on bir

1.3K 191 403
                                    














jean, iki şafak önce gönüllü olarak güneybatı cephesine gittiğinden beri elijah uyumakta zorluk çekiyordu.

çocukluk, geride bırakılması kolay bir dönem değildi ve silah konusunda ne kadar iyi olursa olsun jean, henüz bir çocuktu. belli belirsiz çıkmış siyah sakallarının yüzünden keskin bir jiletle alınması bile pürüzsüz tenindeki o çocuksuluğu belli ediyorken onu savaşın kalbine yollamak hiçbir stratejiye dahil değildi.

yavaş yavaş çevresinde yer edinen eksiklik elijah'a yabancı hissettiriyordu, her zamanki gibi. burası asla onun evi olmamıştı ve bir aile gibi onu saran bu kalabalık sahteydi. elijah, bunu biliyor olmasına rağmen jean ve karl'ın boş ranzasına bakarken gözlerinin donuklaşmasına engel olamıyordu. öylece üst üste duran iki yatak, soluk ve cansızdı.

parmak uçları ranzanın demir merdivenine tutundu. güney polonya karargâhındaki boşluk onları lodz'a geri göndermişti ve elijah, karl'ın ölmeden önce uyuduğu son çarşafın üzerinde hiç olmadığı kadar eksik hissediyordu. artık ne karl yatak kavgası yapacaktı ne de jean üst karyola için karl'ı yataktan itecekti. artık, ikisi de yoktu.

ranza demirleri parmaklarının arasında ısınırken elijah, çıplak ayaklarını yatağa, kendine doğru çekti. eli demirden sıyrılıp kolu, kendine çektiği bacaklarına sarılırken alnını dizlerine yaslamıştı. iyi hissetmiyordu.

o tanıdık mide bulantısı karnının üzerinde yerini aldı. avuç boğumlarından ayak bileklerine kadar bedenini esir alan soğukluk, güney almanya'dan beri vücudunda dinmek bilmeyen o titreme; elijah, başını dizlerine iyice bastırırken her şeyin geçmesi için hangi tanrı'ya dua edeceğini bilmiyordu. ona ne yaptığını bilmiyordu fakat yehova artık ona yardım etmiyordu.

ayakları yatağın üzerinde rahatsızca hareket ederken gözlerini açmaya korkuyordu. doğrusu, gereğinden fazla üşüyordu ve bu sanki hak ettiği bir muameleymiş gibi buna mani olmaya çalışmıyordu. kırık pencereden çıplak tenine nüfuz eden soğuk, ıslak saçlarının arasından damla damla sırtına değiyordu.

dün gece, lodz'a geldiklerinden beri kendine gelmekte zorlanıyordu. ilk duşunu sabaha karşı, kimse uyanmadan almıştı. bu sefer ron onu uyandırmadan elijah uyanmıştı ve bu bile normal değildi. en tuhafı da insan içinde giyinmekten bile hoşlanmayan elijah'ın üzerinde yalnızca koyu kahverengi bir pantolonla öylece yatakta oturmasıydı. elijah, üzerini giyinmeyi bile umursamamıştı.

ensesine değen rüzgâr baş ağrısını artıyorken elijah, bacaklarına daha sıkı sarıldı. hemen eve gitmek istiyordu. şu kapıdan çıkıp ilk trenle würzburg'a geri dönmek ve kahve sobanın yanında ellerini ısıtmak. soğuktan kıpkırmızı kesilmiş parmak uçları pantolonu sıkarken elijah, yalnızca evine dönmek istiyordu.

burada böyle durmaya devam ederse en iyi ihtimalle hasta olacaktı. az yoğunlukla boşaltılmış koğuşta, kırık pencere içeriye kar soğuğunu iterken elijah, bir saat daha burada kalsa soğuktan ölebilirdi fakat o an umurunda bile değildi. ne değişirdi ki? artık onu evde bekleyip beklemediklerini bile bilmiyordu.

belki de koğuşta, kırık pencereden arta kalan soğuktan ölmek; cephede, evine gitmeyi bekleyen diğer kurban askerleri öldürme zorunluluğundan daha kolay geliyordu. kimseye tek bir ateş bile etmeden, bir insana bile zararı dokunmadan öylece karl'ın serin yatağında ölmek daha katlanılabilirdi.

saç tellerini kirleten soğuk su boynundan aşağı damla damla akarken elijah, gözlerini sakince kapattı. doğrusu, ölmek istemiyordu fakat yaşamak, daha zordu. her gün daha zoruyla karşılaşmak, her gün daha kötüsünü yaşamak dışarıdan göründüğü gibi değildi.

kangrenWo Geschichten leben. Entdecke jetzt