir daha göremeyeceğime dair ciddi endişelerim vardı. Kendi borçlarını ve annemin elektrik faturasını ödemiştir. Arkamı döndüm.

"Feli, annene böyle davranman doğru mu sence?" diye bağırdı arkamdan Stanley.

Arkama baktım. Soluk giysileri, mavi damarlı alkolik suratlarıyla üç adam ve önlerinde kahverengi ceylan gözleriyle kınayarak bana bakan, narin, hoş bir kadın, annem.

Döndüm ve hiçbir şey söylemeden çıkıp gittim.

PAN'IN KARANLIK KEHANETİ (2. Kitap)Onde as histórias ganham vida. Descobre agora