NOTANIN ERVAHI (Kitap oldu)

By SumeyyeDemirkan

6.4M 499K 1.2M

''Şeytanın bileklerinde saklıdır belki de insanlığın rehberi zira böylesine bir insanlık yalnızca ondan öğren... More

NOTANIN ERVAHI
1.Bölüm: ''Notaya Vurulan Neşter''
2.Bölüm: ''Geceye Düşen Meşale''
3.Bölüm: ''Kilidi Kırık Kapılar''
4.Bölüm: ''İhanetin Yabancı Şahidi''
5.Bölüm: ''Yaralı Bedenlerin Sanrısı''
6.Bölüm: ''Sönmeyen Ateşin Kıvılcımı''
7.Bölüm: ''Sokağın İçindeki Adımlar''
8.Bölüm: ''Felaketin İçinde Felaket''
9.Bölüm: ''Işıklı Yollar Ardımızda''
10.Bölüm: ''Omurgası Kırılmış Çiçek''
11.Bölüm: ''Kemikleri Çalınmış İskelet''
13.Bölüm: ''Sadakatin Sessiz Senfonisi''
14.Bölüm: ''Denize Düşmüş Nota''
15.Bölüm: "İdam Edilmiş Gülüşler"
16.Bölüm: ''Toprağında Çürümüş Tohumlar''
17.Bölüm: ''Kırık Kalpler Mahzeni''
18.Bölüm: ''Bir Kutu Mor''
19.Bölüm: ''Kanatları Sarılmış Kırlangıç''
20.Bölüm: ''İki Kalbin Kıyameti''
21.Bölüm: ''Yarayı Sarmayan Bant"
22.Bölüm: ''Aynı Notanın İçinde''
23.Bölüm: ''Kuyudan Atılan Taş''
24.Bölüm: ''Sessiz Ritimler Durağı''
25.Bölüm: ''Kırılmış Hayallerin İzleri"
26.Bölüm: ''Kalbe Takılmış Kelepçe''
27.Bölüm: ''Zaafa Sıkılan Kurşun''
28.Bölüm: "Kılıçlar ve Kesikler"
29.Bölüm: ''Kafesin İçinde Özgürlük''
30.Bölüm: ''Depremin Altında Kalanlar''
31.Bölüm: ''Derin Duygular Dökümü''
32.Bölüm: ''Bileklere Düşmüş Dudaklar''
33.Bölüm: ''Oyunlar ve Bozanları''
34.Bölüm: ''Sarhoş Kelimelerin Hisleri''
35.Bölüm: ''Evinle Yola Çıkmak''
36.Bölüm: ''Fotoğrafın Canlı Yüzü"
37.Bölüm: ''İncisi Çalınmış İstiridye''
38.Bölüm: ''Yangından Taşan Ateş''
39.Bölüm: ''Zamanın Dokunduğu Yürekler" SEZON FİNALİ!
40.Bölüm: ''Karayelin Getirdiği Soğuklar''
41.Bölüm: "Kalbi Donmuş Gözler"
42.Bölüm: ''Gözyaşları Kadar Ayrılık''
43.Bölüm: ''Sokaklar ve Yalnızlar''
44.Bölüm: ''Gecenin İçindeki Mesafeler''
45.Bölüm: ''Acıların Bıraktığı İzler''
46.Bölüm: ''Gerçeklere Dökülmüş Mürekkep''
47.Bölüm: ''Sessizliğin Ardındaki Çığlık''
48.Bölüm: ''Isıtan Kar Tanesi''
49.Bölüm: ''Enkazın Çöktüğü Karanlık''
50.Bölüm: ''Yaralar ve Yarınlar''
51.Bölüm: ''Başka Bir Evren''
52.Bölüm: ''Ellerin Tuttuğu Yürekler''
53.Bölüm: ''Kıvılcımın Ucundaki Ateş''
54.Bölüm: ''Rus Ruletine Bilet''
55.Bölüm: ''Yarına Sarılmış Eller''
56.Bölüm: ''Geçmişi Geleceğe Taşımak''
57.Bölüm: ''Rüzgarın Götürdüğü Anılar''
58.Bölüm: "Kaderin Dokunduğu Mucize"
59.Bölüm: ''Geleceğin Yaşam Taşları"
KİTAP OLUYORUZ!
60.Bölüm: ''Final''

12.Bölüm: ''Kanadı Kırık Kırlangıç''

112K 9.3K 13.8K
By SumeyyeDemirkan

Tove Lo - Thousand Miles

Lea Michele - Run To You 

Merhaba. Biz geldik. İçime sinen bir bölüm oldu ve bir günde yazdım. Tabii elim, gözüm, belim gazi oldu ama neyse. :') Sizler de lütfen oy ve yorumlarınızla destek olun. Keyifli okumalar.

12. Bölüm: ''Kanadı Kırık Kırlangıç''

Bir mesaj yüzümü güldürmeye yetmişti.

Çok değil sadece bir mesaj bile kalbimdeki bu atışı değiştirebilmişti. Bunun iyi mi yoksa kötü mü olduğunu anlamak için çaba sarf etmemiştim ama göğsümün içindeki o şey çizgisinden taşmış, başka yöne sapmıştı. Vay be! Bu kadar kolaydı demek, bunca zaman sonra tek bir cümle bile bunu başarabilmişti.

Güldürün o zaman beni onun bunun çocukları, sürekli üzüyorsunuz.

Mesajı birkaç sefer okuduktan sonra ona dönüş yapmadan telefonu kilitledim ve cebime koydum. Güneş gözlerime bir ayna gibi ışıldamaya devam ederken derin bir nefes alıp, kendimden müthiş emin bir şekilde okula uzanan kaldırımda yürümeye başladım. Ozan hâlâ orada duruyordu ve belki de beni bekliyordu. Beklesin, daha çok beklerdi.

Okul bahçesine yaklaştığım her adımda yüzümdeki tebessüm artıyor ve bu karşı konulmaz bir hâl alıyordu. Neden bilmiyorum ama sürekli gülesim geliyordu. İnsanların beni deli sanmasını isteyecek kadar gülmek istiyordum.

Ellerimi kapüşonumun cebine koydum ve başım dik bir vaziyette okul bahçesine iyice yaklaştım. Ozan beni görür görmez sırtını yasladığı beton duvardan ayrıldı ve sargılı koluyla yanıma gelip tam karşımda durdu. Önümü kesti. Boynundan aşağı kalın beyaz bir bandaj iniyor kolunu kalp hizasında tutuyordu. Yüzüne baktım ve tek yaranın kolu olmadığını gördüm. Suratındaki bazı kısımlarda da kesikler ve izler vardı. Gülümsememi bastırmaya çalışıp alçılı koluna odaklanarak, ''Dur dur,'' diye dalga geçtim. ''Pilot kalem ver de, imzamı atayım. Adettendir.''

Ozan çabucak bir reaksiyon gösterip kaşlarını çatarken, ''Beni sinirlendirme,'' diye konuştu. Sesi tok ve ciddiydi.

''Sinirlensen kaç yazar ya?'' diye alay ettim gözlerinin içine bakarak. Yüzündeki yaraları incelemeye başlarken ekledim. ''Çok yakışmış ha bu surat. Keş tipine fıstık gibi cila olmuş.''

''Leyla kes şunu çok fena olacak yoksa!''

''Hadi lan oradan!'' diye salladım kafamı. ''Ne sandın ki? Bu pisliğin üzerine basıp geçeceğimi mi? Yok sayacağımı mı?''

''Sen değil o yaptı bunları,'' dedi Seyit Ali'yi kast ederek. Bunu biliyordum ve çok da memnundum. Hak ettiği dil buydu demek ki, bundan anlıyordu. ''O herife bu fırsatı veren sensin.'' Dişlerini sıkarak üzerime eğildi. Gözlerime ateş gibi bakıyordu lâkin zerre korkum ve çekincem yoktu. ''Yatıp kalkıyorsun değil mi lan onunla?''

Tepki bile vermedim, şaşırıp abartmadım da zira bunu istiyordu. Hır, gür çıkarayım ve ona istediğini vereyim istiyordu. Ben kendimi biliyordum ki, neden başkasına bir şey kanıtlamak zorunda bırakayım kendimi?

''Ozan,'' diye baktım ateş saçan gözlerine inat ona bir damla su ile giderek çünkü benim bir damlam onun kocaman yangınını bile söndürürdü. ''Siktir git başımdan!''

''Yok öyle bir şey bile diyemiyorsun,'' dedi hırlayarak. ''İnkâr bile etmiyorsun.''

''Geçen gün yan yana gördün diye beni okula maskara eden sensin, şimdi bunu kabul edeyim de adımı tüm şehre duyur değil mi?'' diye yükseldim bir anda. Yok, asla kendimi hâkim olamıyordum. ''Senin gibi bir şerefsizin oyununa düşmem bir daha. Onunla da aramda ne olup olmadığı seni zerre ilgilendirmez.''

Ben aslında oyuna düşmemiştim bana adi bir tuzak kurulmuştu ama bundan da alnımın akıyla çıkabilmeyi başarmıştım. Ekledim. ''Biraz daha devam edersen bu sefer ölürsün söyleyeyim çünkü onun kavga etmek gibi bir huyu yoktur. Anlatabiliyor muyum?''

Ne? Seyit Ali'yi epey koruyor ve onu tanıyormuş gibi davranıyordum.

Bunu yapmıştım.

Çünkü neden yapmayayım?

Ozan kendini üzerimden çekerken onu dokunma gereksinimi dahi duymadan yanından geçip gittim. Beni duymuştu ama anladığına yemin edemezdim. Son zamanlarda iyice zıvanadan çıkmıştı. Gerek kullandığı hap gerek psikolojik sorunları onu yok ediyordu. Ben varken ona yardım ediyordum, bir şekilde faydam dokunuyordu ama artık ben yoktum ve o bensizlikte çürüyordu. Açıkçası umurumda değildi çünkü bunu kendi istiyordu. Ayaklarının altına ellerimle döşediğim taşları yerinden kaldırıp atarak en büyük ihaneti kendine yapmıştı.

Sakin bir şekilde okul bahçesinden içeri girdim ama biraz gecikmiş olacağım ki klasik sabah merasimine denk gelmiştim. Müdür yardımcısı olacak beyefendi tüm okulun önünde yine birtakım kurallar ve duyurular yapıyordu. Ben de bizim sınıfın en arkasında yerimi almıştım. Bıkkın bir halde bu monoton konuşmanın bitmesini bekleyerek başımı öne eğdim. Şükürler olsun ki kısa sürede bitmişti. Yani bir on dakika sürmüştü...

Tırnak ve saç bakım kontrolünden sonra sınıflarımıza çıkmaya başladık. Semih sırasından taştı ve beni bularak yanıma geldi. ''Günaydın,'' dedi sakin bir sesle. ''Nasılsın?''

''Fena sayılmaz,'' diye cevapladım. ''Ama bugün biraz daha iyiyim.''

''Güzel giden şeyler mi var?'' diye sordu kaşlarını çatarak, epey meraklıydı. Dudağımın kenarını kıvırdığımda bundan iyice şüphe ederek beni durdurdu ve gözlerimin tam içine baktı. ''Yoksa o Seyit Ali denen çocukla mı çıkmaya başladın?''

''Daha neler?'' diye baktım aval aval. ''Yüzüm gülüyor diye neden aklına hemen bir erkek geliyor?''

''Kız mı gelsin yani?''

Gözlerimi devirdim. ''Öf Semih vallahi oksijen israfısın sen.''

''Neden mutlusun öyleyse, paylaş benimle de mutluluğun artsın.''

''Bilmem,'' dedim omzumu silkip yeniden yürümeye başladığımda. ''Çok çok mutlu sayılmam ama iyiyim bugün. Keyfimi kimse bozamaz. Sen bile.''

''Bunu zaten yapmam,'' dedi sınıfa girdiğimizde. Çantasını sıraya varmadan on adım önce atarak konuştu. ''İlk ders edebiyat ve müdür yardımcısı sağ olsun on dakika kıyak geçti bize. Edebiyatı dinlemektense gider müdürü dinlerim sabaha kadar.''

''O kadar da değil,'' diye mırıldandım ben de sırama yerleşirken. ''Sıkıcı ama o konuşmaya da katlanılmaz.''

Semih aksine hareket etmezken yanıma geldi ve oturdu, zaten o sırada eş zamanlı olarak Narin Hoca elinde ders araç ve gereçleriyle içeri girdi. Birkaç dakika sonra yoklamayı aldıktan sonra sınıfa dönerek, ''Son günlere geldik sayılır,'' dedi. ''Birkaç konumuz kaldı arkadaşlar. Benim şöyle bir fikrim var. Konularımız bittikten sonra en başından özet geçerek burada birlikte test çözelim, üniversite sınavınıza yönelik sorular olacak.''

''Çok iyi olur hocam,'' dedi ön sıralardan biri.

Diğeri ekledi. ''Aynen hocam tekrar etmek güzel olur.''

Kimse olumsuz bir yanıt vermezken Narin Hoca tatmin olarak kitabın kapağını açtı ve kaldığı yerden konuyu anlatmaya başladı. Ben de onlara ayak uydurarak kitabımın kapağını açtım. Dersi boş gözlerle dinlemeye kendimi ayarladığım vakit telefonum titredi. Gelen mesaja sıranın altında baktım.

Kimden: 0539*******

''Gruba gel reis.'' (08.49)

Mesajı okurken önce kaşlarımı çattım sonra gözlerimi devirerek güldüm. Sonra da sanki yapmak zorundaymışım gibi internetimi açıp gruba girdim. Birkaç bildirim telefonumun üst paneline yerleştiğinde onları yok ederek gruptaki mesajları okumaya başladım.

Son Kafa Bükücü ve Biz

0539*******: Sabahın yedisine ders koyan hoca insan mıdır?

0536*******: Sana müstehak.

0539*******: Neyse ki sınıf hangar gibi uyudum biraz.

0539*******: Canım sıkılıyor oğlum benim, dur şu çatlak kıza mesaj atayım da gelsin.

0539*******: Gelir birazdan.

Mesajını okurken yüzümdeki ifade değişti ve parmaklarımı ekranda dans ettirerek bir şeyler yazıp gönderdim.

0537*******: Çatlak kız?

0539*******: Vallahi bildi!

0537*******: Sen hayırdır ya? Böyle bir havalar falan?

0539*******: Yok bacım sen yanlış anladın beni.

0536*******: Ulan geri vitese taktın.d Çevir kazı yanmasın Teo.

0539*******: Leyla çatlaksın kızım yalan yok. Neyse ben şey soracaktım, sen bizi kaydettin mi rehberine? Kaydettiysen beni ne diye kaydettin merak ediyorum.

0537*******: Kaydetmedim. Ama seni kaydedersem çöp bidonu diye kaydedeceğimden emin olabilirsin.

Bu esnada ben de onların isimlerini kaydettim. Sanki çok gerekliymiş gibi.

Çöp bidonu: Olsun onun da bir işlevi var.

0537*******: Dersteyim ben gidiyorum.

Çöp bidonu: Ben de dersteyim ne tesadüf.

Çöp bidonu: Sen hâlâ lisede takılıyorsun değil mi? Benim de en hızlı zamanlarım orada geçti.

0537*******: Aynen baya hızlı zamanlarmış, zekâ seviyen yaşına göre biraz geride kalmış.

Cihangir: Ulan...

Çöp bidonu: Lan Cihangir, sen de fırsatını bulunca nasıl yazıyorsun ama... Yavşak herif!

İkisi didişmeye başlarken kendime mani olamadan dudaklarımın yanaklarıma doğru tırmandığını fark ettim ve bunu bana fark ettiren kişi de Narin Hoca'ydı. ''Leyla!'' diye seslendi oturduğu yerden otoriter bir tavırla bana bakarak. Afallayarak yüzümü Narin Hoca'ya çevirdim. Konuşmaya devam etti. ''Telefonunu getir.''

''Anlamadım hocam?'' diye salağa yattım.

''Telefonunu masama koy!'' diye ikâz etti. ''Lütfen üçüncü kez tekrar ettirme!''

''Hocam...''

''Leyla diyorum!'' diye konuştu otoritesini kaybetmeden. Gözlerimi kapatıp açarken sıkıntıyla iç çektim ve derhal mesajlardan çıkıp telefonumu tamamen kapattım. Ayağa kalkıp elimdekini Narin Hoca'nın masasına bırakırken gergin bir ifadeyle yerime geçip oturdum. Semih kulağıma yaklaşıp, ''Ders bitiminde alırsın dert etme,'' dedi.

''Umarım,'' diye mırıldandım ve isteksiz bir vaziyette dersi dinlemeye daha doğrusu dersi bitişi için dakika saymaya başladım. Yaklaşık yirmi beş dakika sonra zil çaldı ve ben soluğumu anında Narin Hoca'nın yanında aldım. ''Hocam kusura bakmayın,'' diye söylendim sakin bir sesle. ''Telefonumu geri alabilir miyim?''

Narin Hoca telefonumu kavradı ve beyaz önlüğünün geniş cebine koyarak gözlerime baktı. ''Telefonu velin alacak Leyla. Okul çıkışı gelip alabilir.''

Gözlerimi irileştirdim ve minik bir telaşa kapıldım. ''Hocam yapmayın. Bir daha olmaz lütfen.''

Beni reddetti. ''Derste birkaç kez yüzüne baktım bırakırsın diye ama o kadar meşguldün ki beni bile görmedin. Hayır Leyla, telefonunu velin gelip alacak benden.''

''Hocam Allah aşkına yapmayın,'' diye dil döktüm ısrarla lâkin boşa kürek çektiğimi az sonra kitaplarını göğsüne yaslayıp çıktığında anladım. Arkasından yaralı bir ceylan gibi baktığımda sınıftakilerin bana olan o ezici bakışlarından hoşlanmayarak derhal düzeldim ve yeniden avcı olmaya karar verdim.

Benim velim kimdi?

Annemi aramalıydım, çok ilgili bir ebeveyn olduğu için mutlaka buraya gelecekti. Hiç şüphem yoktu.

İsteksizce Semih'in yanına gittim ve ondan telefonunu istedim. Önce babamı aradım fakat telefonu kapalıydı. Mecbur ilk aklıma geleni, annemi aradım. Zihnimde ilk canlanan kişi oydu, ben ise onun kalbinde eğreti duran bir kaktüstüm. Neyse çok da dramatize etmeye gerek yok, sadece okula çağıracaksın Leyla.

Telefonu kulağım yasladım ve annemi aramaya başladım. Amansız bir hastalık gibi tırnaklarımı dişlerimin arasına yerleştirirken annem telefonu açıp, ''Alo?'' diye konuştu. Sesi tedirgindi.

''Anne ben Leyla,'' dedim çabucak.

''Leyla. Ne oldu?'' diye sordu bu sefer merakla. ''Kimin bu numara? Sen neredesin?''

''Bir arkadaşımın numarası bu.''

''Senin telefonunun nerede?''

''Ben de seni bu yüzden rahatsız etmiştim,'' deyip çabucak konuşuverdim. ''Derste biraz sorun oldu da, hoca telefonuma el koydu. Senin buraya gelmen gerekiyor. Başka türlü vermeyecek yoksa.''

''Ne yaptın?'' diye sordu yükselerek. Açıkladım. ''Bir şey yapmadım anne, hoca telefonumu aldı diyorum. Saate bakarken yakaladı beni, o sırada telefonuma el koydu ve sen olmadan geri vermeyecek.''

Yalan söylemek istemezdim ama gerçek sebebini de söylemek istemezdim.

Annem, ''Bir şey olmaz, kalsın telefonun hocanda,'' diye bir tepki verdiğinde gözlerim büyüdü ve dudaklarımı sabırsızca birbirine geçirip konuştum. ''Anne işlerim var benim, hem yarın hafta sonu. Lütfen gel lütfen.''

Biraz durdu ve sıkılmış bir şekilde soluğunu telefona üfledi. Bu beni hafif sıyrıklarla yaralarken, ''Tamam geleceğim. Saat üçteydi değil mi okul çıkışın?'' diye sordu sonra. Kafamı salladım. ''Evet.''

''İyi tamam.''

''Teşekkür ederim,'' diye gülümsedim. ''Görüşürüz.''

Ardından telefonu kapatıp Semih'e onu geri teslim ettim. Semih telefonunu alırken onu sıranın üzerine koydu ve bana baktı. ''Sen ne yapıyordun ki derste? Ben çok ilgili ve alakalı bir öğrenci olduğum için gözüm ve kulağım hocadaydı, ne yaptığını görmedim.''

''Saate bakıyordum.''

Alaycı bir tavırla güldü. ''Ben senin annen değilim Leyla. Şarkısı da var hatta, muhterem poposuna saygı duyduğum Jennifer ablamız söylüyor.''

Şarkıyı mırıldanmaya başladığında ona gülmeden edemedim. İyi hoş çocuktu ama ne bileyim... Bir şey eksikti ya da fazlaydı. Her insan gibi kısaca.

Ona istediği cevabı veremeden zil çaldı ve bu mevzu kaynadı gitti. Bugün çıkışta müzik evine de gitmeyecektim. O yüzden rahat rahat annemi bekleyebilir ve eve dönebilirdim. Günüm inanılmaz sıkıcı ve boğuk geçerken çıkış zili çaldı. Hevesle toparlanıp aşağı indim. Annem bahçe kapısının orada bekliyordu. Ona elimi kaldırdığımda beni gördü ve buraya gelmeye başladı. Az sonra yanıma vardığında, ''Hoca yukarıda,'' dedim.

''Tamam hadi yürü,'' diyerek beni döndürdü ve birlikte öğretmenler odasına çıktık. Ben bu hallere düşecek insan mıydım ya?

Kapıyı çalıp Narin Hoca'ya seslendim. Narin Hoca elindeki çay bardağıyla birlikte dışarı çıkarken annem onu başıyla selamlayıp gülümsedi. ''Öğretmen Hanım ben Leyla'nın annesiyim. Derste telefonunu almışsınız sanırım.''

''Öyle oldu,'' dedi Narin Hoca sakin bir ses tonuyla. ''Leyla bugün beni şaşırttı doğrusu. Normalde derslerimi dinlerdi ama...''

Hoca yakma beni hoca!

''Ne oldu ki?'' diye sordu annem kuşku dolu bakışlarla bir bana bir de Narin Hoca'yı hedef alırken. ''Bir şey mi yaptı Leyla?''

''Derse ilgi göstermek yerine telefonuyla ilgileniyordu, biliyorsunuz bu yasak,'' dedi Narin Hoca çay bardağını nazikçe elinde tutmaya çalışırken. Haklıydı ama bu kadar üzerime oynanmazdı ki canım! Sanki ne ettim ben? Of durduk yere aldık başa belayı.

''Özür dilerim hocam,'' dedim kafamı öne eğip sırtımdaki çantayı oraya iyice sabitleyerek. ''Bir daha olmayacak emin olabilirsiniz.''

Narin Hoca aslında iyi bir eğitimci her şeyden evvel iyi bir insandı ama böyle olacağını tahmin etmezdim, kabul yaptığı şey onu hakkıydı ama ne bileyim en azından çıkışta bana verebilirdi, anneme kadar uzamasına hiç gerek yoktu... Tabii bu okulda benim sözüm geçecek değildi. Annem çabucak olayı tatlıya bağladıktan sonra telefonu aldık ve okuldan ayrıldık. ''Hocan ne dedi öyle?'' diye sordu.

İşte başlıyoruz.

''Hiçbir şey,'' diye geçiştirdim. ''Saate bakıyordum anne.''

''Saate bakman saniyelerini alır,'' dedi çabucak. ''Aklın nerede geziyor senin?!''

''Bir yerde gezmiyor,'' diye cevapladım kısık sesimle. ''Öyle oldu işte. Hem benim hakkımda kötü bir şey söylemedi ki, sen de bu ilgili hallerinden kurtul bence.''

Kaldırımın ortasında durdu ve kolumdan tutup beni kendine çevirdi. ''Senin için kalkıp geldim ben buraya, utanmadan hâlâ tırnak çıkarıyorsun.''

''Hoca, velini çağır dedi ne yapsaydım ya?''

''Babanı arasaydın.''

''Aradım ama kapalıydı,'' dedim damağımı ıslatarak. ''Ama biliyor musun anne? Benim aklıma gelen ilk kişi sendin. Sen olmuştun.''

Kolumu sıkan parmakları sözlerim üzerine gevşerken gözlerime baktı iyice ama bu pek uzun sürmedi, zaten annem benim gözlerime uzun uzun bakamazdı. Ya korkardı beni anlamaktan ya da kendine yediremezdi bir türlü beni anlayamamaktan.

''Bunu eve gidince konuşacağız,'' dedi geri çekilerek. ''Telefonun da şimdilik bende kalacak.''

Kaşlarımı çattım ama iki kelam edemedim çünkü bana bir fayda sağlamayacaktı. O Mehtap Akdemir'di. Merhametini ve sevgisini sandık altına saklamış, halının altına süpürdüğü duygularımı hiç gocunmadan orada saklayarak üzerine basıp geçen bir kadındı. Yine de annemdi işte, seviyordum. Deli gibi değil, vazgeçilmez bir şekilde değil, karşılık bekleyerek hiç değil ama annemdi işte... Anneler sevilmez mi hiç?

Yirmi dakika kadar sonra eve geldik. Saat dörde yaklaşıyordu. Duş almak istiyordum. Annem üzerindeki hırkayı çıkarırken, ''Ağabeyin kahveye gitti, o gelmeden bir şeyler hazırlayıver,'' diye seslendi.

Odama girmeden, ''Ne ara iyileşti de kalktı gitti?'' diye sordum. ''Hem benim ödevlerim var. Duşa gireceğim.''

''Yarın okulun yok,'' dedi annem hazırcevapla. ''Makarna salıver. Ağabeyin de günden güne toparlıyor zaten, bunalmış evde.''

Keyifsizce homurdandım. ''Tabii. Doğal ortamına girmek onun da hakkı unutmuşum.''

''Leyla!'' diye uyardı annem beni sehpanın üzerindeki kumandayı alırken. Ve yine o alışık olduğumuz gündüz kuşağı programları evin içini seslerle doldurmaya başladı. Gözlerimi devirdim ve buna daha fazla katlanmak istemeyerek odama girdim.

Sakin sakin kıyafetlerimi çıkarırken telefonumun eksikliğini hissetmeye başladım. Aslında ona muhtaç değildim ama yine de eksikliğini hissediyordum işte. Durağan bir şekilde kıyafetlerimden sıyrılıp onları kirli sepetine koyduktan sonra kendimi de sıcak suyun altına bıraktım. Yarım saat sonra duştan çıktığımda ıslak saçlarımın suyunu alıp öylece bıraktım. Kurulamaya acayip üşenmiştim ve kendi kendine kurusun istedim.

Odama girdiğimde Ömer çoktan gelmiş üniformalarını çıkarmaya başlamıştı. ''Hoş geldiniz beyefendi,'' diye söylenerek saçlarını karıştırdım. ''Nasıl geçti günün?''

''İyi geçti,'' dedi sakince. ''Okuma yarışması yaptık ben üçüncü oldum.''

''Hım,'' diye oturdum yatağımın üzerine onu izlemeye devam etmek için. ''Bir sonraki sefer sen birinci olacaksın ama biliyorsun değil mi?''

Ümidi yüzünden ve kalbinden uzaklara iterek kafasını iki yana salladı. ''Ceren varken hiç şansım yok. Çok hızlı okuyor.''

''Bak ben bu Ceren'i çok merak etmeye başladım,'' diye itiraf ettim ona atıfta bulunurken. ''Güzel bir kız mı?''

Ömer ellerini gömleğinin düğmelerinden indirip bana dümdüz baktı. ''Peki bunun konumuzla alakası nedir abla?''

''Bak bak,'' dedim hayretle. ''Laflara bak. Büyümüş de küçülmüş eşek sıpası.''

Kıkırdadı. ''Deme ya öyle, hiç sevmiyorum.''

Ona eşlik ettim. Ömer kıyafetlerini çıkarmaya devam ederken duraksadı ve bana çekingen bir şekilde baktı. ''Abla, ben banyo yapacağım da suyu ayarlar mısın? Bir de su döker misin başımdan aşağı? Bazen gözüme şampuan kaçıyor da yetişemiyorum.''

''Yaparım tabii ablam,'' dedim sıcacık gülümserken. ''Sen temiz kıyafetlerini ayarla ben de suyunu ayarlayayım olur mu?''

Gözlerini kapatıp açarken bana öpücük attı. Saçlarını dağıttım. ''Hayta seni.''

Odadan çıkıp banyoya gittim ve Ömer için uygun sıcaklıkta bir su ayarladım tabii kova dolana kadar bir çırpı da gidip makarna için ocağa sıcak suyla dolu tencere koydum. Su kaynayana kadar Ömer'i rahatlıkla yıkayabilirdim. Ömer temiz kıyafetlerini köşedeki rafın üzerine bırakırken külotunu çıkarmadan tabureye oturdu. ''Ben utanıyorum, ama annem yerine bu sefer sen yıka istedim. Kocaman adam oldum hâlâ tek başıma banyo yapamıyorum. Gözlerimi kapattığımda kötü şeyler görüyorum. Sana da oluyor mu?''

''Oluyor,'' diye kandırdım onu. ''Daha doğrusu küçükken oluyordu ama büyüdükçe gidiyor. En azından bende öyle oldu.'' Sıcak suyu kapatırken kollarımı sıvadım. ''Hem neden utanıyorsun ki? Ben de böyle su kaplumbağası gibi seni severim, yıkarım.''

''Su mu kaplumbağası?'' diye sordu.

''Hı-hım,'' deyip su dolu tası kafasına yaklaştırdım. ''Tamam hadi kapat gözlerini.'' Tası kafasından aşağı usul usul dökerken, ''İyi mi sıcaklığı?'' diye sordum. Ellerini yüzüne götürdü ve kafasını aşağı yukarı salladı. Sırıttım. Manyak çocuk.

Ömer'in saçlarını şampuanladıktan sonra kafasını duruladım ve kollarına, sırtına keseyle sürttüm. Bunu seviyordum, onunla ilgilenmeyi, ona bakmayı cidden çok seviyordum. Benim en iyi arkadaşımdı ve onunla çok iyi anlaşıyordum. Vekaleti annemdeydi, benim de öyle ama ben birkaç ay sonra on sekizime girecektim. Özgürdüm. Mahkeme Ömer'i anneme verdiği için onun yanındaydım, onunlaydım. Ömer de zaten annemle kalmak istiyordu çünkü annem ona kötü davranmıyordu. Kabul biraz ilgisizdi ama o, annemi çok seviyordu.

Ömer'i güzelce yıkadıktan sonra havluyu bedenine sarıp saçlarını küçük havluyla kurulamaya başladım. ''Sen güzelce üzerini kurula ben bir yemeğe bakayım, sonra da burayı yıkarım,'' diyerek banyodan çıkıp mutfağa girdim.

Annem çoktan makarnayı tencereye koymuştu. Burada olduğumu fark edince seslendi. ''Ağabeyin geliyor, sosu yap sen.''

''Tamam,'' diye karşılık verdim sakince. Dolabın kapağını açıp sebzeliğe eğildim. Görebildiğim şeyler iki üç tane domates ve salatalıktı. Kalan domatesleri alıp doğrularak, dolabın kapağını kapattım. ''Alışveriş yapmamız gerek, dolapta bir şey kalmamış.''

''Parayı bulursak yaparız,'' dedi annem keyifsizce.

Kendi kendime konuştum. ''Sende de para yoksa ben öleyim o zaman.''

Domateslerin kabuğunu soyup onları güzelce sos yaptım. Ömer çoktan giyinmişti ve yardım için mutfağa gelmişti. Birlikte sofrayı hazırlarken Serhan elinde iki ekmekle içeri girdi. Pek keyifli göründüğünü söyleyemezdim. Bize bakıp, ''Hayırdır bugün pazar mı da banyo yaptınız?'' diye sordu.

''Ne alakası var?'' diye sordum makarnaları tabaklara servis ederken.

''Ne bileyim genelde öyle olur ya hani,'' dedi ağzının içinden konuşarak. Boş boş laflarını dinledim ve sofra hazır olunca birlikte oturup yemeğe başladık. Garip bir sakinlik vardı üzerimizde. Buna gerçekten hayran kalmıştım. Alışkın değildim ama hasrettim. Sakin sofralara. Keyifli ya da huzurlu olmasında gözüm yoktu, sakin olsun yeterdi.

Çok şey mi istiyordum ya?

Evet Leyla, çok şey istiyordun.

Makarnamı çatalımın ucuna dolarken dalgın dalgın öylece bu döngüyü izliyordum. Zihnimde en ufak bir anı ya da fikir yoktu, sadece izliyordum. Boş boş, öylesine. Annem sessizliği bozarak bana konuştu. ''Okulda da böyleysen hocaların haklı. Ne bu dalgınlık böyle?''

Serhan hemen nem kaptı. Eksik kalsa şaşardım. ''Ne olmuş okulda?''

Annem, ''Okuluna gittim bugün, derste telefonunu kaptırmış,'' diye söylendi kuru bir sesle. ''Aklı da beş karış havadaymış.''

''Öyle değil anne,'' diye doğruldum çabucak. ''Tek seferliğe mahsustu sadece. Hem her zaman keyfim yerinde olmayabiliyor, derste dalıp gitmişim işte.''

'''Telefon mevzusu ne o zaman?'' diye sordu Serhan gözlerime bakarak. Bana söz hakkı tanımadan anneme döndü. ''Versene bir sen şunun telefonunu.''

''Ne alaka be?'' dedim derhal sivrilerek. Bir şeylerden şüphe etmişti ve bu hiç iyi olmamıştı. Şayet ki telefonuma ulaşırsa mesajları okur ve olay içinden çıkılmaz bir hâl alırdı. ''Neden istiyorsun telefonumu?''

''Bakacağım ne boklar yediğine,'' diyerek sıktı dişlerini. ''Var sende bir haller var.''

''Manyak mısın ya?'' diye sordum alaycı bir ifadeyle. Annem çatalını tabağının kenarına bırakırken Serhan'a bakıp, ''Ben hallettim tamam bırak,'' dedi. ''Yemeğini ye!''

Serhan bu işe pek sıcakkanlı yaklaşmamıştı ve burnu çoktan girmemesi gereken yerlere girmişti. ''Ben halletmedim ama,'' dedi tok ve gür bir sesle. ''Neredeyse getir şunun telefonunu anne! Bakayım ne boklar yiyor.''

Elimi masaya koydum ve ona dik dik baktım. ''Hiçbir bok yemiyorum tamam mı? O telefonu da sana nah veririm geri zekâlı.''

Annem beni uyardı. Sakindi. ''Ağabeyinle düzgün konuş.''

''O da bana karışmayı bıraksın.''

''Bir şey yoksa neden direniyorsun kızım o zaman?'' diye sordu annem ardından. Dudaklarımı hızla ıslattım ve sinirle güldüm. ''İlla bir şey mi olması lazım anne? Ben genç bir kızım, belki kendime ait özel şeylerim var içinde. Olamaz mı? Hem ne hakkı var ya bunu yapmaya? Ben onun ne boklar yediğini sorguluyor muyum? Allah Allah!''

Haklıydım, ben daima haklıydım ama bunun ne önemi vardı ki?

Kulaklarının dibinde bağırsam bile onlar giden en uzaktaki insanı duyardı, bunu bana reva görmeyi bağışıklık diye bünyeme aşılamışlardı.

Kendimden özür diliyorum ama böyle hayatın ta...

Neyse, sakinim.

Serhan sözlerim üzerine o koca kafasını doğrulttu ve horoz gibi dikildi. ''Bakmam senin fotoğraflarına merak etme, benim işim onlarla değil... Getir şu telefonunu yoksa elimden bir kaza çıkacak.''

''Çıkart lan sıkıyorsa,'' dedim burnumdan soluyarak. ''Mecbur değilim hiçbir şeye, kaçıncı yüzyılda yaşıyorsun sen? Ne telefonuma bakması ya? Sen bana en iyisi çip tak çip. Sana ettiğim küfürleri de takip edersin.''

''Bak bak,'' dedi gözleriyle beni döverken. ''Dili iyice uzadı bunun anne. İki gün sonra artist olursa iyice sıyırır bu. Ama ben de bunu istemiyorum. Bu kız şimdiden böyleyse ileride nasıl zapt ederiz bunu?''

''Ne?'' diye güldüm sinirden doğma bir tebessümle. ''Zapt etmek mi? Sen kendini böyle baya bir kahraman ilan ettin durduk yere. Ne alakası var şimdi? Neyimi zapt edeceksin, hıyar ağası? Sen önce kendini zapt et...'' Nefretle hırladım. ''Ruh hastası.''

Minik jeneratör iş başında...

Ee, ayarlarımla oynarsanız olacağı bu.

Sükûnetim ardına gizlediğim kalkanlarımı sırtlanarak ondan gelecek atağı bekledim. Gözlerime baktı, baktı ve baktı... Sonra ayağa kalkıp salona gitti ve elinde telefonumla geldi. İrkilerek ayaklandım. ''Ver şunu,'' dedim telefonuma uzanırken. Onu benden sakındı. ''Şifresini söyle çabuk. Şifresini söyle dedim sana!''

''Söylemeyeceğim,'' dedim. ''Söylemem.''

''Bak elimde kalacaksın sen,'' diye diretti zorla. ''Söyle çabuk yoksa kırarım bunu.''

''Kır.''

''Leyla beni zorlama,'' dedi öfkesini kuşanarak. Annem arkasını dönüp, ''Serhan bırak diyorum sana, karışma kıza. Yoksa yok işte,'' diyerek benim yanımda oldu. Ona saf saf baktım. Gerçekten mi anne? Yanımda mısın benim? Hak veriyor musun kızına? Bir seferliğe mahsus olsa bile kalbimi ısıtmak için koymuş muydun ellerini göğüs kafesimin içine?

Serhan ne beni ne de annemi dinledi. ''Olmaz. Bu kız bir haltlar karıştırıyor ve ben bunu öğreneceğim. Bak anne sonra dizini döversin demedi deme.''

''Senin yaptıklarından sonra annemin dövülecek bir dizi de kalmazdı ona bakarsan,'' diye tısladım dişlerimin arasından. ''Bir de üç kuruşluk aklınla laf söylüyorsun. Zavallı.''

Serhan elinde tuttuğu telefonumu sıkmaya başladığında bileğini kavradım ve onu almaya çalıştım ama bunu başaramadım. Kolunu yukarı kaldırıp beni kendinden uzaklaştırdı. ''Şifresini ver dedim sana. Sadece bakacağım bu kadar.''

''Bakmayacaksın.''

''Bakacağım diyorsam bakacağım.''

Ömer sessizce söylendi. ''Ama yaptığın çok ayıp değil mi abi?''

Yüzümüzü aynı anda Ömer'e çevirdik. İlk kez konuşuyordu, ilk defa bu sofradaki gürültüye dâhil olmuştu. Bunu yapmıştı. Serhan sakin bir sesle, ''Sen karışma Ömer, haydi odana git ve uyu,'' dedi.

Ömer çekingen bir sesle konuştu. ''Ama saat daha çok erken.''

''Olsun sen uyu.''

Alayla güldüm. ''Lafa bak ya! Salaksın sen salak.''

''Sen kapat lan çeneni,'' diye dürttü beni. Ona aldırış etmeden Ömer'e baktım ve gözlerimi kapatıp açarak mesaj verdim. Bizim birbirimizi anladığımız bir beden dilimiz vardı ve o beni her zaman anlardı. Şimdi gidip uyuyacaktı, belki uykusu yoktu ama güzel rüyalar görmesi için gözlerini kapatmasına ihtiyacı vardı.

Sofradan kalkarken yanımda durdu, Serhan'a baktı. ''Ona kızma, vurma da sakın. O senin düşmanın değil, kardeşin.''

Yutkunamadım.

Bir el boğazıma oturmuştu ve boynumu saran parmakları nefesimi sonuna kadar kesmeye ant içmişti. Parmak boğumlarının arasından oluk oluk sancı taşıyordu. Akıyordu bedenimden aşağı doğru. Ömer... Ondan yaşça büyük ağabeyine insanlık dersi veriyordu, hem de birkaç cümleyle derinden bir ifadeyle... Karşısındaki kişi bunu anlayacak kadar insan değildi ama Ömer ben ne olursa olsun buradayım diyordu. O buradaydı. Minik bedenine sığdırdığı kocaman yüreği ile.

Elim titremeye başladığında zar zor aralık kalmış dudaklarımı kapattım. Serhan düz bir duruşla diğer elini Ömer'in saçlarına daldırıp kafasını okşamaya başladı. ''Yok aslanım bir şey yapmayacağım. Sen şimdi git güzelce uyu odanda tamam mı?''

''Söz mü? Ona vurmayacaksın değil mi?''

Deme öyle,
Sözler, küçük yüreklere ağır gelir,
Deme öyle,
Küçük yürekler büyük yürekler altında ezilir.

Serhan bir cevap veremezken acı acı güldüm çünkü bunda o cesaret yoktu. Tutamayacağı sözler veremezdi. Güzel, sanırım tek iyi özelliği buydu.

Buna bir son vermek isteyerek Ömer'in saçlarından öpüp kulağına fısıldadım. ''Sen git odana tamam mı? Ben de geleceğim birazdan. Sonra seninle hikâye kurmaca oynayacağız. Bu sefer kötü kurt yok.''

Yüreğim titriyordu ona bunları söylerken. O da bizim canımız ve kanımızdı ama öyle davranılmıyordu. Samimiyet ve ilgi yok denecek kadar azdı. Beni geçin, kardeşime gram sevgi gösterseniz yeterdi. Ama göstermediniz, yetemedi.

Yarım kaldı. Eksik kaldı.

Ömer odaya giderken kapısının kapanmasını bekledim. Bekledik. Serhan bana ait olanı elinde tutmaya devam ederken zıpladım ve onu aldım. ''Ver be şunu sen de.'' Fakat bu kısa süre bir zafer olmuştu. Serhan onu benden tekrar almıştı. Sinirin buram buram yayıldığı gözlerimle gözlerine baktım. ''Bak zaten yaralısın, bir tane geçirirsem boylarsın öte tarafı.''

''Boş boş konuşma,'' deyip telefonumu açmaya çalıştı. ''Söyle şunun şifresini. Söyle dedim lan!''

''Söylemeyeceğim.''

''Beni vallahi insanlıktan çıkartacaksın.''

Güldüm. Alayla. ''Merak etme bu senin yeni bir şey değil, hem pek de zorlanmazsın.''

Serhan'ın giderek artan nabzı beni keyiflendiriyordu. Cidden, benim de psikolojimi bozmaya başlamıştı zaten şimdiye kadar bozulmadığı kabahatti. Annem arkası dönük bir halde makarnasını yemeye devam ederken, ''Serhan bırak diyorum sana,'' diye uyardı onu. ''Ne olacak içinde sanki?''

''Ben biliyorum ne olduğunu,'' dedi kafasını kararlılıkla sallarken. ''Öğreneceğim de.''

Sıkıntıyla soluklanırken telefonumu açmaya devam etti lâkin pin kodumu giremediği için bunu başaramıyordu. Bir şeyler sallarken onu durdurdum. ''Son hakkın, bundan sonra puk kodu giriyor devreye,'' diye girdim araya. Omzunu silkti. ''Nereye girerse girsin.''

''Öf yeter be,'' diyerek elinden telefonumu çabucak aldım.

Alamadım.

Telefon yere düştü ve kapandı.

Gözlerim irileşirken hızla eğildim ve onu aldım. ''Allah'ın belası,'' dedim homurdanarak. ''Beş kuruşluk faydan yok, zararın bari dokunmasın.''

''Baban alır sana yenisini,'' diye mırıldandı soğuk bir sesle. ''Ağlama.''

Dudaklarımı hızlı hızlı yalamaya devam ederken konuşmasını sürdürdü. ''Hatta def ol git lan şimdi yanına. Ya o şifreyi bana verirsin ya da kapının önüne koyarım seni.''

Annem, ''Serhan kendine gel,'' diye bir kez daha uyardı onu ve bu sefer daha ciddiydi. ''Kimseyi kapının önüne koyamazsın. Sen beni unutuyorsun galiba. Anneniz varken sana söz düşmez.''

''Gerek yok,'' dedim çabucak söze girerken. Dağılmış, hâlâ nemli duran saç tellerimi kulağımın arkasına saklarken devam ettim. ''Ben gideceğim zaten şimdi babamın yanına. Ama kaçtığımdan ya da kovulduğumdan değil, bir gecemi daha size kurban etmek istemediğimden.''

Annem bana çattığı kaşlarıyla baktı bu sefer. İşin seyri bir anda değişmişti gözlerinde. ''Sana da iyilik yaramıyor Leyla Hanım. Ne yapalım, kırmızı halı mı serelim ayaklarına? Gitme diye yalvarayım mı?''

Acıyla gülümsedim ve bu artık benim ayrılmaz bir bütünüm olmuştu. Bununla dost olmuştum. ''Böyle bir şeyi yapmazsın ve ben de senden asla istemem anne. Merak etme rest çekmiyorum çünkü siz hep haklı olan tarafsınız değil mi?'' Dudaklarımı ıslattım. Gitmeliydim. ''Zaten yarın sabah babama gidecektik, bu gece gideriz.''

Serhan sofraya doğru ilerlerken sözlerimin üzerine durdu. ''Ömer hiçbir yere gitmiyor. Ben sabah onu bırakırım. Sen def ol nereye gidersen.''

''Kardeşim de benimle gelecek.''

''Gelmeyecek,'' dedi Serhan su dolu bardağı ağzına götürürken. Annem de ifadesinden ödün vermezken onu onayladı. ''Ömer bu gece burada kalacak. Onunla uyuyacağım. Annesiyle kalacak. Sen gidebilirsin.''

Karşılarında âdeta fırtınaya direnen bir yaprak gibiydim. Beni üzdüklerinin farkında değillerdi ama ben de zaten çok üzülmüyordum. Sadece anneme şaşırıyordum. Bana bir adım geliyor sonra on adım uzaklaşarak kaçıyordu. Gülümsetirken aslında gözlerimin içine elleriyle gözyaşı tohumları ekiyordu. Yutkundum ve boğazımı temizleyerek gülümsemeye çabaladım. Bunun için çaba harcamak bile üzmüyordu. ''Kötü şeyler görüyor bazen rüyasında,'' diye mırıldandım. ''Kulağına güzel şeyler fısılda. Geçiyor.''

Anneme evladını tanıtıyordum. Ona kendi evladını anlatıyordum çünkü benim kadar bilmiyordu.

Daha fazla burada durmadan odama girdim. Ömer arkasını dönmüş yorganını da başına kadar çekmişti. Uyumadığını biliyordum çünkü vakit erkendi. Hava kararmıştı ama uyku saati gelmemişti. ''Ömer ben bu gece babama gidiyorum ama yarın sen de geleceksin,'' diye konuştum olduğum yerde sakin bir sesle.

Yorganın altında hareket ederek yüzünü bana döndü ve kafasını koyduğu yastıktan kaldırıp gözlerime baktı. ''Ben de geleyim o zaman.''

''Olmaz,'' dedim hızla. ''Annem seninle uyumak istiyormuş.''

Gülümsedi. ''Benimle mi uyuyacak? Sahiden mi?''

''Hı-hım,'' diyerek kapatıp açtım gözlerimi. Bunu sevmişti. ''Yarın görüşürüz tamam mı?''

''Tamam,'' dedi ve kafasını tekrar yastığına koyarak uzandığı yerden beni izlemeye başladı. Sırt çantamı açtım ve içine birkaç parça eşya koymaya başladım. Üzerimi de güzelce değiştirdikten sonra her zaman giydiğim siyah deri ceketimi giydim. Kabarmış saçlarımı pek de düzeltme gereği duymadan taradıktan sonra çok kötü görünen kısımları indirdim. Babama gidiyordum zaten, çok da şey etmeye gerek yoktu.

Hazırlandıktan sonra telefonumu açtım. Allah'tan bozulmamıştı. Pin kodumu girdikten sonra onu pantolonumun cebine atıp, çantamı sırtlandım. Ömerle de vedalaşarak içeridekilere bakmadan evden ayrıldım. Hava kararmıştı ama zifiri bir karanlık yoktu. Ay tepedeydi. Ayakkabılarımın bağcıklarını bağladıktan sonra doğrulup babamı aradım. Birkaç saniye sonra bana geri dönüş yaptı. ''Efendim Neva?'' diye açtı telefonu.

''Baba,'' deyip saliselik duraksamanın ardından ekledim. ''Nasılsın? Neredesin?''

''İyiyim ama evde değilim,'' dedi. Sesi tereddüde düşmüştü. ''Ne oldu ki? Bir sorun mu var?''

Kaldırıma çıkarken ağır adımlarla ilerlemeye başladım. Kafamı usulca mutfağın camına çevirdiğimde Serhan'ın ve annemin beni izlediğini gördüm. ''Evde kimse yok mu? Sen neredesin peki?''

''Neva bir şey mi oldu kızım?''

''Yok baba...''

''Ben bir günlüğüne şehir dışına çıkmak zorundaydım ama sabah döneceğim. Serap da kız kardeşi doğum yaptı onun yanına gitti Burçin ile beraber... Senin sesin pek iyi gelmiyor ama. Bir sorun varsa söyle bana.''

Omzumu silktim. ''Yok, baba ben gayet iyiyim. Sesini duymak istedim sadece.''

''Evde mi ters giden şeyler oldu?''

''Yok olmadı. Ben öyle bir arayayım dedim seni işte.'' Ağır adımlarla ilerlemeye devam ederken, ''Neyse yarın görüşürüz.'' Birkaç saniye sonra telefonu kapatıp elimde tutarak ilerledim. ''Ne bok yiyeceksin şimdi acaba?'' Kendi kendime homurdanarak öylece gittim. Şimdi eve dönsem... Dönemezdim, o akbaba beni sinir ederdi. Belki gece yarısına kadar parkta ya da kafede oturur sonra giderdim eve herkes uyurken. Ama annem de Serhan da benim geri döndüğümü görmemeliydi. Onca laf ettikten sonra kuyruğunu sıkıştırmış kedi gibi hemen gidecek değildim. Birkaç saate ihtiyacım vardı... Tabii fikrimi değiştirmezsem.

Kendimi geçen gün Ömerle geldiğimiz parkta bulurken yüzü salıncaklara dönük boş bankın üzerine gidip oturdum. Yanıma da sırt çantamı koydum. Hafif rüzgâr vardı ama çok üşümüyordum. Saçlarımın nemi için biraz endişeliydim sadece. Kollarımı göğsümde toplayıp önümde duran çocuk salıncakları seyre daldım. Bana dolu dolu yaşayamadığım çocukluğumu anlatıyordu.

Öylece izledim önümdeki içi boş gürültüyü. Sanki birileri oynuyordu da ben de onları uzaktan izliyordum, elinden elma şekeri çalınmış bir çocuk gibi.

Bacaklarımı birbirine yapıştırırken telefonumdaki saate baktım. Henüz dokuz bile değildi ve bu saatte eve dönmek için çok erkendi. Şarjım bitmesin diye onunla oyalanmayı bırakıp yeniden kollarımı göğsümde topladım. Sağıma soluma bakınarak gelen geçeni izledim. Boş boş izledim öyle.

''Ne yapıyorum ben burada?'' diye söylendim kendi kendime. İçine düştüğüm durum komik değil gülünçtü. Sinirle kendi halime gülerken Cihangir'i yanımda bulmam bir oldu.

Afalladım ve yüzümü ona çevirip, ''Sen nereden çıktın?'' diye sordum ve düzeltip, ''Ne işin var burada?'' dedim.

Yanıma oturarak bana baktı. Yüzünde sakin bir ifade vardı. ''İşe gidiyorum ve yolum buradan geçiyor. Seninle burada daha önce de karşılaşmıştık hatırladın mı?''

''Hatırladım,'' dedim çabucak. ''Ben şaşırdım bir an seni böyle yanımda görünce.'' Ses etmeden hafifçe tebessüm etti. Alnımı kırıştırdım. ''Sen nerede çalışıyorsun ki bu saatte?''

''Valeyim ben,'' diye cevapladı. ''Ama işten ayrılacağım yakında.''

''Teoman söylemişti.''

''Onunla samimiyeti bu kadar ilerlettiğinizi bilmiyordum,'' deyince kendimi ifade etme gereksiniminde bulundum. ''Geçen gün karşılaştık ta öyle, oradan biliyorum.'' Bunu geçiştirmek istedim. ''Neden ayrılacaksın bir sorun mu var?''

Omzunu silkti. ''İnsan yerine koyulmuyorum ve buna katlanamıyorum çoğu zaman.''

Gözlerimi kıstım. ''Sanki dünya hepimize yetmeyecekmiş gibi değil mi?''

''Aynen öyle,'' dedi beni doğrularken. İç çekip öylece zemini izlemeye başladım. Cihangir, ''Sen neden buradasın bu saatte?'' diye sordu.

''Öyle bir hava alayım dedim,'' diye mırıldandım gözlerimi odakladığım yerden ayırmazken.

Kaşlarını havalandırdı, yüzünde tatmin olmayan bir ifadeyle sırt çantama bakıp, ''Sırt çantanla birlikte mi?'' diye sordu.

Tekrar afalladım ve dudaklarımı birbirine vurdurarak kafamı iki yana hafifçe salladım. ''Ha yok. Ben onu öylesine getirdim yanıma. Bir şey olduğundan değil yani.''

''Bir şey mi var ki?'' dedi irdelemeye başlarken.

Reddettim. ''Yo, ne olacak ki?''

''Ne bileyim sanki bir şey varmış gibi...''

''Hiçbir şey yok,'' dedim düz bir sesle. Cihangir iyi bir insandı hatta o grubun içinde bana en düzgün gelen ve en iyi davranandı. Bu gerçeği kendimden saklayamazdım lâkin onunla kendi hayatımı paylaşacak kadar da yakınlaşamazdım. Gözlerime bakıp benden emin olmaya çaba sarf ederken dudaklarımı çabucak nemlendirip gözlerimi kaçırdım. ''Neyse,'' diye ayaklandı sonra sakince. ''Ben işe gideyim. Sen de çok durma istersen burada, tekin yerler değil diye söylüyorum. Gelen geçen şimdi...''

''Bir şey olmaz merak etme,'' dedim tebessüm ederek. ''Sağ ol. Dikkat et kendine.''

''Sen de,'' dedi ve arkamdan geçip giderek uzaklaştı. Kendimle kaldım yine. En sevdiğim ikiliydik onunla. Ben ve kendim. Aynen çok güzel bir şey deneyin. Ama fazlası biraz zarar, dikkat edin.

Aradan yaklaşık on dakika geçmişti. Zaman kağnı gibi ilerliyor ve ben bu kağnıyı sabırsızca bekleyen sincabı oynuyordum. Beni bu hale düşüren hayat şimdi elinde çekirdeğiyle beni uzaktan izliyordu. Ömrümü kıyıdan köşeden yaşıyordum. Yani düştüğüm şu durum bakarsak daha iyi bir açıklama yapamazdım.

Sıkıntılı bir şekilde homurdanarak kafamı dizlerimin üzerine koyup iyice eğildim. Gözlerimi kapatıp tenimin çıplak kalan yerlerine dokunan rüzgârı dinledim, buna müsaade ettim. Ta ki birinin varlığını yanımda hissedene kadar. Kafamı çabucak kaldırdığım vakit bir çift ela gözle karşılaştım. Ürkek bir ceylan gibiydim sanki, beni bu kadar kısa sürede dağıtıvermişti varlığıyla.

Toparlanarak ellerimi dizlerimin arasına koydum. ''Neden buradasın sen?'' diye sordum buz gibi bir sesle. Burada olmasını istemiyordum ama hoşuma gitmişti işte. Bu duygu dengesizliğini bana öğreten ve yaşattıran oydu.

''Sen neden buradasın, Neva?'' diye sordu ılık bir sesle. Tavrı sakin ve ilgiliydi. Üzerindeki ceketin içine giydiği tişörtün altında yine o kolyesi görünüyordu. Eskimiş bir gümüşü andıran küçük halkaların zincirlenerek boynundan aşağı sarkmıştı. Onu gördüğüm andan beri hep üzerindeydi, böyle ufak detaylara takılmak da sanırım karşı koyamadığım adetimdendi.

''Hava alıyorum gördüğün gibi,'' dedim sol kaşımı yukarı doğru dikerek.

Gözlerini kısarak çantama baktı. ''Sırt çantanla birlikte mi?''

Gözlerimi devirerek güldüm. ''Aynısını az önce Cihangir de söylemiş...'' Duraksadım ve yüzümü yüzünde sabitledim. ''O söyledi değil mi burada olduğumu?''

''Ne fark eder ki?''

''Ne demek ne fark eder?'' dedim şaşkınlıkla. ''Neden söyledi? Üzerine vazife miydi sanki?''

''Kötü bir niyeti yoktu,'' diye mırıldandı dudaklarını diliyle yalarken. Geniş omzunu silkerken sağ kaşının üzerini çattı. ''Neden burada olduğunu merak ediyorum sadece. Hava almaya çıkmadığın belli, bana yalan söyleme.''

''Sana neden yalan söyleyeyim ki?'' diye sordum sesim rüzgâra karışırken. ''Gideceğim zaten birazdan.''

''Evde bir şeyler olmuş belli,'' dedi çabucak.

Baktım gözlerine ve bundan hiç hoşlanmadım, hoşlanmadığım şey gözleri değildi yanlış anlaşılmasın, Allah'ın yarattığına, böyle güzel yarattığına laf etmek ne haddime. Ben tavrından hoşlanmamıştım. ''Sen her şeye bir burnunu sokmasan mı acaba?'' diye seğirdi gözlerim konuşurken. ''Olmadı bir şey.''

Gülümsedi. ''Yalan söylediğin o kadar belli ki...''

Burnumu kıvırdım. ''Seni hiçbir şeye inandırmak zorunda değilim.''

''Evden kovuldun ya da kendin çarpıp çıktın kapıyı, ama gidecek bir yer bulamadın öyle değil mi?'' diye sıraladı cümlelerini. Kaşlarımı çatıp omurgalarımı doğrultarak ona dik dik baktım. ''Gidecek bir yerim var benim. Hem nesin sen? Kâhin mi?''

''Hayır,'' dedi direkt önümü keserek. ''Yalan söylediğini anlayacak kadar gerçeği gören biriyim.''

''İyi.''

''İyi mi?'' dedi saf saf. ''Söyleyeceğin başka bir şey yok mu?''

Güldüm. ''Ne söylememi bekliyorsun ki?''

Gözlerime yakından bakarken derin bir nefes aldı, bu esnada köprücük kemikleri iyice belirginleşti. Dikkatimi oradan çekip gözlerimi diğer tarafa kaydırıp rüzgârdan karışmış saçlarımı düzeltmeye başladım. Seyit Ali ayaklandı ve başımda dikilip, ''Kalk gidiyoruz,'' diye ses etti.

Ağzım aralandı. ''Nereye?''

''Burada böylece kalmana müsaade edemem,'' dedi düz bir sesle. ''Bin bir türlü insan var. Gecenin bu saatinde...''

''Eve gideceğim ben,'' diye konuştum hızla. ''Gelemem hiçbir yere. Git sen.''

''Eve gitmeyeceğini ikimiz de biliyoruz, Neva.''

''Gideceğim,'' derken sesim kapana sıkışmış fare gibi kısıldı. ''Ama sonra gideceğim. Sen git.''

Başını geriye yatırdı ve yorgunca soluk alıp vererek kafasını salladı. Ardından ummadığım bir hızla sırt çantamın kemerini kavrayıp omzuna taktı. ''Yürü gidiyoruz dedim.''

Aceleyle ayaklandım. ''Ver çantamı çabuk.'' Sesim sertleşti. ''Ne yaptığını zannediyorsun sen?''

''Bir şey yapmıyorum,'' diye baktı gözlerime olağanüstü bir sakinlikle. Yüzünü yüzüme yakın tutmaya çalışırken ona belli etmeden yutkundum. Görüş alanıma bu kadar girmesi iyi giden bir durum değildi. Beni talan ediyor, çizgimi değiştiriyordu. Belki kasıtlı yapıyor belki o da farkında değildi bunun bilmiyorum. ''Benimle geliyorsun sadece. Burada bırakmam seni.''

''Bu hakkı kendinde nasıl bulabiliyorsun sen?'' diye sordum dişlerimi birbirine geçirerek. ''Seninle hiçbir yere gelmiyorum ben. Gelmeyeceğim.''

''O zaman sırt çantanı unut.''

''Ha?'' diye ekşittim yüzümü. ''Ona ihtiyacın yok, bunu sen de biliyorsun.''

''Ama senin bana ihtiyacın var, Neva,'' deyiverdi. ''Benim de seni burada yalnız başına bırakmama razı olmayacak vicdanıma.''

''Bana acıyorsun yani?''

''Of,'' dedi geri çekilerek. Duruşum değişmemişti. Birkaç adım geri giderken göz önünde olan gerçek bir olaya inanmıyormuşçasına baktı. Bir arayış içindeydi. ''Sen neden bu kadar zor bir kızsın?''

''Yalan mı yani?'' diye sordum alay eder gibi lâkin değildi. Bana acıyan gözlerle bakmasındansa on gün sokaklarda uyurdum daha iyiydi. ''Sana kimse vicdan yaptırmıyor ayrıca. Geldin ve şimdi de git lütfen. Benim gidecek bir yerim var şükür ki.''

''Sadece,'' dedi bir anda bambaşka bir yaklaşımla bana gelirken. Onu izledim, onu dinledim. ''Benimle gelmeni istiyorum. Bu kadar. Korkma benden, çekinme de ama ikimiz de biliyoruz ki bu saatte yalnız başına buradaysan işler yolunda gitmiyor demektir. Bunu yapma, kendine de bana da.''

''Sana ne yapıyorum ki?'' diye soruverdim.

Gülümseyiverdi. ''Bilmiyorum.''

Havada kalmış bir cevapla ona karşılık veremedim. O da yeniden konuşmadı ama önceki sözlerine bir karşılık beklediği aşikârdı. Ona güveniyordum ama bu güven istediğim noktada değildi. Sonsuz bir kredi vaat etmiyordu, kimse edemezdi ve böyle bir zorunluluğu da yoktu. Fakat son zamanlarda yaşananlar beni ona itiyordu. Arkamda görünmez biri vardı ve her seferinde beni üzerine doğru itiyor, o da tıpkı arkamdaki görünmez kişi gibi belli etmeden belimden kavrayarak beni sıkı sıkı tutuyordu.

''Çantamı ver,'' dedim elimi uzatırken. Gözlerime bakıp, ''Geliyorsun?'' diye sordu imayla.

Gülümsememek istemediğim için dudağımın içini ısırıp bakışlarımı omzundaki çantama sabitledim. ''Ben taşırım ver onu.''

Fakat o benim aksime gülümsemişti. Bundan kaçmamıştı. Memnuniyetle çantamı bana uzatırken kemerinden tuttum ve o esnada ellerimiz temas etti. Kalbim ince bir refleksle kasılırken dudağımı serbest bırakıp çantamı sağ omzuma özenle yerleşirdim.

Birkaç dakika sonra arabasına bindik. Bunu neden yapıyordum bilmiyorum ama kalbimin sesini dinlediğimi söyleyebilirdim, evet bunu kendime itiraf edebilmiştim sonunda. Ben daha çok aklımla hareket eden biriydim ve bu yüzden aldığım sonuçlara katlanmak zor olmuyordu ama bu sefer kalbimin sesini dinlemiştim, bunu istemiştim. Kaybedecek bir şeyim yoktu çünkü zaten kazanılmış zaferlere kucak açmamıştım. Henüz.

Seyit Ali kararmış sokakları, ışık girmeyen yolları benimle tanıştırırken sakin ve gariptir ki huzurlu bir şekilde izlemeye başladım. ''Beni nereye götürüyorsun?'' diye sordum.

''Pavyona.''

Ona düz düz baktım. ''İlk esprin miydi?''

''Hayır.''

Bakışlarımı geri çektim. Direksiyonu kavrayan elleri hafifçe bollaşırken, ''Bana gidiyoruz,'' dedi.

''Sana mı?''

''Evet. Ev boş merak etme.''

''Boş mu?''

''Ne bu?'' diye baktı kaşlarını çatarken. Gözlerimle temas etti gözleri. Ela rengi arabanın bu boğuk havasında bile varlığını belli ediyordu. Güzellerdi, insanın baktıkça bakası geliyordu. ''Soru cevap mı yapıyorsun?''

''Hayır.''

Yüzümü ön cama sabitlerken bir süre daha beni izledi ve bundan vazgeçerek yola odaklandı. Ben de çok soru sormadım zaten cevap alamıyordum. Ağzımı yormak istemedim. Yirmi dakika kadar sonra bir siteye geldik. Güvenliği geçtikten sonra arabayı otoparka park etti. Arabadan indim ve savunmasız bir kırlangıç gibi sağıma soluma bakındım. ''Gel,'' diye çağırdı beni sesi bu boşlukta dağılırken. Yanına gittim ve birlikte yukarı çıktık asansörle. Başımı öne eğerek sadece gideceğimiz yere kadar sustum. Kaç kat çıktık bilmiyorum ama yüksekte olduğumuzdan emindim. Saniyeler sonra asansörün kapısı açıldı ve uzun bir koridor sonrasında bizi kahverengi çelik bir kapı karşıladı. ''İçinde de kurşungeçirmez yelek mi var? Epey güvenli bir yerdesin de,'' diye söylendim.

Bana sırtını dönerek elindeki anahtarla kapıyı açtı. Olduğu yerde yüzüme çevirdi yüzünü. ''Düşmanım çok diyelim.''

''Neden şaşırmadım acaba?''

''Acaba?'' diye sordu sağ kaşının üstü yeniden kasılırken. Eliyle içeriyi işaret edip, ''Geçsene,'' dedi. Sesi emirden uzak nezaketten daha uzaktı. Ayakkabılarımı çıkarıp kenara koydum ve ananas desenli çoraplarımla içeri adım attım.

Seyit Ali de arkamdan gelip kapıyı kapattığında hareket etmeden olduğum yerde konakladım. Ev sakin ve soğuktu, bu soğukluk fiziksel olarak hissedebileceği türden değildi. Sanki kimse yaşamıyormuş gibiydi. Bana bakmadan üzerindeki ceketi çıkardı ve köşedeki portmantoya onu astı. Hâlâ hareket etmiyordum çünkü normal olanı da buydu. Evet, onun evine gelmek daha normaldi ya sanki...

''Neden ayakta dikiliyorsun?'' diye sordu kolunu askıdan indirirken. ''Salon bu tarafta.''

Onu takip ettim ve bizi karşılayan salona girdim. Ne çok büyük ne de çok küçüktü ama düzenli olmasına şaşırmıştım açıkçası. Ortada küçük bir halı, duvar dibinde köşeli koltuk takımı ve karşısında siyah deri bir koltuk vardı. Tam kapının girişine denk düşen yan duvarda büyük bir televizyon, duvarda da minik birkaç tablo vardı. Onları inceleme fırsatı bulduğumu söyleyemezdim.

''Evin fazla... Düzenli.''

''Çünkü benim evim,'' dedi.

Sersemce gülümsedim ve omzumdaki çantayla birlikte deri koltuğun ucuna eğreti bir biçimde oturdum. Seyit Ali uzun ve kocaman pencerenin önünde dikilerek perdeleri hafifçe ayırdı. Sitenin ışıkları odanın içine dokunurken, ortamın yeterince aydınlık oluşuna bir tık da onlar eşlik etti. ''Tek başına mı yaşıyorsun?'' diye sordum.

''Evet,'' diye cevapladı ilginç bir şekilde. Hayret etmiştim, nasıl oldu da bana cevap verebilmişti?

''Annenler ve babanlar nerede yaşıyor?'' dedim ardından. Belki üzerime vazife değildi ama merak ediyordum bir şekilde, üstelik o benim hayatıma yeterince müdahale ediyorken benim bu sorularım oldukça basitti. Arkasını dönmeden bana cevap verdi, sanki gözlerime bakarak konuşmak istemiyormuş gibi. ''Babam yok, annemle de sık görüşmüyoruz.''

Duvara toslar gibi oldum. Bu cevap beni biraz sarsmıştı. Ona öylece bakmayı sürdürürken arkasını dönerek karşımdaki koltuğa oturarak gözlerime bakmaya başladı. ''Bir kız kardeşim var. Adı Gökçe. Dedem ve babaannemle yaşıyor, ben burada tek yaşıyorum.''

Bana kendini açıyordu, en azından şimdiye kadar anlatmadıklarının yerine sayıyordum.

Ekledi. ''Acıyla aram iyidir, tatlıyı pek sevmem. Sağlıksız beslenmem ama içki ve sigara içerim...'' Gülümsedi. ''Bu da kötü huylarımdan yalnızca ikisi.'' Gülümsedim. Devam etti. ''Çok sık televizyon başına oturmam, çok konuşmam ve çok konuşan insan sevmem.''

''Kendine yanlış bir arkadaş grubu seçmişsin o halde,'' diye güldüm içtenlikle.

Elini saçlarına götürdü ve gülümseyerek onları düzeltti tabii bu sırada göz temasını asla kesmedi. ''Onlar istisna.''

''Hım,'' diye geveledim ağzımın içinde. ''Kendini baya tanıtıyorsun yani şu an. Ee devamı yok mu?''

''Şimdilik bu kadar.''

''Şimdilik?''

''Evet,'' dedi elini saçlarından çekerken. ''Şimdilik. Kafandaki bir sürü soru işaretinden üç beşini yok ettim mi bari?''

''Sayılır,'' diye itiraf ettim sakınmadan. Gülümsemesini yüzünden düşürmedi, ben de öyle. Ona güvenmemi istiyordu, öncesinde böylesi bir girişim içine itmemişti kendini ama bu farklıydı. Ona sahiden güvenmem için çaba harcıyor gibiydi. ''Aç mısın?'' diye sordu sakince. Dudakları düz bir hâl aldı.

''Değilim.''

''Kahve hazırlayayım o zaman,'' diyerek ayağa kalktı. ''Gerek yok,'' dedim onu durdurmak istercesine fakat beni duymadı. Salondan çıkarken, ''Üzerini çıkarabilirsin kasma kendini,'' dedi. ''Gözlerimi kapatırım ben.''

''Çok komik,'' dedim gözlerimi devirerek ama gülmüştüm de. Beni feci halde sarsıyordu, dengemi mahvediyordu. Denge mi? Onun yanındayken benim sahiden bir dengem var mıydı ki?

Ayaklandım ve üzerimdeki deri ceketi çıkarıp koltuğun kenarına bıraktım. Burada, daha önce gelmediğim evde kendimi nedensizce huzurlu hissetmeye başlamıştım. Seyit Ali benim arkadaşım değildi, başka bir şeyim de değildi ama ben onunla konuşmuştum az önce. Bir dakika bile olsa normal bir iletişimimiz olmuştu. Bunu sevmiştim, bunu benimsemek istemiştim.

Seyit Ali az sonra elinde iki kupa ile içeri girdiğinde, ''Kaç şekerli içiyorsun bilmiyorum, tek şeker attım ben de karıştırıp karıştırmaman sana kalmış,'' deyip kırmızı renkli kupayı bana uzattı.

''Teşekkür ederim,'' dedim uzattığı kupayı alırken. ''Tek şeker yeterli.''

''Hedefi tam on ikiden vurmuşum o zaman.''

Kibirli davranışına alay ederek karşılık verdim. Kupanın üzerinden çıkan sıcak dumanlar burnuma nüfuz ederken Seyit Ali karşı koltuğa oturmak yerine benimle aynı koltuğa oturdu. Yanımdaydı ama aramızda belli bir mesafe de vardı. Ona bakmaya çekinerek bakışlarımı olabildiğince uzakta tutmaya çalışıyordum. Kupayı ağzıma yaklaştırdım ve bir yudum içip damağımı ısıtacak bu sıcaklığı kabullendim.

Odanın içinde garip bir sakinlik vardı. Sağıma döndüğümde göreceğim kişinin benim hayatım bir yeri bile yoktu ama bana bazı insanlardan daha iyi geliyordu. Bunu yer yer inkâr etsem de kaçamazdım. Bacaklarımı kırıp topuklarımın üzerine oturduğumda Seyit Ali, ''Rahat olabilirsin,'' diye mırıldandı. Sesi pürüzsüzdü. Üzerimden akıyordu. ''Hani nasıl bir kız olduğunu biliyorum.''

''O ne demek?'' diye döndüm derhal yüzümü. ''Nasıl biz kızmışım ben?''

Keyiflendi. Bunu gözlerinin içindeki o ateşin harlanarak dalgalar oluşturmasından anlamıştım. Kupayı dudaklarına yaklaştırırken, ''Atarlı, kavgacı, hırçın,'' diye sıraladı. Kahvenin dumanı dudaklarına mühürlenirken ekledi ve sonra içti. ''Atmaca gibisin.''

''Atmaca mı?'' dedim gülerek. ''Yok devekuşu.''

Kahveyi dudaklarından çekti ve sıcak bir gülüşle kafasını salladı. ''Tamam, kırlangıç olsun. Güzel hayvanlar.''

''Hakaret mi ediyorsun sen?'' diye baktım dik dik ama bu tam maksatlı bir hesap sormak değildi. ''Ne haddime,'' dedi sakince. ''Şimdi çarpasın bir tane ağzıma, hiç gerek yok.''

Düz düz baktım. Yüzündeki yaralar hâlâ duruyordu ve bir anda yok olacak şeyler değildi. Kaşındaki o minik çizik ve dudağının kenarına oturan morluk gözlerime aşina gelmeye başlamıştı. Oturuşumu düzelttim ve yönümü ona çevirdim. ''Ben bir şeyi merak ediyorum,'' dedim kirpiklerimin ucu titreşirken. ''Sen kavga etmiyorsun ama yüzün bu halde. Ne yapıyorsun kendini mi dövdürüyorsun?''

Kahve kupasını usulca salonun ortasında duran sehpanın üzerine bıraktı. Üzerindeki siyah tişört vücuduna iyice yapışırken gözlerimi üzerinden çektim ve kahvemden bir yudum daha aldım. Gövdesinin yana doğru yaslarken kolunu da koltuğun sırtındaki üst kısma uzattı. Gerilmiştim ama belli etmedim. ''Hayır,'' dedi düz bir sesle. ''Kavga etmiyorum, kendimi de dövdürmüyorum. Olması gerekenler oluyor.''

''Olması gereken dayak yemen mi yani?''

''Dayak yemiyorum dedim,'' diye düzeltti ısrarla. ''Oradan bakınca dayak yiyecek biri gibi mi duruyorum ben?''

''E biraz öylesin yalan yok,'' dedim omzumu hafifçe sallayarak. ''Yani suratındaki izlerden bahsediyorum.''

''Geçer gider, ilk değildi,'' dedi bakışlarını üzerimden ayırmadan. Bir şey diyemedim zaten ne söylenirdi onu da bilmiyordum. Bir sonraki adım ne olacaktı bunun planını da yapmamıştım. Sadece yaşıyordum işte, belki ilk kez ona karşı bu kadar sınırlarımı açmıştım. Evine kadar gelmiştim, salonunda kahve içiyordum ve uyuyacaktım da burada. Bana zorla bir şey yaptırmamıştı ve ne olursa olsun onu suçlayamazdım. Tabii biraz kaba tarafları vardı onu atlamadan geçemezdim.

''Evde ne oldu, Neva?'' diye sordu Seyit Ali sessizliği sevmeyerek. Yüzünü hafifçe kolunun tarafına eğmiş gözlerime öyle bakıyordu. ''O evde ne oluyor gerçekten merak ediyorum. Bana anlatmak zorunda değilsin ama saklamak zorunda da değilsin. Bazen...''

''Bir şey olmuyor,'' dedim çabucak. ''Her ailede olan şeyler oluyor. Tartışıyoruz falan öyle... Olmuyor yani hiçbir şey sen dert etme.''

Ona anlatmak istemiyordum, ben ailemi kimseye anlatmak istemiyordum. Babama bile anlatmamıştım ki Seyit Ali'ye nasıl anlatırdım? İyi ya da kötü yaşananlar aile içinde kalmalıydı, ben zaten boyun eğmiyordum ve olası bir durumda her şeye hazırlıklıydım ama ailemi ortaya dökemezdim. Beni duyduğunu anladım ama anladığından emin değildim. ''Ağabeyin olacak o şerefsiz mi üzüyor seni yoksa annen mi? Baban mı?''

''Annem ve babam ayrı benim. Babam da beni asla üzmez, kıyamaz bana...''

''Ama diğerleri kıyabilir öyle mi?'' dedi kaşları yukarı doğru havalanırken.

Duraksadım. Zayıf yönlerimi bulmaya yemin etmiş bir avcı gibiydi. Eline ne geçecekti bilmiyorum ama bunun büyümesine izin vermek istemiyordum. Benim yaralarım yalnızca bana aitti, babama bile bahsetmemiştim onlardan, bir başkasına dönmezdi dilim.

''Kimse kıyamaz bana,'' dedim dudaklarımı birbirine bastırarak. ''Buna izin vermem.''

Gök gürledi sessizce ve yalnızca ben duydum. Bu kalbimin değil sırtımdaki yaraların acısıydı. Kalbime sıra gelmiyordu bir türlü, önce onları iyi etmem gerekiyordu. Gök gürledi şiddetle ve yalnızca o duydu. Baktığı gözlerime dokunmaya korkuyordu. Ruhuma sıra gelmiyordu bir türlü, insan en çok bakamadığı zaman ölüyordu.

Elaları, kahverengi gözlerime akarken, ''Kimse de kıymasın zaten sana,'' deyiverdi.

Öylece bakakaldım. Ne bir tepki verdim ne bir şey söyledim. Ben alışık değilim ki böyle şeylere, acıtma canımı Seyit Ali zira düşünülmek benim için yeni bir şey ve ben eskilerimden kurtulamadım daha.

Elimdeki kupayı sakince sehpanın üzerine bırakıp dudaklarımın üzerindeki hafif tatlı tadı dilimle silip toparlanmaya başladım. ''Ben sabah erkenden giderim. Babamın burada olduğumdan haberi yok da.''

Gözleri irileşti. ''Sen eve gitmeyecek miydin?'' Cevabı çok iyi biliyordu beni ustaca yakalamıştı. Bakışlarımı kaçırdım çünkü faka basmıştım. ''Ama konumuz şu an bu değil. Bu gece buradasın. Ben bırakırım seni nereye gideceksen,'' dediğinde bunu kabul etmedim. ''Hayır, zaten buraya kadar geldiğime bile inanamıyorum. Dahası olmaz. Ben bu koltukta uyur, erkenden kalkıp giderim tamam mı?''

''Değil,'' diye itiraz etti. ''Yangından mal mı kaçırıyorsun?''

''Kimsenin haberi yok diyorum.''

''Ben de aksini iddia etmedim,'' diyerek derince soludu ve ayaklandı. ''İstersen geç benim yatağımda uyu.''

''Ne münasebet,'' diye sordum kaşlarımı çatarak. ''Bir pike ve yastık ver ben burada uyurum. Daha fazla yük olmak istemiyorum.''

''Acayip yük oluyorsun bana şu an acayip,'' diye dalga geçti uzun boyunu gözlerimin önüne sererek. Kafamı öne eğdim ve elimle ağzımı sakladım. Seyit Ali temiz bir şeyler getirmek için içeri gittiği sıra ben de bu kupaları mutfağına götürüp duruladım. Bizim eve göre çok üst düzey bir evdi. Üstelik fazla düzenliydi. Acaba beni daha ne kadar şaşırtacaktı?

Buradan çıkıp doğruca salona gittim. Hemen arkamdan Seyit Ali elinde yastık ve pike ile geldi. Onları bana uzatırken, ''Teşekkür ederim,'' diye mırıldandım. Gülümsedi. ''Sen böyle sakin olunca ben bir tuhaf oluyorum.''

''Sana da iyilik yaramıyor ha!'' dedim hemen.

''Tamam bir şey demedim say.'' Elimdekileri koltuğun üzerine bırakırken devam etti. ''Bir ihtiyacın olursa lavabo koridorun sonunda, banyo benim odamda ama ona ihtiyacın olmaz sanırım.''

''Olmaz,'' dedim dudaklarımı sıkarak gülerken. Gülüşlerimizi bastırdık. ''İyi.''

''İyi.''

''İyi geceler o zaman,'' dedi sakince.

''Sana da.''

Gözlerimizin bağını kopardı ve salondan çıkıp gitti. Öylece kapanan kapıya bakıp yüzümde avanak bir tebessümle baş başa kaldım. ''Kendine gel kızım,'' dedim hemen sonra. ''Yok öyle bir şey. Yarın sabah erkenden gideceksin zaten. Yat zıbar.''

Kendi kendimle olan mücadelem yatağımı hazır edene kadar sürdü ve dakikalar sonra bu yatağın içine kuruldum. Başka bir yerdeydim, başka birinin evindeydim ama bu bambaşka hissettirmişti. Sanki ucu bucağı görünmeyen bir sandalın üzerindeydim ve sonu olmayan, bitiminde beni felaket beklemeyen bu denizde yüzüyordum. Bunu hissetmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki, kalbimin yarıkları kıpırdamaya başlamıştı.

Tavana diktiğim gözlerimi kapattım ve emniyet kemerim olmadan kendimi bu arsız uykunun kollarına teslim ettim.

Geceyi sakin bir şekilde geçiren bedenim yeni sabaha gözlerini yine aynı sakinlikte araladı. Ellerimi gözlerime götürdüm ve parmaklarımla hafifçe ovarak ayaklandım. Siyah sehpanın üzerine koyduğum telefonuma uzanıp ekrana baktım. Saat sekizi biraz geçiyordu ve uyanmak istediğim vakitte uyanmak güzel bir tesadüf olmuştu. Oyalanmadan yatağı toplayıp, yastıkla beraber koltuğun üzerine özenle bıraktım. Üzerimi değiştirmeden evvel parmak uçlarımda yürüyerek lavaboya gittim. Onu uyandırmak istemiyordum ama böyleyken de kendimi yersiz hissediyordum.

Sessiz olmaya özen göstererek elimi yüzümü yıkadım. Havlusunun ucunda azıcık kurulandıktan sonra dudaklarımı birbirine bastırıp lavabodan çıktım. Koridorun içe dönük tarafında bir oda vardı ve kapısını hafif aralıktı, muhtemelen orası Seyit Ali'nin odasıydı. Bir şey beni duraksatırken kendimi bir anda odasının önünde buldum. Kapı aralığında içeriyi görebiliyordum ama tamamını değil.

Gözlerimi kısarak içeriye baktığımda yaptığım şeyin yanlış olduğunu biliyor fakat buna engel olamadığımı da kendimi itiraf ediyordum. Siyah saten çarşafı çıplak gövdesinin yarısını örtmüştü ve yüzü kapıya dönük bir halde uyuyordu. Dağılmış saçları ve orta halli yüz ifadesiyle beraber.

Dudaklarımı sıktım ve kendime küfrederek arkamı döndüm. Burada kalmamalıydım daha fazla. Yeterince garipti zaten her şey. Salona gidip kıyafetlerimi değiştirdim. Birkaç dakika içinde hazır olduğumda sırt çantamla birlikte kapıya yürüdüm. O uyanmadan gittiğim için belki bozulabilirdi ama bunu ona söylemiştim. Portmantonun aşağısından ayakkabılarımı elime aldığım vakit kapı çaldı.

İrkildim.

Açıp açmamak konusunda kararsız kalsam bile artık bunu düşünmek için çok geçti. Elime aldığım ayakkabılarımla birlikte doğrularak kapının kolunu büktüm ve açtım.

Genç bir kız duruyordu karşımda. Beni görünce ince kaşları havalandı ve bana imayla baktı, şaşırmıştı. Esmer tenini süsleyen o halka küpelerini saçlarının arasından çıkarırken, ''Sen kimsin?'' diye sordu. Sesi kibre davetiye çıkarmıştı.

''Siz kimsiniz?'' diye sordum direkt. Çehremde hiçbir mimik yoktu.

Kız, sorumun üzerine bir adım öne çıktı. Ayağındaki topuklardan çıkan ses odaya dağılırken yüzündeki kibirli ifade keyfe büründü. ''Damla ben,'' dedi. ''Ali'nin kız arkadaşıyım.''

Duyduğum ve şahit olduğum şeyle üzerime soğuk sular dökülürken karnıma biri taş bastırır gibi oldu. Ben... Ben bilmiyordum. Bir şey, ufak bir hisse yer ayırmıştım kalbimin içinde ve bana kırlangıç demişti dün gece. Ne acı hata benmişim. Oysa kuş olup uçmak, yaşamak kadar uzak bana, birine yeniden güvenmek kadar ırak...

Kulaklarımı kapattım say sen,
Kanatları kırılmış kırlangıç, uçamaz zaten...

🎻

Bölümü nasıl buldunuz?

Her bölüm giderek açılan karakterler göreceksiniz. Her karakterin kendine has dünyası var. Bunları yazacağım özenle. Umarım severek okuyorsunuzdur. Bu beni mutlu eder. 

Instagram. Sumeyyedmrkan
Twitter. Sumeyyedmrkan
Tumblr. Geceninicindebiri

Continue Reading

You'll Also Like

1.4M 46.5K 22
"Zorla evlendik farkındasın değil mi?" dedim dehşetle. Umursamadı ve gözlerimin en derine bakıp, belimde olan eli belimi okşamaya başladı. "Evet kar...
367K 9.7K 50
alev:OĞUZ BEN ASIK OLDUM!!! oğuz:YİNE KİME AMK????!! alev:acar'a oğuz: siktir!
1M 58.8K 40
Ayağa kalkıp göz yaşlarımı sildim. Gözlerim son kez baktı ardından. Son kez seslendim adını. Bana öyle bir yara bırakmıştı ki, asla affetmeyecektim o...
586K 39K 29
Peyda, bir Gerçek Aile/Kaçırılmış Çocuk klasiğidir. "Şimdi, on yedi yıl sonra annem ve babam karşımda dikiliyorlardı. Onları görüyor, onlarla aynı m...