altı

1.7K 240 557
                                    











neden?

şeffaf pencerelerdeki mermi delikleri çıplak bir bedenin kahverengi benleri gibiydi. elijah, göz bebekleri kırık camların arasında dolaşırken üstsüz bir insanı izler gibi utanıyordu.

sokaklar geçildi. avrupai evlerin arasından kasabalar aşılırken yeşil araba hep aynı yolda leke bıraktı. geçtiği her caddeye kendi benliğinden bir cümle bırakan elijah, sessizce çevreye bakınıyordu. tüm uykusuzluğuna rağmen içinden bir damla bile uyumak gelmiyordu ve tam yanında, başını araba demirine yaslamış öylece uyuyan ron'a inanamıyordu. ron, neden uyuyordu?

beton duvarlardaki kuru kanı yalnız elijah mı görüyordu? neden kimsenin umurunda değildi? yan arabalarındaki derrick, konuşurken neden bu kadar mutluydu? karl neden jean'in omuzunda uyuyakalmıştı? macellan ön koltukta subayla ne konuşuyordu?

cephe üssüne gidilen yolda elijah, yanından geçtikleri her evi bir bir izledi. kapı eşiğinde onları izleyen bedenler, elijah'a suçluymuş gibi bakıyordu. araba, doğu polonya'nın alelade bir köyünde durup arızasını onarırken de öyleydi; metrelerce uzaklarında bir çocuk öylece elijah'ı izliyordu ya da elijah, bakışlarını üzerine alınıyordu.

bakışlarını kaçırmadan çocuğa döndüğünde göz göze gelmişlerdi. kirli suratında demir küfü gibi birikmiş kan alnını istila etmiş, kaşları kanla koyulaşmıştı. boş gözlerle elijah'ı izlerken yüzündeki hissizlik, elijah'a korkunç geliyordu ve bu korku, albert'i vurduğu anda winston'a karşı duyduğu korkudan daha ağırdı. winston'unki emri yerine getirişti; çocuğun buz mavisi gözlerinde ise saf nefret vardı.

küçücük bedeniyle kendinden ağır bir kini göz bebeklerinde besleyen çocuk elijah'ın gerilmesine sebep oldu. ona daha fazla bakamayarak gözlerini kaçırdı. sağ tarafına dönüp sokağı izlemeye başladığında kanındaki irkilmeyi gizlemeye çalışıyordu.

göz bebekleri sokakta dolaştı, ona bakmamak için. öylece dışarıyı izlerken korkuyordu. bir an, yalnızca küçük bir an o çocuğun yerinde olduğunu hayal etti. würzburg'daki evlerinin bu şekilde yağmalandığını, babasıyla daha geçen bahar tamir ettikleri pencerelerin böyle kırıldığını ve içeriyi, bu sisli havada esir alan karanlığı; elijah yumruğunu sıktı. korkuyordu.

ron'un bedeninin yanında kıpırdadığını hissettiğinde uyandığını fark etti. gözlerini üzerinde hissederken ona bile bakmak istemedi. yüzündeki hayal kırıklığını, kendinden başkasına hissettirmekten çekindi. zaten ron da çok geçmeden dizini kendine çekmiş ve başını pantolonunun kumaşına yaslamıştı. yorgunlukla alnını dizinin üzerine bırakırken elijah, ona bakmıştı.

gözleri tekrar o çocuğun olduğu tarafa yönelince onu, yerinde göremedi. kaçmıştı. nefret ne kadar büyük olursa olsun korku, ağır basıyordu işte. bu tıpkı, tanrı'ya tapmak gibiydi. yaşanan hiçbir şeye kızamadan zavallı bir cehennem korkusuyla tanrı'ya dualar etmek, hitler rejimine ayak uydurmaya benziyordu. yehova da damarlarındaki kana bakıyordu, hitler de. birinin avı saf museviler, diğerinin saf almanlardı.

çocukken yahudiliği yalnızca bir ırktan ibaret zannederdi. yahudilik bir ülkeydi ve onlar da bu ülkenin bir vatandaşıydı. daha sonra yaşadıkları coğrafyanın alman cumhuriyeti olduğunu fark etmiş ve cumhurbaşkanlarının yehova olmadığını anlamıştı. yehova tanrıydı, devlet adamı değil.

ilk kez, yehova'ya tapmayan insanlarla karşılaştığı zaman dünyanın würzburg'dan daha büyük olduğunu algılamıştı.

elijah diğerleri gibi düşünmüyordu. yeruşalim'e dayanan atalarından ona arta kalan kan, diğerlerinden farklı akmıyordu. ona öğretilen museviliğin özel bir ırk olduğu ve yahudi âleminin seçilmiş olduğuydu. bunu duymak güzeldi fakat elijah, hazreti musa'nın oğlu değildi ki.

kangrenWhere stories live. Discover now