on yedi

1.3K 181 640
                                    










1940'a girdikleri ilk gün elijah, mutfak masasına dirseklerini yaslamış, sakin bir yüzle bıçak biliyordu.

onun için yeni yıl yalnızca roş aşana'da pişmiş ıslak ziyafet kokusundan ve birkaç tanımlayıcı unsurdan ibaretti: annesinin tatlı giyimi, sokakta yakılan sıcak ateş, bahçenin demir çitlerinin ardında neşeli çığlıklar atan sokak köpekleri ve şofarın o boğuk gürültüsü. zaman hanesinde değişen rakamlar onun için yalnızca hasat vaktini simgelerdi zira ocak ayına girdiklerinde nadasa bırakılacak tarladan ilk kış ekinleri toplanır ve gelecek marta değin kuru toprak kendini kirli yağmur sularıyla yıkardı. her iki yılda bir tekrar eden bu periyotta elijah çamurlu boş tarlanın üzerinde dizlerine kadar toprağa gömülür, ineklerden alınacak bir damla süt için o yaşlara katlanırdı. belki, tatlı yağmurlu günlerde bunun verdiği ince bir zevk zihnine yerleşebilirdi fakat bu, kabullenmekten korktuğu bir durumdu; zorunlu olarak yaptığı şeyi güzel bulduğunda kendine ihanet etmiş gibi hissediyordu.

elindeki bıçak bilendikçe gümüş rengi bir ışıltıyla parlamaya başladı. würzburg'da da en sevdiği şey buydu; o, bıçağı bileyene kadar babası kümesten yumurtaları getirir, annesi sofrayı hazırlar, küçük kız kardeşi de geriye kalan angaryaları hallederdi ve dolayısıyla elijah'ın üzerine herhangi bir sorumluluk kalmazdı. öylece mutfakta oturur, bıçağını biler ve varsa mutfakta herhangi bir misafir, onunla konuşurdu.

tüm bunları bir kez daha yaşanabilirmiş gibi bir umutla hatırlamak elijah'a huzursuz hissettirdi. sanki gerçek değildi hiçbir şey. ne o yeşil mektup ne de cephe; hiçbir şey gerçek değildi. ölüm haberleri veren annesinin yüzünü bile görmemişti o konuşurken, yalnızca o eğik el yazısıyla hislerini okumuştu sanki her şeyin suçlusu bu dört kenarlı basit kâğıt parçasıymış gibi. babasının elindeki av tüfeği, ince kıvrımlı bir el yazısı; kız kardeşinin götürülmesi, siyah mürekkepli birkaç kelime. dil olanaklarıyla tercüme edilmiş bu aciz haberdarlık elijah'ın gerçeklik algısını yitirmesine neden oluyordu, inanmak istemese inanmayacakmış gibi.

kutunun içindeki kahverengi kedi ve yeşil zehir; kutu kapalı kaldıkça kedi belirsizdir, ne ölüdür ne diri. her şey, kutunun açılıp açılmamasına bağlı. elijah'ın, eşyalarını koyduğu kahverengi kutudaki bu yeşil mektup da tıpkı schrödinger'in kedisi gibiydi; mektubu okursa babası ölürdü, okumazsa yaşar. elijah, zarfı hiç açmamış gibi hayatına devam ettikçe her şey birikiyordu ve onun, kutuyu açmama gibi bir şansı yoktu: ailesinin yokluğuyla yüzleşmek zorundaydı.

bilenmiş bıçağı masanın üzerine bıraktı ve çenesini avuç içine yasladı. insan öldürüleceğini öğrendiğinde nasıl bakardı?

elbet öleceğini bilen insanlarla karşılaşmıştı; büyükannesinin toprak altına girmeden önce nasıl da çaresiz göründüğünü anımsayabiliyordu. ancak elijah, öleceğini bilen insanı değil, öldürüleceğini bilen insanın ifadesini merak ediyordu. sahi, kız kardeşi ne yapıyordu?

askerlere yakalanmak illaki ölüm değildi ki, belki kurtulmuştu. belki sıyrılıp da kaçmıştı askerlerin arasından ve yüzündeki kırışıklıkları her geçen gün kendini belli eden annesi kız kardeşini de bulup bir yere saklanmışlardı. elijah, onlarla bir daha karşılaşamaz mıydı?

pekâlâ ömrünün sonuna kadar ailesinin himayesinde kalmak isteyen küçük bir çocuk değildi. aslında elijah, ailesine gereğinden çok daha fazla bağlı biri de sayılmazdı fakat bu, yaşananların korkunçluğunu bir nebze de olsa azaltamıyordu. geride onu ailesinden başka bekleyen biri yoktu.

özellikle de tren garında geride bıraktığı o tatlı bakışları unutabilmesi mümkün değildi. babasının kız kardeşini de kucağına alıp el sallayışını hatırlamak her gece uykusunun bölünmesine sebep olurken elijah hâlâ kesintisiz bir uyku sürdürebilmeyi başaramamıştı.

kangrenWhere stories live. Discover now