NOTANIN ERVAHI (Kitap oldu)

By SumeyyeDemirkan

6.5M 499K 1.2M

''Şeytanın bileklerinde saklıdır belki de insanlığın rehberi zira böylesine bir insanlık yalnızca ondan öğren... More

NOTANIN ERVAHI
1.Bölüm: ''Notaya Vurulan Neşter''
2.Bölüm: ''Geceye Düşen Meşale''
3.Bölüm: ''Kilidi Kırık Kapılar''
4.Bölüm: ''İhanetin Yabancı Şahidi''
5.Bölüm: ''Yaralı Bedenlerin Sanrısı''
6.Bölüm: ''Sönmeyen Ateşin Kıvılcımı''
8.Bölüm: ''Felaketin İçinde Felaket''
9.Bölüm: ''Işıklı Yollar Ardımızda''
10.Bölüm: ''Omurgası Kırılmış Çiçek''
11.Bölüm: ''Kemikleri Çalınmış İskelet''
12.Bölüm: ''Kanadı Kırık Kırlangıç''
13.Bölüm: ''Sadakatin Sessiz Senfonisi''
14.Bölüm: ''Denize Düşmüş Nota''
15.Bölüm: "İdam Edilmiş Gülüşler"
16.Bölüm: ''Toprağında Çürümüş Tohumlar''
17.Bölüm: ''Kırık Kalpler Mahzeni''
18.Bölüm: ''Bir Kutu Mor''
19.Bölüm: ''Kanatları Sarılmış Kırlangıç''
20.Bölüm: ''İki Kalbin Kıyameti''
21.Bölüm: ''Yarayı Sarmayan Bant"
22.Bölüm: ''Aynı Notanın İçinde''
23.Bölüm: ''Kuyudan Atılan Taş''
24.Bölüm: ''Sessiz Ritimler Durağı''
25.Bölüm: ''Kırılmış Hayallerin İzleri"
26.Bölüm: ''Kalbe Takılmış Kelepçe''
27.Bölüm: ''Zaafa Sıkılan Kurşun''
28.Bölüm: "Kılıçlar ve Kesikler"
29.Bölüm: ''Kafesin İçinde Özgürlük''
30.Bölüm: ''Depremin Altında Kalanlar''
31.Bölüm: ''Derin Duygular Dökümü''
32.Bölüm: ''Bileklere Düşmüş Dudaklar''
33.Bölüm: ''Oyunlar ve Bozanları''
34.Bölüm: ''Sarhoş Kelimelerin Hisleri''
35.Bölüm: ''Evinle Yola Çıkmak''
36.Bölüm: ''Fotoğrafın Canlı Yüzü"
37.Bölüm: ''İncisi Çalınmış İstiridye''
38.Bölüm: ''Yangından Taşan Ateş''
39.Bölüm: ''Zamanın Dokunduğu Yürekler" SEZON FİNALİ!
40.Bölüm: ''Karayelin Getirdiği Soğuklar''
41.Bölüm: "Kalbi Donmuş Gözler"
42.Bölüm: ''Gözyaşları Kadar Ayrılık''
43.Bölüm: ''Sokaklar ve Yalnızlar''
44.Bölüm: ''Gecenin İçindeki Mesafeler''
45.Bölüm: ''Acıların Bıraktığı İzler''
46.Bölüm: ''Gerçeklere Dökülmüş Mürekkep''
47.Bölüm: ''Sessizliğin Ardındaki Çığlık''
48.Bölüm: ''Isıtan Kar Tanesi''
49.Bölüm: ''Enkazın Çöktüğü Karanlık''
50.Bölüm: ''Yaralar ve Yarınlar''
51.Bölüm: ''Başka Bir Evren''
52.Bölüm: ''Ellerin Tuttuğu Yürekler''
53.Bölüm: ''Kıvılcımın Ucundaki Ateş''
54.Bölüm: ''Rus Ruletine Bilet''
55.Bölüm: ''Yarına Sarılmış Eller''
56.Bölüm: ''Geçmişi Geleceğe Taşımak''
57.Bölüm: ''Rüzgarın Götürdüğü Anılar''
58.Bölüm: "Kaderin Dokunduğu Mucize"
59.Bölüm: ''Geleceğin Yaşam Taşları"
KİTAP OLUYORUZ!
60.Bölüm: ''Final''

7.Bölüm: ''Sokağın İçindeki Adımlar''

131K 9.5K 19.5K
By SumeyyeDemirkan

NF & Britt Nicole - Can You Hold Me

Eminem & Rihanna - The Monster

7.Bölüm: "Sokağın İçindeki Adımlar"

Belki yaşanması gerekiyordu tüm bunların ve yaşanmıştı işte. Kırgınlıklar, kızgınlıklar ve ardı arkası kesilmeyen o aldatmacalar. Kimse bunları hak etmezdi ama yaşanması gerekiyorsa önüne de geçemezdi. Ha! Ben biraz daha sezgileri güçlü bir insan olsaydım bu kadar aptal insanlarla muhatap olmak zorunda kalmazdım. Önleyebilirdim olacakları, belki de kaçabilirdim bu durumdan.

Ama yaşanması gerekiyorsa istersen dünyanın diğer ucuna git yine yaşardım. Ya aynısını ya da daha fenasını.

Kaderden kaçılmaz, babam öyle der hep. Kaçmıyorum, buradayım.

Kaderimde ne varsa yaşamaya hazırım.

Elimdeki poğaça poşetiyle birlikte eve girdim. Ömer benden evvel gelmişti. Ayakkabılarımı kenara çıkarıp anahtarı cebime koydum. Salondan gelen televizyon sesine yenik düşerek oraya yöneldim. Ömer, televizyonun tam karşısındaki koltukta öylece oturmuş dikkatle televizyonu izliyordu. Beni görünce, ''Hoş geldin abla,'' diye gülümsedi. ''Sen gelene kadar televizyon izleyeyim dedim. Ödevlerimi de bitirdim.''

Kapıda dikilmeye devam ederek gülümsedim. ''Mesai bitti yani ha?''

Gülümsedi. ''Bitti.''

Gülümsemeye devam ederken hafifçe soluk alıp verdim. ''Annemler bugün de gelmeyeceklermiş. Ben de poğaça, simit aldım akşam için. Açsın değil mi?''

''Açım.''

''Dürüstlük kazanacak,'' diye kıkırdadım göz kırparken. Gülümsemekle yetindiğinde doğruldum ve bir iki adım gerileyerek mutfağa yöneldim. ''Üzerimi değiştireyim de, sonra hemen sofrayı hazırlarım.''

Ömer, ''Tamam,'' diye seslendi. Elimdekileri tezgâhın üzerine koyduktan sonra odaya gittim. Her gün aynı şeyleri yaşıyordum ama neden sanki tüm o aksiyon filmlerinin başrolündeymişim gibi acayip yorgun hissediyordum kendimi? Tuhaf... Aslında son zamanlarda hayatımın çok da monoton olduğunu söyleyemeyeceğim zira hayatımdan çıkan insanlar ve yeni giren insanlar dengemi hafifçe sarsmıştı.

Hayatıma giren insanlar mı?

Semih'ten bahsediyor olmalıyım.

Yoksa Seyit Ali ve saz arkadaşlarını hayatıma alacak kadar deli değildim.

Tabii ki öyleydim. Bu dünyada akıllı insan mı kaldı? Ben de deliydim. Herkes kadar, belki biraz daha sıyrıktım. Aklı başında bir deli olmak için hâlâ çalışıyordum tabii.

Üzerimi değiştirdikten sonra vakit kaybetmeden mutfağa girdim ve dolaptan kahvaltılık bir şeyler çıkardım. Annemlerin yokluğu belli oluyordu fakat bunu sevmiştim. En azından kafa dinliyordum. Sofrayı birkaç dakika içinde hazırladıktan sonra Ömer'i çağırdım ve birlikte yemeğimizi yemeye başladık.

Oldukça sakin bir sürecin içindeydik. Ömer, ''Ağabeyim yarın mı gelecek?'' diye sordu meyve suyu bardağını dudaklarından çekerken.

Kafamı sallarken boğazımı temizledim. ''Yüksek ihtimalle. Sen bayağı özledin galiba ağabeyini?''

''Galiba,'' dedi çekinerek. ''Bazen kızıyor ama onlar evde yokken huzursuz oluyorum. Yanlış anlama, seninleyken güvendeyim ama yine de aileyiz ya, ne olursa olsun bir arada olmak iyi hissettiriyor abla.''

Elimi küçük çenesine götürdüm ve çabucak sıvazlayarak kahverengi gözlerinin içine baktım. ''Ne güzel duygular besliyorsun içinde. Bunu seviyorum. Ne olursa olsun biz bir aileyiz. Evet, bazen boğaz boğaza geliyoruz, evet bu evden kurtulmak istiyorum bazen, ama dediğin gibi ne olursa olsun et ve tırnak birbirinden ayrılmaz.''

Böyle düşündüğüm için çıldırmış olmalıydım. Serhan'ın bana adamakıllı davrandığını bile zar zor hatırlıyordum keza annemin de öyle ama yine de vazgeçmek kolay olmuyordu. İçimdeki insanlığın suçlusu ben değildim.

Ömer, ''Keşke bazen babam da burada olsa diyorum,'' diye mırıldandı. ''Ama onun da bir ailesi var. Bu yüzden gitmek istemiyorum. Babamı çok seviyorum, ama seni daha çok seviyorum. Bazen seni düşünürken buluyorum. Burası ya da orasını düşünüyorsun...''

Kaşlarımı çattım ve sahte bir ciddiyetle ona baktım. ''Yoksa sen düşünce okuyan o canavarlardan mısın?''

Bakışlarını kaçırarak güldü. ''Hayır, tabii ki. Ayrıca canavar diye de bir şey yoktur.''

''Bayağı aydınlandım şu an.''

''Rica ederim,'' diyerek kafasını öne eğdi. Sonra derin bir iç çekişle sözlerine devam etti. ''Yani düşünme beni. Ben burada mutluyum. Kimse bana kötü davranmıyor, hem burada durursam belki seni ağabeyimden koruyabilirim öyle değil mi?''

Bir garip oldum. Ömer aslında yaşına göre daha büyük ve ağır bir kalp taşıyordu bedeninde. Biz kardeştik ve beni diğer kardeşimden koruyacağını söylüyordu. Bu oldukça garip bir çizgiydi. Serhan ve Ömer arasındaki uçurumu ölçmeye hiçbir cetvel yetmezdi. Bunu ben de kolayca bir kâğıdın üzerine resmedemezdim. Serhan siyahsa, Ömer beyazdı. Serhan karanlıksa, Ömer ışıktı.

Konuşamadım ve sadece ona buruk bir şekilde gülümsedim. Sanırım o da anlamıştı çünkü bakışlarının verdiği ifade diline yansımadan koca bir satırı oluşturmuştu. Tek seferde değil, çok seferde okumamız gereken bir satırı.

Akşam vakitlerinde Ömer ile birlikte televizyon izledik. Çok sık, hatta hiç televizyon seyreden biri değildim fakat kardeşimle bir arada olmak ve aynı şeyi seyrediyor olmak bile keyifliydi. Her an biri bir yerden çıkıp da bağıracakmışçasına diken üstünde değildik en azından. Bu iyi hissettiriyordu.

Ömer elini esneyen ağzına götürürken güldüm. ''Birilerinin uykusu gelmiş. Haydi çocuklar uykuya!''

Kızaran gözleriyle bana miskin bir bakış atarken ayaklandı. ''Bugün çok televizyon izledim. Birkaç sayfa kitap okuyayım, sonra yatacağım.'' Önümde durdu. ''İyi geceler abla. Seviyorum seni, bunu unutma sakın.''

Gözlerimi kapatıp açarken derin bir hisle tebessüm ettim. ''Ben de seni seviyorum. İyi geceler.''

Ömer odaya giderken ben de öylece saf saf kanallarda gezindim. Sanki yarın sabah erkenden gitmem gereken bir okulum yokmuş gibi. Kafamı memnuniyetsizce salladım ve bu boş kutudan kafamı kaldırıp elimdeki kumandayı sehpanın üzerine koydum. Sırtımı yasladığım koltuktan çekerken ayaklanarak salonun ışığını kapatıp odaya girdim.

Ömer kitabını okumaya devam ediyordu. Onu hiç rahatsız etmeden kendime ait bestelerimin olduğu defterimi aldım ve mutfağın balkonuna çıktım. Hava epey karanlıktı fakat böylesi bir hava için ilhamım kapıda bekliyordu. Bunu kaçıramazdım. Balkonun dibinde dayalı masaya defterimi bıraktım ve sandalyeyi çekip oturdum.

Kendime temiz bir sayfa açtım.

Aslında yazmış olduğum birçok şey vardı fakat bu yazacağım satırlar daha, çok daha başka olmalıydı. Duyan insanların öylesine geçiştirdiği bir müzikten ziyade, bir gram da olsa dokunabilmeliydi ruhlarına. Hoş, onların ruhları çok da bir yerimde değildi ama en azından yazdıklarım benim de bir ruhumun olduğunu belli etmeliydi.

Gözlerimi ayırdığım boş sayfaya sabitledim ve zihnimin içindeki karmaşadan sıyrılmak için pek de iyi bir tavır olmadığını fark ettim. Bundan kurtuldum.

Yüzümü göğe kaldırdım.

Karanlık, çok karanlık bir sonsuzluğun içinde küçük küçük noktalar vardı. Hepsi parlıyordu. Sonra biri kaydı, diğerleri terk edildiğiyle kaldı. Biri gitti, birileri arkasından baktı.

Kaşlarımı çattım ve dudaklarımın ucuna düşe bu yıldız tozunu yudumladım. Evet, sanırım kafamın içinde bir sol anahtarı büyümeye başlamıştı. Kaşınıyordu ve inatla yazmam gerektiğini söylüyordu. Gözlerimi, göğün içinden çektim ve parmaklarımın ucunda zincire bağlanmış kalemin ucunu usulca boş satırlara değdirdim.

Yazmaya başladım.

Yazdıkça siliyor, sildikçe asla yok olmayacak cümleler döşüyordum. Oluyordu sanırım. Evet, iki kelimeden bile onca kelimeyi türetebiliyordum. Sevmiştim bu işi.

Vakit epey geç olurken defterimi kapattım ve balkondan çıkıp evdeki tüm ışıkları söndürerek odama gittim. Ömer çoktan uyumuştu. Ben de esneyerek yatağımı açıp uyudum. Ertesi sabah erkenden uyanıp kahvaltı için bir şeyler hazırladım. Ömer'i okula gönderdikten sonra kapıları kilitleyip ben de okulun yolunu tuttum.

Kafama geçirdiğim kapüşonum ve kulağımdaki kulaklığımla birlikte iyi bir ikili olmuştuk. Sakin adımlarla okula doğru ilerlemeye devam ederken kaldırım dibinde yürüyen adımlarım bir anda kendini bir alt basamağa çevrilirken buldu. Kolumun aniden çekilmesiyle dev bir şaşkınlığın içerisine düşmüştüm.

Kulaklığımı kulağımdan çıkarırken kolumdaki elin sahibinin Ozan olduğunu fark ettim.

Kendimi derhal geriye doğru çekerken kaşlarımı çattım ve kapüşonumu kafamdan aşağı indirip ona öfkeyle baktım. ''Ne yapıyorsun be?'' diye bağırdım hırslı bir sesle. ''Sana bir daha yaklaşma bana demedim mi?''

Suratıma hüzünlü bir şekilde bakarken gözlerinin altındaki mor halkaları fark etmem pek de zor olmamıştı. Dudaklarında da hafif derece de morluklar vardı fakat bu umurumda bile değildi. Ozan kısık sesiyle dudaklarını araladığında bana yaklaşmaya başladı. ''Leyla ben sensiz yapamıyorum. Yemin ederim dayanamıyorum.''

''Yemin etme lan,'' dedim tiksinerek yüzüne bakarken. ''Çarpılırsın bak. Gerçi çarpılmışsın çarpılacağın kadar, şu tipe bak? Yaratık gibisin.''

''Yalan söylemiyorum,'' diye inledi derinlerden gelen bir ses ile aynı zamanda üzerime gelmeye devam ediyordu. Bir adım geriledim ve onu durdurdum. ''Kal orada! Yaklaşma bana!''

Duraksadı ve bitkin bir vaziyette elini saçlarına götürerek kafasını karıştırmaya başladı. Tuhaf bakışlarım onun suretinin üzerinde gezinirken aslında bu bakışımı bile hak etmediğini çok iyi biliyordum. Kulaklığımı iki elimde toparlarken Ozan konuşmaya devam etti. Acı çeker gibi konuşuyordu ama bu bana duyduğu özlemden ya da duyduğu pişmanlıktan dolayı değildi. Sanırım hapını almamıştı. Bunu ayırt edebiliyordum. Onu en iyi ben biliyordum.

''Ben çok özür dilerim,'' dedi kısık sesiyle. ''Sana bunu yapmamalıydım. Lütfen affet beni, binlerce kez özür dilerim ama affet lütfen.''

Gülümsedim. Daha geniş gülümsedim. Kafası bayağı iyiydi hergelenin. ''Ozan?'' diye baktım gözlerinin içine. Gözlerinin akına kan oturmuştu. Bir yumruk atsam yere düşürürdüm sanki. Evet, bu olurdu. Kollarımı göğsümde birleştirdim ve yüzümdeki manidar tebessümle ekledim. ''Siktir git!''

Sözlerimden sonra gülüşümde solarken sinir uçlarım gerilmeye başladı. Ozan çaresizce elini bana doğru uzatmaya yeltenirken kafamı diğer yöne çevirdim. ''Lütfen diyorum! Söz ne istersen yapacağım. Üstelik biz İpek'le tam anlamıyla bir birliktelik yaşamadık bile. Yani...''

Midem bulanırken hayret dolu bakışlarım gözlerinin üzerinde dikildi. ''Ne diyorsun sen ya?'' diye sordum boş boş. ''Ulan gözümle gördüm sizi, gözümle şerefsiz! Yetmedi, kayda aldım. Tam anlamıyla ne demek? İpek denen kaşarın hamile mi kalması gerekiyordu?'' diye sordum ciddiyetle. Sonra güldüm. ''Belki de baba falan oluyorsundur ha?''

Kaşlarını çattı. ''Hayır, onunla birlikte olmadık.''

''Ay nasıl üzüldüm nasıl üzüldüm,'' diye dalga geçtim. ''Kıyamam size ben. Keşke gelseydiniz bana size şöyle romantik bir ortam hazırlardım he? Nasıl?''

''O beni ayarttı,'' deyiverdi.

Duraksadım ve düşünmek için kendime fırsat bile tanımadan karşılık verdim. ''E sen de ayartılmayı bekliyormuşsun ne yapalım?'' Devam ettim. ''Ayrıca bu leş durumun içinde olmak istemiyorum artık. İkiniz de birbirinizin bokunu yiyin. Aman dikkat edin genlerinizi türetmeyin, sizden doğacak çocuk... Allah korusun ha!''

Her seferinde sinirlerim yeniden geriliyordu. Tam boş verdim artık her şeyi, önüme bakacağım dedikçe bana böyle aptal açıklamalarla geldiklerinde kinim yeniden alevleniyordu. O ateşin içinde ikisini de yakmak istiyordum. Zerre acıma hissi olmadan, çünkü bu hissi elimden onlar almıştı.

''Ben zaten onunla bir geleceğimizin olmayacağını söyleyecektim ona,'' diye devam etti Ozan. ''Ben seni seviyordum...''

''Kes!''

''Ben seni seviyorum hâlâ,'' dedi inatla sözlerimi çiğnerken. ''Ve bu böyle devam edecek. Lütfen buna inan. İpek bir hataydı. Her insan hata yapar.''

''Her insan hata yapar,'' dedim onu onaylarken. Sonra kafamı iki yana sallayıp ciddiyetle konuştum. ''Ama her insan sizin gibi yavşak olamaz.''

Uzak bakışlarını seyrettim. Cümlelerim bitmemişti. ''İkisi arasındaki farkı anlatmayacağım sana çünkü kafan bayağı güzel. Ama benden uzak dur, beni sevip sevmemen zerre umurumda değil. Asla ve asla seninle bir araya gelmeyeceğim. Bu kadar da büyük konuşuyorum. Ben aç köpeklere yardım eli uzatan ya da onları affeden bir yardım kuruluşu değilim. Gururum ve haysiyetim sizin ikinizin karakterine tur bindirir. Def ol git şimdi.''

''Nereden anladın?'' diye sordu bir anda.

''Ne?'' diye döküldü dudaklarımdan saf saf bir kelime.

Hızla devam etti fakat tavrı bir hayli düz ve ısrarcıydı. ''Bir terslik olduğunu nereden anladın? Biri bir şey mi söyledi?''

Dudağımın kenarını kıvırdım. ''İpek sağ olsun bu konuda bayağı yardımcı oldu ya. Ben de bir boklar olduğunu fark ettim ve bingo!''

Ters bir ifadeyle dudaklarını ıslatarak kafasına vurdu. Ona acıyarak baktım. Geri geri adımlar atarken kulaklığımı kulağıma takarak, ''Bu sondu,'' dedim. ''Konuşma, yaklaşma bana.''

Ozan epey yitik bakışlarla gözlerime dokunmaya devam ederken omzumu silktim ve önüme dönerek okulun yolunu tuttum. İki tane daha müzik dinledikten sonra okula gelmiştim. Kulaklığımı çantamın küçük bölmesine sıkıştırırken bıkkın bir halde sınıfa çıktım.

Semih gelmişti ve beni görünce sırıttı.

Beni görünce bir babam bir de Ömer mutlu oluyordu. Semih'le birlikte üçlemiş miydik acaba? Vay canına, duygulandım he.

Sakince sırama yürüdüm ve çantamı omzumdan düşürerek sıramın sırtına dayadım. Ardından saçlarımı geriye doğru savurarak bana bakan Semih'e baktım. ''Günaydın,'' dedim sakince.

Şaşırdı ve bu şaşkınlığı gözlerinin parlamasına sebebiyet verdi. ''Şu an üzerimde aylardır açılmaya çalıştığım kızın, bana karşı boş olmadığını hatta ilk mesajı atanın da o olmasının verdiği büyük bir heyecan oluştu.''

''Ne diyorsun Semih?'' dedim kafamı boş boş sallarken. ''Heyecan yaptım de geç.''

''Duygularımı ifade ederken bu kadar yüzeysel olamıyorum ki,'' diye konuştu gülerek. Güldüm ve kafamı sallayarak yerime oturdum fakat o esnada dışarı zili çaldı. Gözlerimi devirerek oturduğum gibi kalktım.

Semih ile birlikte bahçeye doğru yürürken ellerimi kapüşonumun cebine soktum. Semih, ''Dün gördüğümüz çocuğu tanıyor muydun Leyla?'' diye sordu.

Seyit Ali'yi mi?

Kaşlarımı çattım ve yalan söylemedim. Dün geçiştirmek zorunda kalmıştım. Aslında onu tanıyor da sayılmazdım ki. Adını biliyordum sadece. Bu onu tanıyacak kadar çok şey bildiğimi ifade etmezdi bence. ''Adını biliyorum sadece,'' deyiverdim yürümeye devam ederken.

''Adı ne?''

''Ne yapacaksın?''

''Stalk.''

Güldüm. ''Sebep? Âşık mı oldun yoksa?''

''Saçmalama,'' dedi düz bir sesle. ''Ben kızlardan hoşlanıyorum üstelik.'' Bir şey söylemezken devam etti. ''Merak ettim sadece. Tipi pek hoşuma gitmedi ve sana olan bakışları da.''

''Nasıl bakıyordu?'' diye sordum büyük kapıdan çıkarken. Dışarı çıktığımızda ellerimi cebimden çıkarmadan yürümeye devam ederek sınıf sırasının en arkasındaki yerimizi aldık. Semih yanımda durdu ve bana bakmaya devam ederken konuştu. ''Bilmiyorum. Sadece tuhaf bakıyordu işte. Onunla nereden tanışıyorsunuz?''

Sıkıntıyla soluk alıp verdim ve yüzümü Semih'e çevirdim. ''Neden merak ediyorsun? Sadece biri işte.''

''Kıskanıyorumdur belki.''

Afalladım ve bunu gerçekten sahici bir samimiyetle söyleyip söylemediğine anlam veremedim. Ama ciddiydi ve bunu belli etmekten kaçınmadan cümlelerinin üzerine gitmeye devam etti. Onlara sahip çıktı. ''Belki de zarar görmeni istemiyorumdur. Biliyorum belki abartıyor gibi görünüyorum ama Ozan ve İpek'ten sonra başkalarını hayatına alırken daha dikkatli olmanı istiyorum sadece. Tabii benim isteklerim önemi yok... Ama işte biliyorsun sen başkasın benim için, kalbini kimse kırsın istemiyorum. Anlıyorsun değil mi?''

''Salak değilim,'' deyiverdim.

Semih bana hayal kırıklığı ile bakarken kendime kızdım ve ne olduysa onunla güzelce konuştum. ''Teşekkür ederim. Beni düşünmen güzel bir şey, gerçekten teşekkür ederim ama merak etme. Ayrıca kimseyi hayatıma aldığım yok ve sırf birileri beni aldattı diye mal mal tek başıma bu hayatı sürdüreceğim manasına da gelmiyor. Benim ne suçum var?''

Haklıydım. Alnımı öpesim geldi yine.

Semih gülümseyerek, ''Beraber bir hayatın içinden geçebiliriz aslında,'' diye göz kırptı.

''Korkunç olurdu.''

''Niye ya?'' diye sordu.

''Bak senden öğrenci olur, dost olur hatta inek bile olur ama senden ev olmaz. Suratına söylüyorum bak arkandan konuşmuyorum. Senden bana eş olmaz. Çünkü hislerini kendin bile bilmiyorsun. Biz seninle dost olabiliriz anca, diğer türlüsü zorlasan da yok yani... Benimle konuşmak istiyorsan iki cümleden birinde esneklik etme, hakiki biri ol tamam mı?'' diye sordum.

Yine haklıydım.

Devam ettim. ''Hem ben de bir gün bakarsın senin sevdiğin bir kıza ileride destek olurum, sana yardım ederim.'' Sonra kendi kendime mırıldandım. ''Ulan mezun olduktan sonra kim öle kim kala? Basarım istifayı kaçarım.''

''Seni duyuyorum.''

Gözlerine baktım. ''Bak minnoş kulakların sana nasıl sadakatli.''

Semih sözlerime saf bir şekilde gülerken omzunu omzuna çarptım ve ellerimi kapüşonumun cebinden çıkardım. O esnada Arif Hoca klasik sabah konuşmasını yaptıktan sonra sırayla içeri girmeye başladık. Saç bakım kontrolünü başarıyla tamamlarken sınıfa girdik.

İlk ders İngilizce'ydi.

Ağlamak istiyorumdur.

Ders defterimi sıranın üzerine çıkarırken Sabri Hoca bir dakikasını bile israf etmeden içeri girdi. Son derece disiplinli bir halde masasına yürüdü ve tavrından ödün vermeden sınıf defterini açarak yoklamayı aldı. Az sonra da sınıf defterini kapattı ve elindeki tahta kalemiyle tahtaya bugünün konusunu not düşerek bize döndü. ''Bugün modal verb konusunu göreceğiz. Nedir bu modal verb?''

Semih çabucak cevap verdi. ''Fiziği düzgün fiil, hocam.''

Yüzümü müthiş bir şekilde buruşturdum ve gülmemek için kendimi zor tuttum. Sınıfın içinde belli olur düzeyde bir hareketlilik meydana gelirken Sabri Hoca boş bir suratla Semih'e baktı ve bir şey söylemeden sakince başını diğer tarafa çevirdi.

Sanırım bu daha komik bir durumdu.

Sabri Hoca elindeki tahta kalemini oynatmaya devam ederken önce bize biraz bahsetti sonra da yazdı. ''Modal verb dediğimiz şey, aslında bildiğiniz can, could ve should gibi konuların genel başlığıdır.'' Yazmaya devam ederken arkasını döndü ve sınıfa seslendi. ''Bana bununla ilgili bir cümle kurabilecek olan biri var mı?''

Semih yine çabucak parmağını kaldırdı ve ondan başka kimse de bu iş için gönüllü olmamıştı. Sabri Hoca mecburen Semih'e söz hakkı tanıdı. Semih işini ciddiye alıp ayağa kalkarken öksürdü. ''I can like.''

Sabri Hoca, ''Yani?'' diye sordu.

''Ben sevebilirim.''

''Evladım iyi hoş ama biraz daha spesifik bir şey söyle. Bu oldukça kolay bir seviye oldu.''

Semih, ''Hocam bu durumda suç bizim mi sizin mi?'' diye sorduğunda gözlerimi irileştirdim ve onu dürttüm. Sabri Hoca şaşkınlıklar içerisinde bırakılacak cinsten sakin kalırken Semih hemen toparladı. ''Peki, daha güzel bir cümle kurayım o halde.'' Düşündü ve gülümseyerek konuştu. ''I can like Leyla.''

Sabri Hoca dahil tüm sınıfın gözleri benim üzerimde toplanırken ilk defa neredeyse bu kadar saçma bir sebepten dolayı utanmıştım. Senin kuracağın spesifik cümleye edeyim ben Semih.

Öğrencilerin şımarık bakışlarını üzerimde hissederken içimden okkalı bir küfür savurdum. Semih bu durumu fark ettiği vakit konuya açıklık getirdi. Keşke getirmeseydi. ''Ama friends olarak hocam yanlış anlaşılma olmasın... Yani just friends.''

''Sus artık,'' diye uyardım onu dişlerimin arasından hırlarken.

Semih yerine oturdu. ''Neyse hocam. I can't do. Do you understand me?''

Sabri Hoca kafasını salladı. ''I understand. You never speak in my lesson. Okey?''

''Okey hocam okey.'' Bana döndü. ''Ne dedi?''

Bir yandan gülüyor diğer yandan güldükçe sinirleniyordum. ''Çok iyi konuştun, bundan sonra hep konuş benim dersimde dedi,'' dedim.

Gözleri ışıldadı ve kendiyle gurur duydu. ''Zaten benim büyük büyük dedem İngiliz Kraliyet ailesinin uşağıydı. Bu kadar mükemmel olmak buradan geliyor. Sabri Hoca da bunu fark etmiş sonunda. Kral adam ha.''

''Ya,'' dedim inanıyormuş gibi yaparak. ''Öyle bir adam vallahi.''

Semih kendiyle anlam veremediğim bir şekilde gurur duymaya devam ederken derse döndüm. İpek'e gözlerim takıldı ve bundan hoşlanmadım. Ön tarafta oturduğu için mecburen ona gözüm değiyordu. Kafamı salladım ve sadece dinlemeye devam ettim.

Kırk dakikalık dersten sonra teneffüs zili çalarken Semih ile kantine indik. Biz onunla bayağı bayağı arkadaş olmuştuk. Ondan nefret etmiyordum, fakat onu çok da sevdiğim söylenemezdi ama kötü bir insan olmadığını görüyordum. Tasvip etmediğim çok yönü vardı fakat bunu ölçüp biçmek pek de haddime değildi, ben sadece bana karşı olan davranışlarını uyarabilirdim gerisi tamamen onun ve muhatap olduğu insanların problemiydi.

Ben boş bir masa bulurken Semih'te elinde iki bardak kahve, susamlı bisküvi ile masaya geldi. ''Açsan tost da alabilirim,'' dedi Semih kahve bardağını önüme bırakırken. Kaşlarımı kaldırdım. ''Sabah yemiştim bir şeyler. Sağ ol.''

''Rica ederim,'' dedi ve karşıma geçip oturdu. Bisküviden bir tane alıp ısırdığımda rahat bir şekilde sırtımı yasladım ve ayaklarımı sallamaya başladım. Semih kahvesinden bir yudum alıp bırakırken, ''Ne gülüyorsun?'' diye sordum.

''Biz iyice arkadaş olduk,'' dedi gülümsemeye devam ederken. ''Ona gülüyorum. Sevdim bunu.''

''Beni gözünde bu kadar büyütme,'' dedim sakince.

Gözlerini büyüttü. ''Bunu sen mi söylüyorsun?''

''Hı.''

''Ben sana iki laf etmeye çabalarken elini tersini suratıma geçirmediğin için şükreden insanım,'' dedi açıklarken. ''Ne demek gözümde büyütme?''

''Bırak Allah âşkına,'' diye güldüm kafamı başka yöne çevirirken. O esnada Emre'yi buraya gelirken gördüm. Göz göze geldiğimiz vakit elini kaldırdı ve gülerek masaya oturdu. ''N'aber?'' diye sordu.

''İyidir senden?''

''İyi.''

Semih, ''Sağ ol kardeş, ben de iyiyim,'' diye karşılık verdi.

Emre kaşlarını çattı ve Semih'e baktıktan sonra yeniden gözlerini gözlerimle buluşturdu. ''Yarın öğlen buluşuyoruz değil mi aynı saatte? Birkaç gündür çıkmıyoruz ya eksikliğini hissediyorum.''

Evet, birkaç günden fazladır çıkmıyorduk hatta. Şarkı söylemeyi de, şarkı söylerken hiçbir yerde bulamadığım özgürlüğü orada bulduğum için bunu seviyordum. Başımla evetledim. ''Buluşalım tabii ki. Ben de bayağı özledim, zaten şu günlerde her şey üst üste bindi.''

''Bir sorun yoktur umarım?'' diye sorarken geçiştirdim. Gülümsedi. O sırada Semih bize bakarak konuştu. ''Nereye çıkıyorsunuz?''

Semih'e döndüm ve kaşımın yanını kaşıyarak ona cevap verdim. ''Şarkı söylüyoruz ya biz Emre ile ondan bahsediyoruz.''

''Nerede söylüyorsunuz, ben de geleceğim.''

''Eksik kal bir şeyden de,'' diye geveledim elimi kaşımın kenarından indirip kahve bardağıma çevirirken. Semih bana ters ters bakarken merdivenlerden aşağı inen Burçin'i görmemle gözlerim kendiliğinden Emre'nin yüzüne odaklandı. Söylemese de Burçin'i sevdiğini biliyordum. Onun için üzülüyordum çünkü daha iyi biriyle olmayı hak ediyordu. Tabii, onunla şu an bir birliktelikleri yoktu ama Emre'nin üzüleceğini görebilmek için kahin olmaya gerek yoktu.

Emre, Burçin'in kantine inmesiyle toparlanırken onu göz ucuyla süzdü ve bundan kurtulup ayaklandı. ''Neyse, ben sınıfa gideyim. Yarın görüşürüz.''

''Görüşürüz,'' diye gülümsedim. Emre merdivenlere yönelirken kahvemden bir yudum daha aldım. Semih sakince beni izlerken mırıldandı. ''Benim niye müzik yeteneğim yok ki? Takılırdım sizinle. Flüt bile çalamıyorum ya ben.''

Güldüm. ''Senin de başka şeylerde yeteneğin vardır belki.''

Onayladı. ''Evet, çok iyi İngilizce konuşuyorum mesela.''

''Hayran olunası bir şekilde hem de,'' deyip onu tiye alırken zilin çalmasıyla sınıfa çıktık. Tüm gün olaysız bir şekilde sonlanırken hiçbir belaya bulaşmadan eve geldim. Çok mesudum ah!

Anahtarımla kapıyı açtığımda hemen kenarda duran annemin ayakkabılarını gördüm. Sanırım gelmişlerdi. Ayakkabılarımı çıkarıp kenara koydum ve kapıyı kapatıp içeri girdim. Salona girdiğimde Serhan'ı koltukta yatarken buldum. Annem onun yatağını buraya açmıştı. ''Hoş geldin,'' dedim sakince. Annem mutfaktaydı. Sesi geliyordu.

Serhan'ın yanına ilerledim ve karşısındaki koltuğa geçip oturdum. Üzerindeki eşofmanlarıyla yatıyordu. Yorgundu ama düne göre daha iyiydi. ''Daha iyi misin?'' diye sordum nazik bir şekilde.

Gözlerini kapatıp açarken, ''Evet,'' diye cevapladı.

''Sevindim.''

Gülümsedi.

Ekledim. ''Kim yaptı peki bunu sana?'' diye sordum. Tamam, Serhan ölmemişti ama bu da büyük bir meseleydi bizim için. Üstelik bir de hırsızlık mevzusu vardı. Bunların hepsinin cevabını merak ediyordum.

Zar zor elindeki kumandayı kenara bırakırken kapıyı işaret etti. ''Kapat şu kapıyı.''

''Niye?''

''Kapat dedim sana!'' diye yineledi. Tavrındaki netlik ve sertlik üzerine gitmemem gerektiğini belli ederken dediğini yaptım ve kapıyı usulca kapattım. Hareket etmeye çalıştığında yüzü ekşidi. Sanırım bir haltlar yemişti yine yoksa bana kapıyı kapattırmazdı. ''Söyle?'' diye dikildim yerime otururken. ''Kim yaptı sana bunu?''

''Bak sana söylemezdim normalde,'' diye baktı gözlerimin içine kafasını bana çevirirken. ''Sen de gidip hemen anneme yumurtlama.''

Gözlerimi devirdim. ''Ya öf söyle işte.''

Sustu ve sıkıntıyla soluk alıp verdi. Her hareketinde yarası acıyordu, bunu görebiliyordum. ''Kumara saplandım,'' dedi kısık sesiyle.

''Ne?'' diye sesimi yükselttim elimde olmadan. ''Ne yaptın ne yaptın?''

''Sus lan geri zekâlı sus,'' diye azarladı bir bana bir kapıya bakarak. ''Ne bağırıyorsun?''

Şaşkınlığımı elimden bırakmadan öylece gözlerine baktım. Aslında şu an şaşkınlık bile hissettiğim şeylerin yanında basit bir tavır gibi kalıyordu. ''Ne kadar?'' diye sordum çabucak.

''Yirmi bin kadar.''

''Höst!''

''Ama yalnız değilim,'' diye açıkladı hemen. ''Fikret de benimle birlikte. Zaten on bin lirasını ödedik, on bin kaldı geriye.''

Fikret mi? Nermin Teyze'nin oğlu olan Fikret'ten bahsediyordu öyle değil mi? Daha geçen gün kadın bana Serhan'ın onun oğlunun parasını çaldığından bahsetmişti. Şimdi Serhan gelmiş bana neler diyordu böyle?

Kaşlarımı çattım ve sağ gözümü küçülterek zihnimin içinde gereksiz yuva edinmiş soru işaretlerini gün yüzüne çıkardım. ''E daha geçen gün annesi bana senin hırsızlık yaptığını söyledi. Hatta Fikret'in parasını çalmışsın. Nasıl oluyor bu iş ben anlamadım.''

Serhan yüzü gevşerken ağzından hoş olmayan kelimeler çıkmaya başladı. ''Ulan o Nermin de az değil...'' Kurumuş dudaklarını nemlendirdi ve kaşlarını yukarı kaldırdı. ''Fikret kendi babasından para çaldı ve suçu benim üzerime attı, daha doğrusu atmak zorunda kaldı. Geri kalan on bini de beraber bir şekilde halledeceğiz.''

Kendimi geri çektim ve Serhan'a hayretler içerisinde bakıp söylendim. ''Ne biçim bir arkadaşsınız siz ya! Sizin yapacağınız işbirliğine ben...''

''Sus lan,'' diye bağırdı bana ters bir tepkiyle. ''Haberin olsun da abuk subuk şeyler düşünme diye söyledim beni pişman etme söylediğime.''

''Ay ben de ölüyordum senin âşkından,'' dedim muazzam bir alayla. ''Her gece yatmadan önce seni düşünüyorum. Acaba Serhan yine ne boklar yiyor, acaba kim tarafından bıçaklanıyor diye.'' Omzumu silktim. ''Ne yaparsan yap salak.''

Böyle demiştim ama yine de o parayı nasıl kapatacağını merak ediyordum çünkü doğru düzgün bir işi bile var sayılmazdı. Üstelik kumar bir bataklıktı ve her oynaşında ne kadar kaybedersen kaybet elinde yalnızca bir kalemin bile kalmış olsa, onun varlığına tutunarak, onu bile ortaya koyacak kadar devam ederdi. Serhan'ın bu akıllanmaz ve salak işlerinden gına gelmişti fakat bu sefer ki daha başkaydı.

''Seni de o herifler mi bıçakladı yoksa?'' diye sordum soğuk bir sesle. ''Bana bak sen bu kumar ayağına, evimize haciz indirene kadar oynarsan yemin ederim seni mahvederim. Beş kuruşluk kârın yok, bir de zarar verme durduk yere!''

Serhan dişlerini sıkarken oturduğum yerden öfke saçan suratımla gözlerine baktım. ''Bakma bana öyle,'' diye homurdandım gözlerimi kısarken. ''Ya sen hiç mi utanmıyorsun ayrıca? Senin etin ne budun ne geri zekâlı? Hem kumar oynuyorsun, hem kaybediyorsun hem de bıçaklanıyorsun... İyi bok yiyorsun mal herif!''

''Bana bak beni ayağa kaldırma,'' diye konuştu tehditkâr bir sesle. ''Halledeceğim ben.''

Sinirle güldüm. ''Bu sefer hangi arkadaşının babasını soyacaksınız?'' Sonra kafamı iki yana salladım çünkü şaşkınlık ve sinir iç içe girmiş beni boş bir duruma sürüklemişti. ''Ya senin üzerine hırsızlık damgası yapıştı. Parayı Fikret denen abaza çalmış olabilir ama sen de dâhilsin o işin içine. Pes. Hırsızsın oğlum sen.''

''Kapat çeneni,'' dedi sinirle. ''İyi ki bir şey dedik. İnsan yerine koydum sana derdimi anlattım ama ayağa kaldırırsan beni, insanlığımı gösteririm sana.''

''Olmayan bir şeyi nasıl göstereceksin?''

Sözlerinin devamını getiremediğinde ona fırsat tanımadan ayaklandım ve karşısında dikilip uzak uzak baktım. ''Her seferinde kendini nasıl bu kadar dibe çekiyorsun anlamıyorum cidden. Tam sana yaklaştım diyorum ama önüme öyle bir şey koyuyorsun ki 'kaç Leyla, gelme Leyla' diye bağırıyorsun âdeta.'' Yutkundum ve kafamı cümlelerimi tastikler biçimde salladım. ''Peki, öyle olsun. Kaçıyorum, gelmiyorum. Sen de yediğin bokları nasıl temizlersen temizle, umurumda bile değil.''

Tek bir kelam etmesine müsaade etmeden karşısından çekildim ve sertçe kapıyı açıp odama gittim.

''Utanmaz,'' diye homurdandım odama girdiğim an. Sinirliydim ve bunun olmaması için artık elimden bir şey gelmiyordu. Ömer şaşkınlıkla bana bakarken, ''Kim?'' diye sordu.

Cevapladım. ''İçerideki dağ ayısı.''

''Ağabeyim mi?''

''Ondan başka dağ ayısı yok ki evde,'' diyerek çantamı omuzlarımdan düşürdüm ve yatağımın kenarına bıraktım. Ömer bana tuhaf tuhaf bakarken bu duruma alışık olduğunu da biliyordu. ''Neyse,'' dedim derin bir nefes alıp verirken. Ömer'e baktım yeniden. ''Yarın babama gidiyoruz. Tabii ben yine sonra katılacağım size.''

''Şarkı mı söyleyeceksin?'' diye sordu saf bir merakla.

Kafamı aşağı yukarı salladım. Gülümsedi. ''Babamla bir gün seni dinlemeye gelsek güzel olur değil mi?''

''Olur,'' dedim sakince. ''Ama birlikte daha iyi vakit geçirmeniz önemli, ben size sonra katılırım olur mu?''

Bir şey söylemedi ve bunu kabullenerek başını öne eğdi. Üzerimdeki üniformadan kurtularak daha rahat bir şeyler giydim ve ellerimi yıkadıktan sonra mutfağa girdim. Annem çorba pişirmişti. Ocağın altını kapattıktan sonra yüzüme bakmadan mırıldandı. ''Tabakları diz sofraya, ağabeyine de bir tepsi hazırla.''

''Tamam,'' dedim düz bir sesle. Önce bizim soframızı kurdum sonra da Serhan'ın tepsisini hazırladım. Annem elime tutuşturduğu tepsiyi, ''Götür şunu ağabeyine,'' diye ikaz etti. Gözlerimi devirdim ve soğuk bir tavırla tepsiyi kavrayarak salona girdim. Serhan yattığı yerden duygusuz bakışlarla televizyon seyrediyordu. Elimdeki tepsiyi sehpanın üzerine bıraktım ve arkamı döndüm.

''Nereye?'' diye sordu beni durdurarak. ''Kızım ameliyatlıyım ben, adamakıllı yatamıyorum bile.''

Arkamı döndüm ve ona dik dik baktım. ''Az önce ayağa kaldırma beni diye tehdit eden sen değil misin?'' diye sordum katı bir sesle. ''Bunca gücü buluyorsan, kaşığı da ağzına sokacak gücü bulursun kendinde.''

''Leyla beni fena sinir ediyorsun kızım sen!''

Gülümsedim. ''Ne tesadüf sen de beni.''

Gözlerini kapattı ve yorgun bir şekilde nefes alıp verirken toparlanmaya çabaladı. Duramadım ve gittim ona yardım ettim. Ellerimi kolunun altına geçirdim, onu doğrultmaya çalıştım. Serhan, elini dikişli karnının üzerine götürürken yüzü müthiş bir acıyla ekşidi. ''Acıyor mu?'' diye sordum düşünceli bir sesle.

''İdare ediyorum,'' diye mırıldandı zar zor. Sırtının arkasına yastığını dayadıktan sonra kendimi geri çektim. Kucağına tepsiyi bırakıp, ''Al iç,'' dedim.

Bana boş boş baktı. ''Dövseydin ya bir de.''

''Bak sen benim dengemi fena bozuyorsun,'' dedim şakadan bir hayli uzak sesle. ''Elini kullanabiliyorsun. İç kendin. Benim de karnım aç, gidiyorum. Afiyet olsun.''

Ağzının arasından bir şeyler homurdansa da pek kulak asmadan salondan çıkıp mutfağa girdim. Annem çorbaları doldurmuştu ve Ömer de sofradaki yerini almıştı. Konuşmadan sandalyemi çekip oturdum. Köşedeki ekmek sepetinden bir dilim ekmek alıp ısırdım. Ardından da bir kaşık çorba ile ağzımdaki ekmeği yumuşattım.

Annem, ''Yarın babanıza gidiyorsunuz değil mi yine?'' diye sordu hoşnutsuz bir sesle. Kafamı salladım ve ona bakmadan çorbamdan içmeye devam ettim. Devam etti. ''Gelecek misin sen yarın eve?'' Bu meraklı hallerini pek hayra yormak istemiyordum zira konu biz ve babam olunca pek de olumlu şeyler düşündüğü söylenemezdi.

''Bilmiyorum,'' dedim boğazımı temizlerken. Tabağımın kenarında duran bir bardak suya uzandım ve yudumlayarak onu geri yerine bıraktım. ''Bir sorun mu var?''

''Yok,'' dedi çorbasını eşelemeye devam ederken. Benimle göz teması kurmuyordu keza ben de onunla göz teması kurmuyordum. Durumlar garip bir şekilde ilk kez eşitti. Üstelemeden çorbamı yudumlamaya devam ettiğim sıra annem Ömer'e yöneldi. ''Ömer, sen babanla olmaktan keyif alıyor musun peki anneciğim?''

Ömer sakince başını tabağından kaldırdı ve önce bana sonra anneme baktı. ''Evet, anne.''

''Peki, o Serap denen kadını seviyor musun?''

Ömer duraksadı ve vereceği cevabın annemi üzmesinden çok onu sinirlendirmesinden korkmaya başladı çünkü bakışlarındaki ezberi biliyordum. Onun bana gösterdiği bakıştı bu. Fakat korkmamalıydı. ''Seviyorum, anne,'' diye konuştu epey kısık sesle. ''Serap Abla iyi biri.''

Annemin yüzüne baktığımda dişlerini sıktığını gördüm, bunu fırtınalı havada alabora olmuş geminin altında sürüklenen o taş kesilmiş deniz gibi sertleşen çenesinde anlamıştım zira belli etmekten kaçıyordu. Annem o kadını sevmiyordu, aslında bu elinde olan bir durum da değildi çünkü babamın yeni eşiydi ve ona karşı durduk yere bile bir kin besleyebilirdi ama onu yanlış tanıyordu. Serap Abla, annem ve babam boşandıktan sonra ortaya çıkmıştı. Annem ise Serap Abla'nın, babamla olan ilişkisini bozduğunu her fırsatta dile getirmekten kaçmıyordu.

''İyi,'' dedi annem buz gibi bir tavırla. Nedendir bilmem ama kötü olmuştum işte. Annem kötü biri değildi ama iyi biri de değildi. Sadece neden böyle bir insan olmayı tercih ettiğini merak ediyordum. Bizden başkası kimi vardı sanki? Ha! İstanbul'daki hayırsız kardeşlerinden başka tabii.

Dünya bu kadar uçurumun dibindeyken, o neden geriye gitmek yerine inatla ölüme ilerliyordu? Her şeyin kötü olduğu bu hayatta neden iyi biri olamıyordu? İnsanın eline geçen ne oluyordu, neden herkes kötülüğü tatmak zorunda kalıyordu?

Ama kötüyü tatmazsak eğer, iyiyi nasıl ayırt edebilirdik?

Yemeğimizi yedikten sonra odamıza çekildik Ömer ile. Akşamları yazmak dışında pek vakit geçmiyordu ve bugün de cuma akşamı olduğundan yarın okul da olmadığı için çalışacak derste yoktu. Güldüm, içimden. Sanki ben de çok ders çalışan bir insandım ya!

Bıkkın bir tavırla yatağının üzerinde bağdaş kurarak resim çizen Ömer'e baktım. Halinden memnun görünüyordu. ''Dışarı çıkalım mı?'' diye sordum sakince. ''Parka gideriz, çekirdek de alırım.''

Kafasını resim defterinden kaldırdı ve güldü. ''Salıncakta da sallar mısın beni?''

Güldüm. ''Uçururum seni!''

''Gidelim,'' diye zıpladı hemen yerinde. Ayaklandım. ''Üzerine bir şeyler giy o halde. Ben annemlerden izin alırım.''

''Tamam abla,'' dedi ve boya kalemlerini kutuya doldurmaya başladı. Ben de salona gittim. Annem çay içiyor, Serhan'da uzandığı yerden televizyon izliyordu. ''Biz dışarı çıkıyoruz, Ömer'le parka gideceğiz,'' dedim annemin yüzüne mesafeyle bakarak.

Annem çay bardağını ağzından çekerken kaşlarını çattı. ''Nereden çıktı şimdi bu akşam akşam? Oturun oturduğunuz yerde.''

Dilimle kurumuş dudaklarımı ıslatıp çektim. ''Sadece biraz hava alacağız hepsi bu. Bir şey olmaz.''

Annem, ''Leyla!'' diye beni uyardığında Serhan'ın koyu kahverengi gözleri yüzüme odaklandı. Uzamış sakallarıyla da suratındaki bezmiş ifade az sonra dudaklarından dökülecek olan aksi cümlelere şaşkınlık ifadesi bıraktırmıştı. ''Çok oyalanmadan dönün.''

Gözlerimi irileştirdim ve dudağımın kenarını kıvırdım. Bunun kafa da arada gidip geliyordu he. Annem tepkiyle Serhan'a bakarken, ''Sana ne oluyor acaba?'' diye sordu. ''Bir de sen izin veriyorsun böyle bir duruma?''

Serhan sakince mırıldandı. ''Ömer var yanında, bir şey olmaz. Gidip gelirler.''

Annem sinirle yüzündeki mimikleri gerdirirken ondan da izin almaya gerek duymadan arkamı döndüm ve çabucak odama gittim. Sadece kardeşimle parka gidecektim. Bu kadardı. Üstelik akşamları dışarı çıkmıyordum hiç, hafif bir değişiklik iyi gelebilirdi, hem de havaların her geçen gün giderek ısınması da kanımın kaynamasına sebep oluyordu.

Odaya girdiğim vakit Ömer kapüşonunu giymiş, fermuarını çekiyordu. ''Gidiyoruz,'' diye gülerek göz kırptım. Başını kaldırdı ve gülerek o da bana göz kırptı. Üzerime siyah deri ceketimi giydim, bir miktar para ve telefonu da pantolonumun cebine soktuktan sonra dışarı çıktık.

''Elini ver,'' dedim Ömer'in eline uzanırken. Tereddütsüz elimi tuttu ve birlikte sokağa çıktık. Hava oldukça güzeldi. Hafif bir rüzgâr vardı lâkin tenimde bıraktığı nahoş dokunuşları seviyordum. Sakin adımlarla iki sokak aşağıdaki parka yürümeye başladık. Bir yandan kendi aramızda sohbet ediyor diğer yandan beni güldürüyordu. Ömer en çok benimleyken özgürdü. Bu yüzden ona vakit ayırmayı ve onunla birlikte vakit geçirmeyi seviyordum.

O bir çocuktu ve çocuk gibi yaşamalıydı.

Sakin ve ışığı kör sokakları geride bırakırken nihayet parka gelmiştik. Kaldırımlar parkı çevrelerken, uzun sokak lambalarının etrafa yaydığı ışıklar sayesinde hoş bir ortam oluşmuştu. Ben çocuk parklarını çok seven biri değildim ama Ömer için katlanıyordum diyelim. Taşlı yolları yürüyerek oyuncakların olduğu yöne yürümeye başladık. Bizden başka insanlar da vardı. ''Canın bir şey istiyor mu?'' diye sordum köşedeki haşlanmış mısır tezgâhını kuran adama bakarken. Mısır kokusu buraya kadar gelirken iştahım hafifçe kabarmıştı.

Ömer kafasını iki yana salladı. ''Hayır. Ben kaymak istiyorum.''

Kıkırdadım. ''Sen kaymak sevmezsin ki...''

Ömer duraksadı ve bana bakarak kaşlarını çattı. ''Çok kötüydü ya.''

''Bence de,'' dedim kafamı aşağı yukarı sallarken.

Ömer elimi bıraktı ve salıncaklara yöneldi. ''Beni biraz sallar mısın? Kocaman adam oldum ama salıncak görünce dayanamıyorum.''

''Peki,'' dedim sakince peşinden yürürken. Boş, kırmızı bir salıncağa oturduktan sonra kemerini takıp ellerimi demir, soğuk zincirlere götürdüm. Ömer iki eliyle zincirleri kavrarken, arkasına geçtim ve onu usul usul itmeye başladım. Güldüğünü hissediyordum. O güldükçe ben de gülüyordum. Gücümü biraz daha artırırken hızlanmaya başladı. ''Nasıl, iyi mi böyle?'' diye sordum gülerek.

''İyi iyi.''

Gülmeye devam ederek onu salladım. Açıkçası salıncaklardan nefret ederdim çünkü fena halde midemi bulandırırlardı. Kast ettiğim şey hissettiğim bir rahatsızlıktan ibaretti. Çok sallandığım zaman midem bulanmaya başlar ve başım dönerdi. Bu yüzden şen kahkahalar atarak sallandığım zamanlarım olmamıştı hiç. Güzel! En azından dramatik bir sebepten ötürü değildi bu.

Ömer'i sallamaya devam ederken parktaki diğer ailelere göz gezdirdim ama bu beni alakadar etmiyordu pek. Elimle savrulan saçlarımı geriye doğru yatırdığımda karşıdan beliren iki kişiye odaklandım. Sokak lambasının altından geçerken netleşen bedenlerini çözmem zor olmamıştı.

Kaşlarımı çattım. Bu ikisi, sarışın ve küpeli olandı. Seyit Ali'nin saz arkadaşları.

Onlara neden böyle yakıştırma yaptığımı bilmiyordum ama oldukça komiğime gidiyordu işte.

Gözlerimi derhal üzerlerinden çektim çünkü dikkatlerini çekmek istemiyordum. Başımı diğer yöne çevirdiğim sıra gölgelerini üzerimde hissetmem kaçınılmaz son olmuştu. Beni fark etmişlerdi. Dudaklarımı dişlerimle hafifçe ezdikten sonra bozuntuya vermeden gülümsedim ve yönümü önüme çevirdim.

Sarışın, adının Cihangir olduğunu hatırladığım çocuk bana bakarken, ''Kardeşini sonunda bulmuşsun,'' diye konuştu. Ömer şaşkın bakışlarını saklamazken salıncağı sallamayı bıraktım ve kenara çekilerek suratlarına baktım. Cihangir gülümseyerek bana bakarken, küpeli ve uzun boylu olan ise omzunu salıncağın direğini yaslamış öylece duruyordu. Gerçi bunların hepsi uzun boyluydu.

''Öyle oldu,'' dedim sakince mırıldanarak. Sonra yüzümü buruşturarak alaya aldım onları. ''Siz de maşallah her yerde karşıma çıkıyorsunuz.''

Teoman olduğu yerde mırıldanarak bana baktı. ''Virüs gibiyiz değil mi? Son kafa bükücü reis!''

''Ya,'' dedim samimiyetten uzak bir şekilde gözlerine bakarken. ''Öylesiniz vallahi.''

Ömer salıncaktan inerken yanımda durdu ve onlara baktı. ''Kimsiniz siz? Ablamdan ne istiyorsunuz?'' Sonra bana döndü. ''Seni rahatsız mı ediyorlar yoksa?''

Teoman şaşkın bir vaziyette gülerken, elimi Ömer'in saçların götürdüm ve sakince karıştırdım. ''Merak etme kimse beni rahatsız etmiyor, edemez de.''

Teoman, ''Ona ne şüphe,'' diye homurdandı. Sonra Ömer'e doğru konuştu. ''Ufaklık merak etme, biz ablandan korkuyoruz aslında. Can güvenliğimiz tehlikede sayılır.''

''O zaman neden hâlâ buradasınız?'' diye sordum buz gibi bir sesle.

Cihangir sakince soluklandı ve gözlerimin içine bakarak söylendi. ''Seyit'i bekliyoruz.''

Afalladım. Hayır, neden böyle olmuştu ki şimdi?

Umurumda değilmiş gibi davrandım ve bomboş bir tavır takındım. ''Yani?''

''Ne yani?'' diye sordu Cihangir tok bir sesle. ''Onu bekliyoruz. Seni de gördük bir selam verelim dedik, kötü mü ettik?''

''İyi ettiniz diyemeyeceğim,'' diye itiraf ettim. Onları tanımıyordum ama kötü insanlar olduklarını düşünmüyordum. Bu neden böyle olmuştu bilmiyorum lâkin yüzlerinde bana karşı herhangi bir kötü ifadeye rastlamamıştım. İnsanlara güvenim kalmamıştı, hele de son yaşadıklarımdan sonra bu oran iyice sıfıra inmişti ama onlara garip bir halde aynılarını hissedemiyordum. Henüz üçüncü sefer görüyordum fakat işte... Bilmiyorum, ben de iyi değilim galiba.

''Sen neden bu kadar katısın?'' diye sordu Teoman. ''Aldatıldın mı yoksa?''

''Ne?'' deyiverdim bir anda kendime mani olamadan. Sahiden yüzümde ve halimde böyle bir etiket mi taşıyordum ben? Ya da bu çocuk sallamış ve hedefi tam on ikiden vurmayı başarmış mıydı? Belki de tamamen beni test ediyordu ve olası bir durumda bunun doğruluğunu duymak istemişti. ''Ne alakası var?'' dedim omzumu silkerek. ''Ayrıca neden katı olmayayım ki? Sizi doğru düzgün tanımıyorum bile. Üzerinize mi atlayayım hemen?''

''Tanımadığın birine kafa atacak kadar tanıyorsun bence,'' dedi Teoman dudağının kenarını kıvırırken. Gözlerimi devirdim.

Ömer mırıldandı. ''Sen onlara kafa mı attın abla?''

Cihangir kendini tutamadı ve başını öne eğerek güldü. Ömer'in yüzüne bakarken Teoman araya girdi. ''Hiç ablana çekmemişsin, ufaklık.''

Ömer, ''Bana ufaklık demez misin lütfen?'' diye sordu son derece düzgün bir sesle.

Teoman duraksadı ve kafasını salladı. ''Tabii. N'aber ufak?''

Sıkıntıyla soluklandım ve kafamı iki yana salladım. Cihangir başını eğdiği yerden kaldırırken omuz hizamın üzerini aşarak konuştu. ''Geliyor işte.''

Kaşlarımı çatarken istemsizce arkamı döndüm. Geliyordu. Duraksadım. Üzerindeki siyah deri ceketinin önü açıktı ve parmaklarının arasında tuttuğu sigara bedeninde taşıdığı tek ışıktı. Göz göze geldiğimizde bana ifadesizce bakmaya başladı. Ben de ona tabii. Ama engel olamadığım bir dürtü varlığını belli eder gibi içimi tırmalıyordu. Adının ne olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu bilakis buna bir isim bulamadıkça deliriyordum. Sadece bundan hoşlanmamıştım.

Göz temasını kesen taraf ben olurken önüme döndüm ve boğazımı temizleyerek Ömer'in kendime iyice çektim. Yanımdan geçti. Omzu omzuma temas ederken burnuma dolan baharatsı koku yutkunmama sebebiyet verdi.

Cihangir, ''Oğlum nerede kaldın lan?'' diye sorduğunda Seyit Ali sigarasını dudaklarına koydu ve gözlerini kısarak zehri içine soludu. Bu esnada yanaklarının içi çukurlaştı. Sigarayı dudaklarının arasından çekip gri dumanı havaya bırakırken, ''Geldik işte,'' diye konuştu. Sonra daha tok bir sesle ilave etti ''Hallettiniz mi?''

Bakışlarımı üzerinden çektim ve kendime engel olamadan onları dinledim. Bunu neden yapmıştım bilmiyordum. İyi de burada olan onlardı, sırf konuşuyorlar diye gidecek olan ben değildim ya.

Cihangir kendinden emin bir durumla başını sağa eğip, ''Hallettik rahat ol,'' dedi. Neyi halletmişlerdi? Bana ne yahu!

Seyit Ali sigarasını içmeye devam ederken Ömer beni dürttü ve gözlerime bakarak sessizce konuştu. ''Bu geçen gün seni bırakan ağabey değil mi? Hani motoru vardı ya abla.''

Gülümsemeye çalışırken kafamı belli belirsiz bir şekilde aşağı yukarı salladım. Seyit Ali sigarasını yere atıp ayağının ucuyla ezdikten sonra bize döndü. Gözlerimiz temas ederken ela bakışlarının içinde varlığını sürdüren kar yağışı üşümeme sebep olmuştu. Cihangir, ''Biz de sen gelene kadar Leyla ile lafladık,'' diye güldü konuşurken. Sonra yüzüme bakıp kaşlarını çattı. ''Adın Leyla'ydı değil mi?''

Seyit Ali hızla reddetti. ''Neva.''

Ona baktım ve baktığı yerde oldum. Sesindeki çığ gözlerinden çalmıştı. ''Leyla,'' diye düzelttim kuru bir sesle. ''Adım Leyla.''

Bir şey söylemezken Ömer'i, Seyit Ali'ye bakarken yakaladım. ''Bir tek babam Neva diye seslenir ablama.''

Ömer ne diyorsun ablacığım ya?

Teoman omzunu yasladığı demir levhadan çekmezken histerik bir biçimde güldü. Yeni tıraş olmuş suratı gevşerken önce bana sonra Seyit Ali'ye baktı. ''Bu ayrıntıyı vermen iyi oldu ufaklık, Seyit tersine giden bir adamdır.''

Kaşlarımı çatıp huzursuzca soluklandım. Seyit Ali'nin soğuk ama meraklı bakışlarının esiri altındaydım. Onunla tanıştığımız andan beri kendimi çok özgür ama bir o kadar da kısıtlanmış hissediyordum. Bir kuşun kanatları kadar ferah fakat o kuşun kanatları kadar kırık... Bu ikilemi bana yaşattıran oydu. Uçabiliyordum en azından, bu elimde kalan tek net şeydi.

''Neyse,'' dedim bu konuyu deşmelerine müsaade etmeden. Ömer'in sırtını sıvazladım. ''Gel biz gidelim artık, mısır yiyelim mi?''

Teoman atıldı. ''Of bayılırım ha!''

Gözlerimi devirdim ve ona asla bir karşılık vermeden Ömer'in elini tuttum. O sırada Cihangir, Seyit Ali ve Teoman'a baktı. ''Ulan canım çekti durduk yere, ben de alacağım.''

Seyit Ali keyifsizce mırıldandı. ''Zıkkım ye.''

Cihangir onun aksine daha keyifli bir halde gülerek karşılık verdi. ''Sağ olasın ciğerim.''

Elini cebine attığı vakit çıkardığı on lirayı Seyit Ali'ye uzattı. ''Oğlum kap gel lan, iki tane bize.''

Kendime mani olamadan güldüm. Seyit Ali güldüğümü fark edince sinirlendi ve dişlerini sıkarak Cihangir'in elini hızla ittirdi. ''Uşağın mı var lan senin karşında? Bir de para uzatıyorsun tüysüz herif!''

Cihangir şaşkınlığını çabucak üzerinden atıp parayı cebine koydu. ''Tamam,'' dedi omzunu dev bir rahatlıkla silkip ellerini kot pantolonun cebine sokarken. ''Senden olsun. Bayağı cömert herifsin.'' Seyit Ali'nin tepki vermesini beklemeden Ömer'e döndü ve ellerimizi ayırıp Ömer'i yeniden salıncağa oturttu. Hayretle ona baktım. ''Hatta biz Ömer'le bekleyelim sizi.''

Teoman keyifsiz bir ses tınısıyla homurdandı. ''Çocuk mu bakacağız lan bu saatten sonra?''

''Aynen,'' dedim katı bir sesle. ''Ne münasebet ayrıca?''

Saçlarımın tellerini besleyen ve aynı zamanda kavuran rüzgâr gözlerimin kenarına tutunuyordu. Cihangir'e hoşnutsuz bir vaziyette bakıp, ''Kardeşim ve benim hakkıma karar vermezseniz seviniriz,'' dedim. Seyit Ali'nin cüretkâr tavrı bedenimin üzerinde yerini alırken ona bakmamak için kendimi zor tutuyordum. Ona bakmak istemiyordum fakat nefesinin sesi dâhi tenime işliyordu. Bundan, gerçekten hoşlanmamıştım.

Cihangir ellerini iki yana kaldırarak bana saf saf baktı. ''Ben masumum.''

Teoman, ''Oğlum kafa atar lan bu sana, geri çekil,'' diye hoşlanmayacağım bir şekilde gülerken yüzümü ekşitip ona keskin bir bakış savurdum. ''Sen uzatmalara oynuyorsun. Ayrıca bu değilim ben. Leyla'yım, anladın mı sevimsiz herif?''

Kendimi tutamıyordum ki? Kendimi asla frenleyemiyordum. İçimde ne varsa, biri hakkında ne düşünüyorsam onu olduğu gibi söylüyordum. Bu bazen iyi bazen kötü şeyler doğuruyordu. Teoman kaşlarını çattı ve eliyle saçlarını geriye atıp güldü. ''Mecnun lazımsa buradayım.''

Dişlerimi sıkarken Seyit Ali buz gibi bir ses tonu ve tavırla Teoman'a baktı. ''Gevşekliği kes.''

Teoman'ın yüzündeki ifade solarken kafamı iki yana salladım ve Ömer'i oturduğu yerden indirdim. Elini tekrar tuttuğumda onlara baktım. ''Nerelerde geziyorsunuz siz? Söyleyin de gezdiğiniz yerlerde olmayayım.''

Seyit Ali, ''Kendini kısıtlamana gerek yok,'' diye konuştu gözlerimin içine bakarken. Göz kapağının üzerindeki minik siyah nokta dikkatimi gereksiz yere çekerken onu dinlemeye devam ettim. ''Bu şehir sana da bize de yeter.''

''Benim derdim o değil,'' dedim düşünmeden. ''Fakat merak ediyorum. Son zamanlarda her yerdesiniz. Özellikle de sen.''

Dudaklarımın arasından çıkan son kelime diğer kelimelere göre daha ağır ve baskın çıkmıştı. Ömer bana biraz daha sokulurken ellerimin arasındaki parmaklarını sıktım ama bu kuvvetli olmamıştı. Seyit Ali kaşlarını çattı ve beklenmedik bir tavırla dudağının kenarını kıvırdı. Yıldızların ışığı, ela gözlerinin içine düşerken biraz daha dikkatli bakarsam o gözlerde kendimi görmekten korkacaktım. ''Tesadüf diyelim,'' diye söylendi sakince.

''Tabii,'' dedim onu alaya alırken. ''Beni şarkı söylerken de dinlemen tesadüf değil mi?''

Teoman heyecanlanır gibi oldu. ''Şarkı da mı söylüyorsun reis?''

Ömer cevapladı. ''Evet. Yarın söyleyecek hem de. Çok güzel bir sesi var ablamın.''

Yüzümü ekşittim ve Ömer'e bakıp ellerimle onu sarstım. Gözlerini bana çevirirken mahcup bir halde başını öne eğip mırıldandı. ''Özür dilerim, söylememeliydim.'' Teoman'a baktı yeniden. ''Unutur musun söylediklerimi? Ablam pek hoşlanmaz da bu şeylerden.''

Gülümsedim ve bunu saklamak için başımı diğer yöne çevirdiğim ve çevirdiğim yönde Seyit Ali'nin gözleriyle temas ettim. Öylece bana bakıyordu. Katı ama korkmadığım bakışları nasıl olur da bu kadar farklı hissettirebiliyordu sanki? Daha önce kimse bana böyle bakmamıştı. Bunun nasıl bir durum olduğunu bilmiyordum ve bir adı da yoktu ama ilk defa rast geldiğim bu bakışlar her geçen dakika hafızama işliyordu.

Teoman kollarını göğsünde birleştirdi ve omzunu silkerek güldü. ''Duymamış gibi yaparım, ufaklık.'' Sonra bana baktı. ''Nerede söylüyorsun?''

Yüzümü yüzüne çevirirken gülmeye devam etti. ''Bir ara uğrarız. Bayağı sürprizlerle dolu birine benziyorsun, merak ettim.''

Seyit Ali yeniden homurdandı ve sesi keyifsizdi. ''Bu seni ilgilendirmiyor. Şu gevşekliğini bir bırak artık.''

Ömer kıkırdadı. ''Lastik gibi.''

Kendimi tutamadım ve ben de kıkırdadım. Başımı öne eğerken Cihangir'in de güldüğünü gördüm. Seyit Ali bir tepki vermezken bu konudan memnun olmayan tek kişi haliyle Teoman'dı. Cihangir ellerini uzattı ve Ömer'in saçlarını karıştırarak gülmeye devam etti. ''Helal olsun, iyi dedin kral.''

Sakinleştim ve ortamdaki sessizlikten yararlanarak geriye doğru yürüdüm. ''Neyse.'' Derin bir soluk alıp verirken yüzümü hepsinin yüzünde gezdirdim lâkin aksi gibi sadece Seyit Ali'nin gözlerine bakarken dişlerim birbirine değiyordu. ''Biz gidelim artık. Görüşmemek dileğiyle diyeceğim ama ne zaman bunu desem görüşüyoruz. O halde görüşmek dileğiyle.''

Cihangir, ''Sen bayağı kafa kızsın ya aslında,'' diye gülümsedi sakince. ''Bizden korkma, bizden çekinme de. İnsan yemiyoruz.''

''Sizden neden korkayım ya?'' diye sordum omzunu silkerek. ''Bir çekincem de yok ayrıca. Sadece hayatıma yeni insan almak istemiyorum o kadar.''

Seyit Ali'nin gözlerinin kısıldığını fark ettim. Kimse bir şey söylemezken öne çıktım. ''İyi geceler.''

''Siz gidin, geliyorum ben,'' diye işittiğim ses ona aitti. Durdum ve kaşlarımı çatıp yüzüne baktım. ''Sen nereye?''

''Eve kadar eşlik edeceğim sadece,'' diye ifade etti sakin bir ses tonuyla. İtiraz ettim. ''Gerek yok. Biz kendimiz gideriz.''

Boynundaki damar seğirirken yüzündeki rahat ifade çelişkiye düşürdü. ''Kızım bir şeye de itiraz etme. Sadece eve kadar yanınızda duracağım o kadar.''

Alt dudağımın içindeki eti ısırdım ve karşılık vermeden önüme döndüm. Ömer ellerimi sıkı sıkı tutmaya devam ederken Seyit Ali hemen yanımda durdu. Varlığı, yanımda duruşu bile garipti. Ne olduğunu yorumlamak istemiyordum. Zira buna ne zaman yelken açsam o sularda boğulacakmışım gibi geliyordu.

Birlikte parktan çıkmadan evvel bizi durdurdu. ''Bir dakika bekleyin.''

''Ne oldu?'' diye sordum afallayarak. Bana cevap vermeden arkasını döndü ve köşedeki haşlanmış mısır satan tezgâha gitti. Kaşlarımı çatarken gülümsedim. Hakikatli bir tebessümün varlığı dudaklarımın kenarına yuva kurarken bunun son bulmasını ilk kez istememiştim çünkü gülümsemeye, gerçekten iyi hissederken gülümsemeye ihtiyacım vardı. Yoksa her seferinde nasıl bu kadar muhtaçmışım gibi tutunmak isterdim dudağımın kıvrılan kenarının yanaklarıma doğru tırmandığı çizgiye?

Birkaç dakika onu beklerken arkasını döndü ve elinde iki adet haşlanmış mısır ile karşımızda belirdi. Birini Ömer'e uzattı. ''Al bakalım,'' diye konuştu kısık ama şefkatli bir ses tonuyla. Bu hoşuma gitmişti. Ömer biraz çekinse de elimi bıraktı ve mısırı tuttu. ''Teşekkür ederim.''

Seyit Ali hafifçe tebessüm ederken ona karşılık vermedi ve diğer mısırı bana uzattı. ''Bu da senin.''

''Gerek yoktu,'' dedim mırıldanarak. ''Zahmet oldu.''

''Uzatma,'' dedi tok bir sesle. ''Al işte.''

''Tamam,'' diye kabullendim ve mısırı aldım. Gözlerimin çukuruna düşen bakışlarını üzerimden uzağa iterken mısırı sol elimde tutup elimi cebime attım. Bunu fark etti. ''Saçmalama,'' dedi ikaz ederken. ''Alt tarafı bir mısır.''

''Sakız da olsa buna hakkın yok,'' deyiverdim. ''Borçlu kalmayı da sevmem üstelik.''

''Borcun yok,'' dedi yanımdaki yerini alırken. Parkın çıkışına doğru ilerlemeye devam ettik. Işıklı yolları ardımızda bırakırken karanlık kucak açmıştı bize. Sokak lambalarının arasındaki mesafe epey olduğundan her yer aydınlık değildi.

Ömer, mısırını yemeye devam ederken ben de bir parça ısırdım ve ağzımı kapattım. ''Hayatına neden yeni insanlar almaktan korkuyorsun?'' diye sordu Seyit Ali soğuk bir üslupla. ''Ya da sebebini merak ediyorumdur belki.''

''Öyle olması gerekiyor,'' deyiverdim düşünmeden. Bunu neden merak etmişti ki?

Yürümeye devam ederken ses tonunu ayarladı ve daha sakin bir halde konuşmaya başladı. Belki de Ömer duysun istemiyordu. Ya da ben bunun böyle olduğuna inandırıyordum kendimi. ''O kılçıksıza ne oldu?'' diye sordu tok bir sesle. Ozan'dan bahsediyordu. ''O yakın arkadaşın dediğin kıza da ayrıca?''

''İşim bitti onlarla,'' dedim dürüstçe cevaplarken. ''Beni aldattıklarını kanıtladım ve bunu gözlerimle de gördüm. Berbat bir andı ama yaşanması gerekiyordu.''

''O çapsız yamuğun seni aldatması mı gerekiyordu yani?'' dedi bundan rahatsız olarak. Üstelik bunu belli etmekten çekinmemişti bile. ''Kimse bunu hak etmez.''

Duraksadım ama adımlarım değildi bunu yapan düşüncelerimdi. Dudaklarımı çabucak yalayıp çekerken yüzüne baktım. Yüzüme baktı. Kaskatı kesilmiş çenesini örten kirli sakalları geceye battaniye olmuştu. Onu korumuştu. ''Bundan bahsetmiyorum. Onları ifşa etmem gerekiyordu. Yoksa kimse aldatılmayı hak etmez. Üstüne bir de en yakın arkadaşım dediğim kişiyse sırtımdan vuran...'' Huzursuzca soluklandım. ''Nefret ediyorum.''

''Nefret de bir duygudur, hatta bence en güçlü duygudur,'' dedi sözlerimin soğumasına müsaade etmeden. ''Onlar bunu bile hak etmiyor.''

Gözlerine bakmaya devam ederken derine inmeye korktum çünkü gözbebeğinde benim bile duymadığım bir şarkı vardı. Daha önce notasına dokunmadığım, satırlarına göz dâhi atmadığım bu şarkı ona aitti. Dinlemek istemedim durduk yere fakat yapamadım çünkü o da şarkı söylemeyi sevmiyordu. Bunu suskunluğundan ya da şarkısını paylaşmak istemediğinden anlamıştım.

Ama kendime engel olamadım ve aklıma gelen, daha doğrusu aklımı kaşındıran o düşünceyi dudaklarıma vurdum. ''Sanki senin de böyle bir yaran varmış gibi...''

Duraksadı ama onun da adımları değil düşünceleri kayboldu. Gözlerini gözlerimden çekerken, ''Yara olamayacak kadar değersizdi,'' diye söylendi. O da mı aldatılmıştı yoksa? Sonra yüzünü tekrar yüzüme çevirdi. ''Biliyor musun?'' diye sordu cevap arayışı içinde olmadan. ''Sadakatsizlikten hoşlanmam.''

''Bundan kim hoşlanır ki zaten?'' diye sorup gözlerimi devirdim. Kendime kızdım. ''Pardon! Ozan'ı ve İpek'i hesaba katmayı unuttum bir an için.''

Bir şey söylemedi ve yürümeye devam ettik. Ömer bizi dinliyor muydu bilmiyorum ama şu an tek görüş alanı gözünün önündeki mısırıydı. Gülümsedim ve ilerlemeyi sürdürdüm. Seyit Ali erkeksi bir nefes alıp verirken, ''Dün gördüğüm o çocuk,'' dedi şüpheyle söylenirken.

''Semih mi?'' diye sordum.

''Adını bilmiyorum.''

''Ne olmuş ona?''

''Bir şey olduğu yok,'' dedi koyu renk bir ses tonuyla. ''İlk görüşte boş bir tip olduğunu anladım o kadar.''

Güldüm. Bunu fark ederken gözlerini yüzüme çevirdi orada ağzıma baktı. Yutkundum ve bu duruma bir son verdim. Gözlerini yüzümden çekerken toparlandım. ''Biraz öyledir ama kötü biri değil. Üstelik senin saz arkadaşların da bardağı doldurur cinsten değiller.''

''Saz arkadaşlarım mı?'' diye sordu yüzünü ekşitirken.

Başımla evetledim. ''Teoman ve Cihangir'den bahsediyorum. Cihangir neyse de Teoman çok kıl bir tip.''

Omzunu silkti. ''İnsan işte. Öyle ya da böyle insan.''

''Peki, sen?'' diye soruverdim bir anda. Yüzü yeniden yüzümde çerçevelendi. ''Sen nasıl bir insansın?''

Merak mı ediyordum? Evet, ediyordum çünkü bu karşılaşmalar her geçen gün büyüyordu ve ben bunun devamının geleceğini artık biliyordum. Yakınımda ya da uzağımda durması onu sadece adından ibaret bir adam olarak nitelendirmemem gerektiğini öğretmişti. ''Kendimi anlatmayı sevmem,'' diye konuştu düz bir sesle gözlerime bakmaya devam ederken. ''Bir insan kendini nasıl anlatabilir ki? Yüzmeyi severim, spor yaparım, şuyum buyum... Bunlar birini tanımama sadece yardım eder ama anlatmaz.''

''Neyi?''

''O insanı.''

''Sadece adını biliyorum senin,'' diye fısıldadım birdenbire. Bana ne oluyordu böyle?

Kaşlarını çatarken dudağının kenarı yeniden kıvrıldı. ''Dün beni tanımadığını söyleyen sendin, sadece adımı biliyor olman bile böyle bir söz için fazla değil mi sana?''

Oldukça hazır cevaplı biriydi. Evet, sanırım bu onu çözmeye çalıştığım adımlardan biriydi. Sanki çok ihtiyacım varmış gibi!

''Çünkü adını biliyor olmam seni tanıyacağım anlamına gelmiyor.''

İnternette, sokakta ve okulda gördüğümüz insanların isimlerini bilirdik ama onları tanımazdık. Duygularını, hayat görüşlerini, ideallerini... Ama bazen yabancı biri gelirdi ve tüm o en yakınım da sandığım insanları utandırırdı. Bu yabancı Seyit Ali değildi ama başkası da değildi.

Biraz daha yürüdüğümüzde evimin önünde durduk ve bana döndü. ''Kim bilir,'' dedi kendinden son derece emin bir sesle. ''Bir gün tanırsın belki.''

Öylece baktım. Ne gülümsedim ne de olumsuz bir tepki verdim. Kimdi ve benden ne istiyordu bilmiyordum, açıkçası benden bir şey istediğini de sanmıyordum lâkin arkamı döndüğüm vakit omuzlarımın üzerini aşıp gözlerimin akına bulaşan silüetini fark ettikçe karnımın minik bir ağrıyla sızlamasına karşı koyamıyordum.

Konuşmadan eve girdiğimizde biz içeri girene kadar orada durduğunu gördüm. Bu içten içe tebessüm ettirse de ona belli etmekten kaçındım ve kapıyı kapatıp odama girdim.

Ömer, eşofmanlarını çabucak giyindi ve yatağına kuruldu. Ben de üzerimi değiştirerek odamızın ışığını söndürdüm ve yatağıma uzandım. Gözlerim tavana bakıyordu. Gülümsüyordum. Neden gülümsediğimi de bilmiyordum ama uzun zaman sonra bu duyguya uğramak ve onun ziline basıp kaçmak hoşuma gitmişti.

Ömer, ''Abla?'' diye mırıldandı bana bakarak.

Yüzümü sola doğru yatırdım ve karanlık odada az çok görebildiğim koyu kahve gözlerini buldum. ''Efendim?''

''O ağabeyin, adı neydi?'' dedi sakince.

''Neden sordun ki?''

''Biliyordum ama unuttum. Hatırlamama yardım eder misin?''

Gözlerimi kapatıp açarken dudağıma düşen tebessüm kırıntılarını bir araya toplayarak mırıldandı. ''Adı, Seyit Ali.''

''Seyit Ali ağabey,'' diye tekrar etti kendi kendine. ''Peki. İyi geceler abla.''

''Sana da Ömer,'' dedim ve yüzümü yeniden tavana sabitledim. Gece karanlıktı, yüzümü çevirdiğim tavan geceden daha karanlıktı ama baktığım o karanlıkta bile elayı ayırt edebilmek şimdiye dek tanık olduğum en garip andı.

Seyit Ali... Kimsin bilmiyorum, hayatıma dâhil olacak mısın onu da bilmiyorum... Şayet ki çıkarsan karşıma bir daha, seni kapıya doğru yol göstermek zorunda bırakma beni, zira kapının dışında bıraktığım hayatta ben bile yokum.

🎻

Bölüm sonu... Sakin ama keyifli bir bölüm olduğunu düşünüyorum. Gelecek bölüm bu sakinliğin üzerine çıkacağız ve çok güzel sahneler hazırladım yine. :')

Bir de şunun farkına vardım. Leyla Neva karakteri hepinizin seveceği bir karakter değil. Ben çok keyif alarak yazıyorum orası ayrı adfgf Seyit Ali'ye neden kaba davrandığını soranlar oluyor... Arkadaşlar kız zaten aldatıldı, bir de ağabeyi belası var başında. Ne yapsın, gördüğü yerde Seyit'e mi yapışsın? Fena halde güven kırıklığı yaşıyor. Üstelik sivri bir karakter fark ettiyseniz. Yani Leyla bu. Tavrı elbette aynı kalmayacak ama vaktinden önce de yaprak kımıldamaz bilirsiniz.

Ve merak ettim, en sevdiğiniz karakter şu ana dek hangisi oldu? Çoğunluğun Semih diyeceğini hissediyorum.

İnstagram. Sumeyyedmrkan
Twitter. Sumeyyedmrkan

Continue Reading

You'll Also Like

25.3M 903K 78
♌ İNTİKAMDAN DOĞAN TUTKULU BİR AŞK ♌ Küçük yaşta anne ve babasının ölümüne şahit olan acımasız genç bir adam... Edim Demiray. Daha on sekizinde uyuş...
211K 12.2K 33
17 yıl önce annesi tarafından ölü olarak bildirilen Neva... Yıllardır onun hasretiyle yanıp tutuşan Akay ailesi... Ama... Ortada bir sorun vardı.Neva...
130K 9.2K 89
Öğretmen ama AŞKA ÖĞRENCİ (Texting) • Anaokulu öğretmeni olan Beyza yoğun bir sene geçirdiği için yeni dönemde dinlenmek için görev değişikliği yapmı...
707K 22.1K 54
alev:OĞUZ BEN ASIK OLDUM!!! oğuz:YİNE KİME AMK????!! alev:acar'a oğuz: siktir!