on dokuz

1.3K 166 441
                                    











insanı ürküten ilk ses kendi çığlığıydı ve bu korkuyu insan, doğduğu ilk gün tadardı. bağırış saf havaya temas ettiği her saniye biraz daha artar, göz perdelerinin ardındaki melekler bile bebeğin vücuduna suskunluğa dair bir parmak lekesi bırakamazlardı. ses artar, artar ve artar; kendi ürküntüsünden yorulup sessizliğe boğulana kadar çığlık kafa derisinin altından beynine dokunur ve en sonunda susar. insan, kendi sessizliğiyle korkuya dair ilk bağışıklığını kazanırdı.

artık yanığı geçeli haylice bir zaman olmuş parmak uçları tüfeğin üzerindeki tozu nazikçe namlunun üzerinden aldı. gri kir işaret parmağında yuvarlak bir iz bırakırken eli tüfeğin üzerindeki ince çizgiyi çizmeye devam etti. gittikçe kirlenen parmak ucu artık devam ettiği çizgiyi tozdan arındırmıyor, yalnızca gerisinde silik, tüfeğin geri kalanına kıyasla daha koyu renkte bir yol çiziyordu.

beyaz, kese gibi bir bezle tüfeğin üzerindeki tozu tümüyle sildi. doğrusu elijah, doğarken ağlamamıştı. öyle sık ağlayan bir çocuk değildi ki. ergenliğin ilk dönemlerinde, düşünceleri yavaş yavaş yerine oturmaya başladığında bile öyle duygusal hisler onu gereğinden fazla ele geçirmemişti. şimdi düşününce, korkuya dair edindiği bu düşük bağışıklık onu polonya sınırlarında haylice rahatsız etmeye başlamıştı.

tarımla uğraşmanın verdiği düşük gelir dışında bir sıkıntı çekmemişti würzburg'da. mesela ailevi sıkıntıları olmamıştı, arkadaşları tarafından dışlanmamıştı -robert'le ettiği büyük kavga dışında ki o da öyle önemli değildi- ve en önemlisi elijah, würzburg'dayken hiç savaşmamıştı.

polonya işgali sonrası karargâhı dolduran boğuk durgunluk yerini üst rütbelerden az buz duyulan schlieffen planına bırakmıştı. çoğu asker fransa sınırlarındaki desteğe gitmek için hazırlanıyor, bölükteki erlerin büyük bir kısmı polonya üzerindeki son mektuplarını yazıyorlardı. bu erlerden biri olan elijah için ise her şey karışmıştı. kış sonrası rus işgaline hazırlandıklarını düşünüyordu, buradan kilometrelerce uzaklıktaki fransız işgal hattı ona hiç mantıklı gelmiyordu. kaldı ki başkente iskân etmiş büyük bir yardım ordusu varken doğudaki askerlerin yardımını beklemek ne kadar doğruydu? aklı basmıyordu.

tüfeği tahta korkuluğun üzerinden aldı. fransa'ya gitmek istemiyordu. adımlarının onu bir taarruza daha kendi iradesiyle götürmesi elijah'a korkunç geliyordu. artık ilgisini ne küçüklüğünden beri duymakta olduğu belçika'nın kızıl soğuğu ne de oradan ileri gidilecek paris'in demirden kulesi çekiyordu. ayrıca fransa'ya yapılan taarruzda belçika'nın ne işi vardı ki? sahi, polonya'ya neden saldırmışlardı? derinlerde bir yerde savaşa duyduğu gerçekçi sorgulamalar bu küçük işgal bölgeleriyle zihninde aniden beliriyordu ve elijah bunu uzun uzun düşünmekten her defasında kaçınıyordu.

bu olası fransız taarruzunu bu kadar düşünmesinin ise gerçekçi bir yanı vardı elijah'ın ve bunu generalin odasında, müsvedde evrakları bir arada toplarken görmüştü. majino hattı'na gitmek üzere üsten ayrılacak nitelikli askerlere yedi günlük eve dönüş izni verilecekti. elijah bir erdi ancak yedinci mangadan sağ çıkmanın verdiği saygınlık, onu diğerlerine oranla daha nitelikli bir konuma getirmişti ve bazı kayıtlarda rütbeli isimlerin yanında ernst schäfer adını okuyabiliyordu.

düşük bir ihtimal de olsa evine gidebilme korkusu -bu bir korkuydu zira ayak basacağı dört duvar arası boş odalarda kendisini kimin, nasıl beklediği hakkında en ufak bir fikri yoktu- onu heyecanlandırmıştı. içinde hâlâ ailesindeki bireylerin sağ kaldığı umudu vardı ve bunu evine gitmeden yok edemiyordu. belki würzburg'a dönmek elijah'a annesinin yaşadığını göstermeyecekti ancak elijah, evinden daha dönmemek üzere çıktığının nihayetinde farkına varmış olacaktı. yine de bu bir çeşit kendini kandırıştan başka bir şey değildi, ne düşünürse düşünsün elijah evinde hâlâ ailesinin olduğuna inanıyordu ve dört köşeli yeşil bir mektup onu aksi bir gerçeğe itemiyordu.

kangrenWhere stories live. Discover now