MAHKUM

By gokceustundagg

35.5K 3.6K 980

Yüzmeyi bilmediği halde ondan yüzmesini isteyen, beş yaşında bir çocuk olmasına rağmen ondan kendisini dövmes... More

BÖLÜM 1-HER ŞEYDEN ÖNCE
BÖLÜM 2 BARMEN
BÖLÜM 3- ATEŞ
BÖLÜM 4-GÜVEN
BÖLÜM 6- GEZEGEN
BÖLÜM 7- ÖLÜM
BÖLÜM 8- UYDU
BÖLÜM 9- HELMES
BÖLÜM 10- GEZİ
BÖLÜM 11- OKUL
BÖLÜM 12- İTİRAF
BÖLÜM 13- BEYAZ KUMRU
BÖLÜM 14- TOPLANTI
BÖLÜM 15-AŞK
BÖLÜM 16- GİRDAP BAYRAMI
BÖLÜM 17- DÖNÜŞ
BÖLÜM 18- HESAP
BÖLÜM 19- DOSTLUK
BÖLÜM 20- ZARF
BÖLÜM 21- DİL
BÖLÜM 22- TEPE
BÖLÜM 23- KAYIP
Bölüm 24 BENİM
Bölüm 25 YEMEK
Bölüm 26 ÖPÜŞMENİN ANLAMI
Bölüm 27 ARANAN
Bölüm 28 BULUTLAR
Bölüm 29 MÜZİK
Bölüm 30 YARGI
Bölüm 31 B PLANI
Bölüm 32 YILBAŞI
Bölüm 33 EBEDİ
Bölüm 34 BÜYÜ
Bölüm 35 KÖPRÜ
Bölüm 36 SARAY
Bölüm 37 İHANET
Bölüm 38 İDAM
Bölüm 39 "BABA"
Bölüm 40 CAM KIRIKLARI
Bölüm 41 YÜZLEŞME
Bölüm 42 YAS
Bölüm 43 KARAR
Bölüm 44 FEDA
Bölüm 45 İSYAN
Bölüm 46 EV
Bölüm 47 EFSANE
Bölüm 48 DÜĞÜN
Bölüm 49 BEBEK
Bölüm 50 DAVET
Bölüm 51 FIRSAT
Bölüm 52 KISKANÇLIK
Bölüm 53 AİLE
Bölüm 54 KANIT
Bölüm 55 İHANET
Bölüm 56 TOKAT
Bölüm 57 DUA
Bölüm 58 KURBAN
Bölüm 59 İHBAR
Bölüm 60 MUCİZE
Bölüm 61 GEÇİT
Bölüm 62 HAZIRLIK
Bölüm 63 İSTASYON
Bölüm 64 SUÇLU
Bölüm 65 ORMAN
Bölüm 66 İŞKENCE
Bölüm 67 ÇİMEN
Bölüm 68 RUH CELLADI
Bölüm 69 LABİRENT
Bölüm 70 ŞİMŞEK
Bölüm 71 GEÇMİŞ
Bölüm 72 KAÇAK
Bölüm 73 VEDA
Bölüm 74 TAKİP
Bölüm 75 TANIDIK
Bölüm 76 KAĞIT
Bölüm 77 KAVUŞMA
Bölüm 78 BABİ
Bölüm 79 SİYAH DENİZ
Bölüm 80 HELMES İLE CARLOX
Bölüm 81 YALNIZ
FİNAL
MAHKUMLA İLGİLİ ÖNEMLİ !!!!!!

BÖLÜM 5- ŞEFFAF ODA

868 72 33
By gokceustundagg

Derin bir uykuydu.

Bilincim kapalıydı ama duygularım her türlü etkiye karşı savunmasızca ortada duruyordu.

Mahkumluğumun 22. yılıydı. Ellerimi kavanoza çarptım. Bir el dışarıdan kavanoza dokundu. Aramızda bir tek cam kalmıştı artık.

Annem gözlerini dikerek bana bakıyordu.

"İnsan gözleri değil bu," dedim.

Gülümsedi. "Neden?"

"Hiçbir insan böyle bakamaz."

Yine gülümsedi. Altında binlerce mana vardı ama anlayamıyordum.

"Ellerini bana ver," dedim.

"Hisset," dedi sesi boğuklaşırken. Anlamıştım, yine uzaklaşıyordu benden. Hep aynı şey oluyordu. Ne zaman onu hissedecek olsam benden uzaklaşıyordu. Evrenin, gökyüzünün karanlığında kayboluyordu ve ben yine her zaman ki gibi yalnız kalıyordum. Başımı çaresizce kavanozun camına dayadım. Ellerime baktım.

"Bana ellerini ver," diye kendi kendime mırıldandım. "Lütfen anne, ver. Hissetmeye ihtiyacımız var," dedim elimi cama dayayıp yumruk yaparak. Elimde oluşan sıcaklık dikkatimi çekti. Gözlerim kapandı ve bir daha açıldığında bir yataktaydım.

Yorgunluktan neredeyse tüm kemiklerim ağrıyordu. Başımı yana çevirince buranın bir oda olduğunu fark ettim. Beyaz çiçeklerle bezenmiş duvarlar bana bakarken başımı elime çevirdim. Sıcaklığın nedeni belliydi. Bir el, benim elimi avucunun içine almıştı.

"Günaydın," diyen heyecanlı sesin sahibine baktım.

Carlox.

"Sana bir daha bana dokunmamanı söylemiştim," dedim benim bile zor duyduğum sesimle. Beni anlamıştı. Eline baktı gülümseyerek ve elini çekti. Bana tekrar baktığında yüzünde buruk bir gülümseme oluşmuştu.

"Unutmamışsın," dedi kibarca.

"Söylediğim hiçbir şeyi unutmam ben," dedim. Elime bakınca bir kablo uzandığını fark ettim. Kabloyu takip edince başımda bir serum şişesinin asılı olduğunu gördüm. Ama içinde ki şey tiksinmeme neden oldu. Yeşil renk, balçık kıvamında bir şey vardı şişede.

"Bu da ne?" diye sordum iğrenerek.

"İlaç," diye açıkladı hemen Carlox.

"Hayatımda hiç böyle bir şey görmedim."

"Biliyorum," dedi. Ona baktım. Gözlerimin tam içine bakıyordu. Her hareketimi, her bakışımı mercek altına almış gibiydi. Çok rahatsızlık vericiydi.

"Neden bana böyle bakıyorsun?" deyince hemen başını çevirdi.

"Özür dilerim," dedi hemen. İçim bir anda burkuldu. Ona kötü davrandığımın farkındaydım ama beni kandıran birine karşı nasıl iyi olabilirdim ki?

"Neyse, önemli değil," dedim sesimi fazla yumuşatmayarak. "Fiona nerede?"

"Uyuyor," dedi özellikle bana bakmamaya çalışarak.

"Anladım. Onu görmem lazım," diyerek yatakta doğrulunca panikle yerinden kalktı ve omzumu tuttu. Ona ters ters bakınca bir şeyi yeni hatırlamışçasına hemen ellerini üzerimden çekti. "Henüz kalkmaya hazır değilsin."

"Buna sen karar veremezsin," dedim.

"Haklısın ama bu doktorun talimatı," dedi sakince. Ona hala inatla bakarken ne yapacağını şaşırmış bir halde konuştu. "Lütfen Rose. Biliyorum, bana güvenmiyorsun. Ama şu anda söylediğim her şey sadece senin sağlığın için." Sonra yine tekrarladı, "lütfen."

Aklıma Oero geldi. Yol boyunca bu lafı çok kullanmıştı ama sonucunda kafama vurarak beni bayılttığını unutmayacaktım. Buna rağmen nasıl yara almadan kurtulmuştum? İçimden bir ses sonradan öğrendiğim her şeyin beni dehşete sürükleyeceğini söylüyordu.

"Oero'yu gördüğünde onu öldüreceğimi iletir misin lütfen?"

Yatakta kalacağımı anlayınca yüzünü bir gülümseme kapladı. "Söylerim," dedi. Sonra da ortama tuhaf bir sessizlik çöktü. İkimizde ne yapacağımızı, ne diyeceğimizi şaşırmış bir halde öylece kaldık. Carlox sonunda başını çevirdi.

"Neyse, en iyisi ben gideyim. Sende rahatça dinlenirsin."

"Bence de," dedim ona bakmadan kollarımı bağlayıp. Göz ucuyla kapıya yaklaştığını gördüm. Bir ara bana baktığını hissettim. Öylece durdu. Sanki bir şey söyleyecekti. Ama bir şey demeden çıkıp kapıyı arkasından kapattı. Nefretle kapıya baktım.

"Aptal!" dedim arkasından kapıya bakmaya devam edip. Kollarımı açıp yatağın içine kaydım ve yanaklarımı şişirdim. Hepsinden nefret ediyordum. Sol tarafa dönerek yattım ve yanımda ki komedinin üzerinde duran saate benzeyen aleti alıp tüm gücümle kapıya fırlattım ve yastığı yumrukladım. Hemen iyileşmem ve Fiona'yı da alıp bu aklını kaçırmış insanların arasından uzaklaşmam gerekiyordu. Neyse ki Fiona ile aynı yere gelmiştik. Şu an tek avuntum, buydu. Ve yorgunluktan olacak yine gözlerim kapandı ama karabasan etkisinde çok geçmeden yatakta kıvrandım. Nefesim kesilmişti. Ağzımı açsam da ciğerlerime hava ulaşmıyordu sanki. İlk defa öleceğimi düşündüm. Öleceğimi ve ruhumun yok olacağını. Rafael'i bulamadan, Fiona'yı buradan kurtaramadan...

Kollarım her yöne hareket ediyordu sanki. Yaralı bir kuş gibi çırpınıyordum. Yaşamla ölüm arasında ki savaşta ter döküyordum. "Bu sefer son," diyordum. Yolun sonunu görüyordum sanki. Yeşil gözlerim bir anda karanlıktan arındı ve boğazımın bir el tarafından sıkıldığını fark ettim. Üzerimdeydi ve yüzü hiç olmadığı kadar yüzüme yakındı.

Bu, Karin'di.

"Senin yüzünden öldü!"

Yüzünden nefret ve kin akıyordu sanki. Elimde olmadan endişenin kırıntıları bir araya gelip derin bir çığlık olarak boğazımdan çıkıverdi. Odanın kapısı açılırken ağırlığın insan üstü bir şekilde hızlıca üzerimden kalktığını fark ettim.

"Rose!" diye telaşla bağıran Carlox yanıma koştu ve hızlıca bana sarıldı. Göğsüm telaşlanmanın etkisiyle kalkıp kalkıp iniyordu.

"Geçti, kötü bir kabustu," derken iri eli sırtımı narince okşuyordu. Gözüm, Carlox'un omzundan açık kalan ve perdesi havalanan pencereye kaydı. Hayır, kabus değildi. Karin benden intikam almaya gelmişti ve yarım kalan işini tamamlamak için en kısa zamanda geri döneceğine emindim. Carlox benden uzaklaşırken bakışlarımı takip etti. Açık kalan pencereye baktığımı fark etti.

"Sanırım sen uyurken birileri camı açmış olmalı," dedi camı kapatmaya giderek. Ben ise pencereye korkak bakışlar atıyordum. Carlox bana döndüğünde şaşkın gibiydi.

"Başka bir sorun yok değil mi?"

Hemen, "hayır," diye itiraz ettim. "Sadece çok gerçekçiydi." Henüz kimseyle bu konuşmayı yapmaya hazır değildim.

Carlox samimi bir şekilde gülümsedi. "Merak etme. İlacın etkisidir. Urgaka bundan bahsetmişti. Bir daha kabus görmezsin."

"Urgaka kim?"

"Doktorumuz. Aynı zamanda Oero'nun dayısı olur. Yakın zamanda tanışırsın. Sen uyurken, seninle çok ilgilendi."

Üzerimde ki örtüyü hiç düşünmeden üzerimden attım. Üzerim değiştirilmişti. Temiz kıyafetler giymiştim. Pamuklu, ayaklarıma kadar uzanan uçuk pembe bir gecelikti. Beni kim giydirmiş olabilirdi ki? Başımı kaldırınca Carlox'un bakışlarını kaçırdığını fark ettim. Kaşlarım çatılırken bende utandığımı fark ettim. Gerçekten Carlox mu üzerimi değiştirmişti? Yine aramızda garip bir gerginlik oldu. Elimle boynumu ovaladım.

"Ee... şey. Benim Fiona'yı görmem lazım," diye kekeledim.

"Bunu konuşmuştuk Rose," dedi yalvarır bir tonda.

"Onun iyi olduğundan emin olmam lazım," dedim üzerine basa basa. Bu sefer tamamen ona baktım.

Yorgun bir nefes çekti içine. Benimle uğraşmaktan yorulmuş gibi görünüyordu ama yine de pes edecek gibi durmuyordu.

"Vazgeçmeyeceksin değil mi?"

"Hayır," dedim inatçı bir sesle.

Yanıma geldi ve bana kolunu uzattı. "O zaman koluma gir."

"Tabii ki hayır," dedim ona öldürücü bir bakış atarak. Ve tek başıma yataktan kalktım ama bir adım atar atmaz yatağa geri düştüm. Sanki gökyüzünde yürüyormuşum gibi tuhaf bir şeydi bu. Astronotlar gibi tuhaf adım atmıştım. Ayağımın altında hava akımı var gibiydi. Ona şaşkınlıkla bakarken, o da bana, 'ben sana demiştim,' der gibi kolunu uzattı. Koluna girmekten başka çarem yoktu. Elimi onun kaslı koluna tutunurken bu sefer daha temkinli ayağa kalktım. Adım atarken hala dengem yok gibiydi.

"Neden böyle oluyor?" diye telaşla sordum ama Carlox gayet sakindi.

"Zamanla alışırsın," dedi gülümseyerek. Nedeninin aldığım ilaçlarla veya bedenimde oluşan herhangi bir hasardan olmadığını hissediyordum. Ama aynı hisler nedenini öğrenmekten de kaçınıyordu. Bir şeyler ters gidiyordu. Hem de fena halde. Bunu hissediyordum.

Carlox'la yavaş ve temkinli adımlar atarak kapıya kadar ilerledik.

"Senden bir şey rica edebilir miyim?" diye sordum odadan çıkarken. Düşmemek için Carlox'un koluna kene gibi yapışmıştım.

"Tabii ki," dedi yardıma hazır olan sesiyle.

"Lütfen ben sana hazır olduğumu söylemeden, bana bu saçmalıkları açıklama. İçimden bir ses, şu an olan şeyleri şimdilik kaldıramayacağımı söylüyor."

Odadan çıkıp uzun bir koridorda yürümeye devam ederken hala söylediğime cevap vermemişti. Başımı kaldırıp ona baktığımda yüzünün kaskatı kesildiğini anladım. İşin can sıkıcı kısmı ise, benimle aynı fikirde olduğunu anlamamdı. Yüzüme bakmadan sonunda, "tamam," dedi.

Başımı tekrar karşıya çevirdiğimde tüm kemiklerim kasıldı. Almatch o kendini beğenmiş yüz ifadesiyle bize doğru yürüyordu. Bana bakışları sinirlerimi bozuyordu. Elimde olmadan Carlox'a daha da fazla sokuldum. Carlox'un koluna dolanmış elime baktı ardından da alayla bir kaşı havaya kalktı.

"Sanırım birileri 6 günlük uykusundan sonunda kalkabilmiş."

"Altı mı?" dedim ruh gibi bir sesle.

Carlox, "ona aldırma," dedi. Bunu bana söylemesine rağmen hala Almatch'a bakıyordu. "Almatch, uğraşma şu kızla."

Almatch gözlerini kısarak bir bana bir de Carlox'a baktı ve bir şeyi yeni idrak etmişçesine başını salladı gülerek.

"Aklından bile geçirme dostum. Yoksa birileriyle başın fena halde belaya girer, biliyorsun," dedi bu sefer tamamen Carlox'a bakarak. Elini koyduğum Carlox'un kolu kasılınca eline baktım. Elini yumruk yapmıştı. Bir şey demeye yeltense de Almatch bilmiş bir bakış atarak tam önünde ki sürgülü kapıyı çekerek içeri girdi.

"Daha demin neyden bahsetti o? Kiminle başın belaya girecek?"

Ona baktığımda hala Almatch'in demin bulunduğu noktaya bakıyordu. Tekrar bana baktığında gözlerinde kararlılık vardı.

"Senden bir şey isteyebilir miyim Rose?"

"Neymiş?" dedim temkinli bir şekilde.

"Ne olursa olsun, Almatch'le konuşma."

Uzun zamandan beri ilk defa gerçekten güldüm. "Şu an hayatta bundan daha çok istediğim bir şey yok emin ol. Hadi Fiona'yı görelim."

Gergince bir nefes çekti içine. Konu her neyse, onu oldukça gerdiği belliydi.

"Durum bu kadar mı karışık?" diye sordum. Bir şey demeden beni kolumdan çekiştirerek daha demin Almatch'in girdiği odaya götürdü beni. Oda şeffaftı. İçeride ki herkesi görebiliyordum. Dikkatle bakınca başımı hayretle cama dayadım. "Fiona," diye fısıldadığımda camda buğu oluştu. Elimi cama dayarken nefesim kesilecek gibi oldu. Fiona bir yatakta yatıyordu ve neredeyse her tarafından kablo çıkıyordu. Etrafı bir takım aletlerle çevrilmişti.

"O..." dedim ve cümleye devam etmeden öylece kaldım. Eğer Carlox elini belime dolamasaydı yere düşeceğime emindim. "O..." diye başladım tekrar. Dudaklarımı öfkeyle dişledim.

"O komada mı?"

Cevap gelmeyince başımı kaldırdım. Carlox yüzüme bakamıyordu. Başını eğdi. "Üzgünüm," diyebildi sadece.

"Onu kurtaracaksın," dedim yüzüne nefretle bakarak ama o bana hala bakmıyordu. En sonunda iki eliyle ellerimi tuttu.

"Bunu en az senin kadar bende istiyorum, Rose. Elimden geleni..."

"Elinden geleni değil, daha fazlasını yapacaksın!" dedim tüm öfkemi üzerine kusarken ama yine de bana bakmaktan kaçınıyordu ve bu beni daha da deliye çeviriyordu. En sonunda ellerimi onun ellerinden çekip yanından yürüyüp gittim. Ellerim birden kapı kolunu kavrayınca Carlox'un arkamdan, onaylamaz bir ses çıkardığını duysam da, artık çok geçti.

İçeri bir hışımla girince Fiona'nın etrafında, Almatch'le birlikte zayıf, uzun boylu bir adam gördüm. Beyaz önlüklüydü ve teni yanık karamel kıvamındaydı. Tuhaf yüzlü genç bir adamdı. Yüzü ince ve uzundu. Burnu ise oldukça kemikliydi. Çok tuhaf giyinmişti. Onlarla birlikte bir de...bir de... olduğum yerde kalmama neden olan bir adam duruyordu.

Oero'dan sonra en uzun boylunun o adam olması lazımdı. Kasları, gömleğine sığmamışçasına içinden taşıyordu sanki. Teni açıktı, saçları kestane rengiydi. Dudakları, yanakları taştan yapılmışçasına kaskatı görünüyordu. Ve gözleri, tabii ki diğerleri gibi griydi. Ama bu bambaşka bir griydi. Kenarlardan, içeri doğru açılıyor gibi görünüyordu ve tuhaf bir şekilde sulu görünüyorlardı. Sanki her an ağlayacakmış gibi gözleri parlıyordu. Ona bakarken nefesim kesiliyordu. Çok garipti ama daha önce karşılaşmış gibiydik. Bu nasıl olabilirdi ki? Göz göze geldiğimizde, başkasının evine gizlice girmişim gibi bir suçluluk doldu içime. Yasak bir alana adım atmıştım sanki. Hayatımda ilk defa yaşamadığım, çok ama çok tuhaf bir çekimdi. Acaba o da bunu fark etmiş miydi? Bana bakarken, kaşları hafifçe çatılmıştı. Sanki yıllardan beri beni tanıyor da, neden burada olduğumu sorgular gibi tavrı vardı. Ve sanırım, şu an beni baştan aşağıya süzüyordu.

Fiona'yı merak etsem de, bir büyünün etkisinde kalmışçasına olduğum yerde çakılı kalmıştım. Zorda olsa başımı çevirdim ve güç bela nefes aldım. Fiona'nın yatağına yaklaştım. Tarifi imkansız bir tabloydu, bu. Bir ölü gibi yatıyordu. Yanına çöktüm. Onu hiç böyle görmemiştim. Sanki... sanki hiç gözünü açmayacakmış gibi. Odada ki sessizlik, benim tarafımdan bozulmayı bekliyor gibiydi.

"Ne zaman uyanacak?" Bunu daha çok kendime sormuştum ama beyaz önlüklü cevapladı.

"İlaçların şimdiye kadar etkisini göstermesi gerekiyordu ama hala bir tepki vermesini bekliyoruz."

Ona baktım. Ürkek bir adam benziyordu. "Sen kimsin?" diye sordum kabaca.

Yaprak gibi titredi. Gerçekten ürkekti. "Doktorum."

O zaman bu adam, Carlox'un bahsettiği Urgaka olmalıydı. Yani, Oero'nun dayısı. Çok ilginçti ama Oero, Urgaka'nın on katıydı. Roller değişmiş gibiydi. Zaten burada normal olan ne vardı ki? Yavaşça, Fiona'nın dağılmış sarı, ipek saçlarını okşadım.

"Onu, uyandır Urgaka," dedim sessizce emir verir gibi.

"Şimdiye kadar uyanmış olması gerekiyordu," dedi yavaş aksanlı bir ses. Ses, kalbimi bile deşip geçerek en saklı yerlere kadar ulaştı. En derinlere hatta Rafael'in olduğu yerlere. Başımı kaldırdım. Bu çelik gibi ses o parlak gözlü adama aitti. Bunu söylerken bana değil, gözleri tamamen Fiona'ya odaklanmıştı. Bana özellikle bakmaktan kaçınır gibi bir hali vardı. Ama sonra bu saçma geldi. Beni tanımıyordu bile, neden böyle davranacaktı ki? Bana öyle gelmiş olmalıydı. Normalde girişken bir insan olmama rağmen özellikle bu adamla konuşmaktan çekinmiştim. Bundan dolayı konuşulabilir bir insan olduğunu düşündüğüm Urgaka'ya bakışlarımı çevirdim tamamen. Adamın, onu her an azarlayabilirmişim gibi korkan bir hali vardı.

"Onun sara hastası olduğunu biliyor muydun?"

Şaşırarak bana baktı. "O ne?"

Bu halimle bile gülebildim. "Dalga mı geçiyorsun?"

"Nasıl bir şey?" diye sordu bu sefer Carlox.

"Sara hastalığı işte."

"Bize nasıl bir şey olduğunu anlat." Başımı kaldırdım. Parlak gözlü adam konuşmuştu yine. Aksanı bazen onu anlamamı zorlaştırıyordu Kollarını yatağın karşısında ki masanın iki yanına koyarak öne eğildi ve ağzımdan çıkan herhangi bir kelimeyi bekledi. O bana bakarken nedense konuşmak daha zordu.

"Şey...ben..." diye kekeledim önce. Almatch'den ufak bir kahkaha geldi. Bu durumda bile gülüyordu ama onu umursamamayı başardım. Kendimi toparlayınca cevap verebildim. "Beyinde ki hücrelerle alakalı bir durum", dedim ve durdum. Hepsi gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Panelde bir konuşmacı gibi hissettim kendimi. Bunu onlara nasıl açıklayabilirdim ki? Bu hastalığı bile hayatlarında ilk defa duyuyorlardı. Doktorları bile ! Nereye düşmüştüm ben böyle?

"Nöbet geçirmek nedir biliyor musunuz?"

Diğerleri anlamsızca bakarken parlak gözlü adam, "kriz mi?" diye sordu. En azından birileri bir şeyler biliyordu.

"Evet," dedim bunun rahatlığıyla. Ama yine de ona bakmamaya özen gösteriyordum. Bakışlarım ellerimdeydi. Bu o kadar uzak bir duyguydu ki. Birinden çekineceğim aklımın ucundan geçmezdi. En son çocukken, Rafael'den çekinirdim.

"Anlaşıldı," dedi elini masaya vurarak ve başını çevirdi. Morali bozulmuş gibi görünüyordu. Anlaşılan neydi? Odanın köşesinde ki camdan dışarı bakarak, "kriz esnasında bayılıyor ve titriyor mu?" diye sordu elleri cebinde. Kederli duruşu beni etkiliyordu.

"Evet," dedim bunu nasıl bildiğine şaşırarak. Bilmiş bir tavırla başını salladı.

"Ama bu bizde ki, turina hastalığı," dedi Urgaka şaşkınlıkla.

"O da ne?" diye sordu Carlox.

Parlak gözlü adam arkasını dönünce enfes bir yakışıklılığı olduğunu yeniden fark ettim. Carlox ve Almatch'e baktı.

"Bu, Zildana'nın hastalığı," deyince diğerlerinin yüzünde okuyamadığım bir şaşkınlık oldu. Hiç iyi şeyler olmuyordu.

"Birileri bana da ne olduğunu anlatsın," dedim özellikle Carlox'a bakarak ama beni duymuyor gibiydi. Carlox, "ne yapacağız, Helmes?" diye sorunca parlak gözlü adamın adının Helmes olduğunu anladım. Konum olarak Almatch'in bile üzerindeydi. Anladığım kadarıyla lider oydu. Ama buna rağmen Almatch gibi bunu kanıtlama çabasına girip saçma sapan şeylere kalkışmıyordu. Zaten bildikleriyle otoriteyi elinde tutuyordu.

Her an ağlayacakmış gibi duran o sulu gözleri bana dönünce nefesimin heyecanla karışık kesildiğini hissettim. Bana doğrudan bakıyordu ve nedense bu her hareketimi kısıtlıyordu. Biraz sonra bana soracağı soruyla şaşkınlığa uğrayacağımı nereden bilebilirdim ki?

"Arkadaşının içinde spermle döllenmiş bir yumurta olabilir mi?"

"Ne?" diye şaşkınlıkla yerimden zıpladım. Bu...bu nasıl bir soruydu? Bu adam, bir kadınla konuştuğunun farkında değil miydi?

"Sen...sen ne biçim konuşuyorsun benimle?" dedim ona meydan okurken. Fakat bu Carlox ya da Almatch'e yaptığım çıkışlardan daha farklıydı. Nedense onunla konuşurken sesime garip bir yumuşaklık katmıştım ama yine de sesim yüklemişti.

Helmes heykel gibi bana öylece baktı. Bir tepki vermedi. Kızdı mı ya da umursamadı mı anlamıyordum. Vitrinlerde ki mankenlerden bir farkı yoktu. Aynı onlar gibi ifadesiz bakışlar, donmuş bir beden, taşlaşmış bir vücut. Neredeyse canlı mı diye dokunasım gelmişti.

Neden kızdığımı anlamamış gibiydi. Parlak gözleri yüzümün her detayına odaklanırken bir daha konuştu. "Arkadaşın çiftleşti mi, diye sordum."

"Öncelikle şunu anlayın sayın Helmes ya da her neysen, benim arkadaşım hayvan değil. Bu nasıl bir soru ya?" dedim hiddetle iki kolumu açarak. Artık kendimi kaybetmiştim. Bana doğru adım atınca elimde olmadan geriye gittim. İnanamıyordum, korkuyordum. Sırf bunun için yıllarca çalışmıştım. Rafael gibi olmak için... Ama bu adam gelip tüm yıllarımın çabasını dengesiz bir domino taşı gibi devirmişti. Şimdi Rafael beni izlese kim bilir nasıl hayal kırıklığına uğrardı?

Neden üzerime doğru yürüyordu ve neden kimse Helmes'e karşı koyamıyordu?

O kadar geriye gitmiştim ki, sırtım duvara çarpınca irkildim. Helmes aramızda bir adımlık mesafe bırakıp durdu. Yüzüme bakarken sanki o değil de ben tuhafmışım gibi davranıyordu.

Sıkılmış bir şekilde nefesini dışarı üfledi. Sanki sabrı taşmak üzereydi. Hala sakin olan sesiyle konuştu. "Kızsın," dedi. "Tepki yok." Ne dediğini anlamaya çalışarak kaşlarımı çattım. "Ama rica ederim. Bana sesini yükseltme. Çünkü ben böyle anlaşmam. Saygı istiyorum. Güzel ton istiyorum."

Öylece kaldım. İngilizcesi bozuk gibiydi. Aslında Carlox, Oero, Almatch hatta Urgaka'nın bile ingilizcesi çok akıcı değildi ama yine de onların ne dediklerini kolayca anlıyordum. Ama Helmes'le konuşmak daha da zordu. Ayrıca sesi çok gürdü. Çok etkileyici olduğunu söylemiş miydim? Transa geçmiş gibi başımı salladım. Belki de gerçekten geçmiştim. O da benim gibi sakince başını salladı. Ah, o kaya parçası gibi duran yanağına bir kez olsun dokunmak istiyordum. Gerçekten o kadar sert miydi?

"Sizin dünyaca demek gerekirse... Diyorum ki ben. Arkadaşın hamile mi?"

"Oh, hayır."

Tekrar gözlerimin içine baktı ve başını salladı. Zaten sorusunu anlamıştım ama soruş tarzı çok terbiyesizceydi. Ayrıca dilimizi diğerleri bu kadar iyi biliyorken o nasıl bilemezdi? Her şeyi geçtim, hamile kelimesini biliyorsa neden bu kadar ayrıntıya girdi ki? Çok ilginç bir adamdı.

Bakışlarını Urgaka'ya çevirdi ve "Zildana," dedi hüzünlü bir sesle. "Eğer hamile olmasaydı, o zehri kullanırdı," dedi makine gibi bir sesle.

"Ve yaşardı," diye devamını getirdi Carlox.

Almatch, "ne önerirsin?" diye sordu Helmes'e ve Fiona'yı işaret ederek. "Eğer, tek şansı o zehirli otsa vaktimiz az kalmış olabilir," diye ekledi.

"O da ne demek?" diye sordum telaşla. Carlox, hemen yanıma geldi. Sanki düşecekmişim gibi eliyle belimi kavradı.

Helmes gözlerini Urgaka'nın gözlerine dikti. "Varış saatinden yola çık. Vaktimiz. Ne kadar? Bizim vaktimiz?"

Urgaka, "kız, Rose'dan günler önce buraya geldi. Üzerine beş gün eklersek on bir gün."

Helmes'in gözleri bir an büyüdü. "O zaman... kaç saatimiz kalır?"

Bir sessizlik oldu. Sonra ikisi de aynı anda, "iki," dedi.

"Kesin işe yarar mı dersin? Zildana da deneme şansımız olmadı," dedi Carlox.

Helmes konuştu. "Ne fark eder ki? Denemesek de ölecek."

"Hayır," diye bağırıp bir anda Carlox'un kollarından kurtulup Helmes'in yakasına yapıştım.

"Öyle bir şey olmayacak," dedim ağzımdan tükürükler saçarak. Helmes'in gri gözleri şimdi hiç olmadığı kadar yakınımdaydı. Elleri sertçe ellerimi tuttu. Mekanik bir güç gibi elimi sıktı. Ama çok sert değildi. İsterse öldürücü bir şekilde sıkacağını hissediyordum.

"Bak," dedi çelik gibi bir sesle. "Sana sert davranmak istemiyorum. Sana sert davranmak istemiyorum. Yapma, beni zorlama," dedi ellerimi hiç zorlanmadan üzerinden çekerek. Hayatımda duyduğum en değişik ricaydı. Bozduğum yakasını düzeltirken daha demin böcek ezmek gibi ufak bir iş yapmışçasına rahattı. Almatch'e döndü.

"Hemen Oero'yu bul. Zehirli ota iki saatte ulaşmamız lazım. Yol... İstikamet, Gereg Botanik."

Bensiz gideceklerini sanıyorlarsa fena halde yanılıyorlardı. İki saat? Fiona'nın hayatı için sadece iki saat ve ben ise burada öylece onları bekleyecektim. Hiçbir yardımım dokunmadan hem de.

Urgaka'ya baktı. "Biz gelene kadar Fiona'nın başından ayrılma. Ve asi kıza iyi bak, gitmesin. İçimden bir ses, çok içten bir ses, peşimden gelmek istediğini söylüyor."

Hiçbir şey yapmadan durmak hiç bana göre değildi. Fiona önümde ölü gibi yatıyordu ve eğer Helmes'ler tam vaktinde otu bulup getiremezlerse bu gerçek olabilirdi. Elimi hızlı atan kalbimin üzerine koydum. Hayır, bulacaklardı.

***

Urgaka ile şeffaf odadaydık ve öylece Fiona'nın beyaza çalan bedenine bakıyorduk. Dudakları bile morarmıştı.

"Gitmelerinin üzerinden ne kadar zaman geçmiştir?"

"Bayan Rose, en son ki sorunuzun üzerinden sadece bir dakika geçti. On dört dakika."

"Öyle mi?" diye hayretle ona baktım. "Bana asırlar gibi geldi halbuki." Saygılı bir şekilde gülümsedi. Bundan cesaret alarak bir soru daha sordum.

"Senin doktor olmana rağmen nasıl Helmes senden daha çok şey bilebilir?"

"O da eskiden doktordu," dedi sevimli bir tavırla sır veriyormuş gibi.

"Gerçekten mi?" diye sordum hayretle.

"Evet," dedi Helmes'den gurur duyarcasına. "Ne biliyorsam ondan öğrendim."

"Neden mesleği bıraktı?"

Bana dikkatle baktı. "Çok soru soruyorsunuz, Bayan Rose." Ona bakmaya devam edince başını çevirdi. "Öyle gerekti diyelim," diyerek yerinden kalktı ve elini Fiona'nın bileğine koyup nabzını ölçtü.

"Yavaş mı?" diye sordum tereddütle.

"Sorun yok," dedi sakin bir tonda. "Helmes Efendi ve diğerleri tam vaktinde burada olacaklardır."

Küsmüş gibi kollarımı bağlayıp arkama yaslandım. "Beni de yanlarına alabilirlerdi."

"Emin olun, bu onların hızını yavaşlatmaktan başka bir işe yaramayacaktı," dedi yine gülümseyerek.

"Gitmeme izin verebilirsin."

Panikle, "asla," dedi.

Onu kızdırmak için, "bu kadar mı korkuyorsun Helmes'den?" dedim.

"Bu korku değildir, saygıdır efendim."

"Elim kolum bağlı oturamam. Nereye gittiklerini bulacağım," diyerek yerimden kalktım ama Urgaka ustaca kolumu yakaladı. Bu ondan beklemediğim bir hareketti.

"Lütfen böyle bir şeye kalkışmayın hanımefendi, sizi sandalyeye bağlamak istemem."

Bir kaşım havaya kalktı. "Sen beni tehdit mi ediyorsun?"

"Anladığınızdan siz sorumlusunuz, hanımefendi."

Çaresizce sürgülü kapıya baktım. Anlamasam da, burada ki herkes Helmes'e saygı duyuyor ve ona itaat ediyordu. Ve sanırım bir şey yapacaksam her şeyden önce bunu Helmes'in onaylaması lazımdı. Omuzlarımı düşürerek tekrar yerime oturdum. Tabii, bu Urgaka'ya boyun eğdiğim anlamına gelmiyordu. Ne demişti Helmes? Gereg Botanik mi? Düşünceli bir şekilde pencereye diktim gözlerimi.

"Aklınızdan bile geçirmeyin," dedi Urgaka suratıma bakarak.

"Düşüncelerime de karışamazsın ya," dedim sinirlenerek.

"Davranışa sergilemediğiniz sürece sorun yok," dedi içten bir şekilde gülümseyerek. Sanırım Oero ve tüm akrabaları onun gibi sevimliydi. Onun güvenini kazanmak için bir süre hareket etmeden durdum ama bu süre içinde içim içimi yiyordu. Gereg Botanik mi her neresiyse, orası hakkında hiçbir bilgim yoktu. Hastayı görmeden Helmes ve diğerleri, zehirli otu oradan rahatlıkla alma şansları var mıydı acaba? Alsalar bile şu an nerede olduğumu bilmiyordum. Buraya gelmeden Oero beni bayıltmıştı ve Fiona ile farklı yerlerden yola çıkmamıza rağmen aramızda beş gün oynamıştı. Bunları düşündükçe tüylerim diken diken oluyordu. Elimde bir harita olabilseydi eğer Gereg Botaniği rahatlıkla bulacağıma emindim. Yer yön konusunda pek sıkıntı yaşamazdım. Ama her şeyden önce bu evden çıkmam lazımdı ve Fiona için ne gerekiyorsa canımda dahil her şeyi ortaya koymam gerekiyordu.

"Susadım," dedim kaşlarımı çatarak.

Fiona'nın ateşini ölçen Urgaka şaşkınlıkla bana baktı. "Emin misin?"

"Bu nasıl bir soru böyle? Tabii ki, eminim," dedim. "Ama mutfağın yerini bilmiyorum. Bana getirirsen sevinirim."

"İlaç senin susuzluğunu uzun süre yatıştırmalıydı," dedi bir problem olduğunu düşünerek. Sanırım serum şişesinde ki yeşil maddeden bahsediyordu. Ah, keşke acıktığımı falan söyleseydim.

Soğuk elini alnıma koydu. "Kendini nasıl hissediyorsun?"

"Susuz olmam dışında bir problem yok," dedim kirpiklerimin altından ona masum bakışlar atarak.

"Pekala, sanırım suyun içine biraz daha ilaç katmalıyım, birazdan gelirim," diyerek elinde ki eldivenleri çıkardı. O giderken bende arkasından yavaşça ayağa kalktım. Fiona'nın yanına gittim. Buz gibi olmuş elini tuttum.

"Sana bir şey olmasına asla izin vermem," diye fısıldayıp dudaklarımı onun soğuk eline bastırdım. Çok cansızdı. Bez bebek Emily'den farkı yoktu. Bu sahneyi ömrüm boyunca unutamayacaktım.

"Sana yemin ediyorum o zehirli otu sana yetiştiremezlerse, hepsine tek tek onları yedireceğim," dedim. Gözünü açmasını, her zaman ki gibi bana ılımlı olmam gerektiğine dair bir şeyler gevelemesini bekledim. Ama bir ölüden farksız olarak yatmaya devam etti. Ne elini kıpırdattı ne de gülümsedi.

"Ölemezsin," dedim öfkeyle. Başımı iki yana salladım. "İzin vermem. Duydun mu? İkimizin de böyle bir lüksü yok. Bizim, bizden başka kimsemiz yok, birbirimizi bırakamayız," dedim ve isteksiz de olsa elini bıraktım. Geri geri sürgülü kapıya ilerledim. "Bekle beni," dedim çatallaşan sesimle. Kapıya yaklaşınca sırtımı çevirmek zorunda kaldım. Kapıyı ses çıkarmamaya özen göstererek açtım. Yer hala yürümemi engelliyordu. Yürümek resmen baş döndüren bir aktivite olmuştu benim için. Yeni yürümeye başlayan bir bebek bile benden daha başarılı adımlar atardı. Düşmemek için karşıma inerken merdivenlerin tırabzanlarına tutundum. Aşağısını ilk defa görüyordum. Ürkütücü bir şekilde büyüktü. Duvarlar ve koltuklar beyazdı. İnsanın gözü televizyon arıyordu ama televizyon yoktu. Gülümsedim. Fiona buna üzülecekti. Tam karşıda ki duvar boydan boya camdı ve dışarıyı gösteriyordu. Büyük bir tablo asılsa bile bu kadar güzel olmazdı. Dışarısı hayallerimin ötesinde bir güzellikteydi. Sanki ev ormanın içindeydi ya da gerçekten öyleydi. Upuzun ağaçlar, serpilmiş yeşillikler ve otlarla hayatımda gördüğüm en güzel manzara karşımda duruyordu.

Huzursuzca sürgülü kapıya baktım. Her zaman böyle olmaz mıydı zaten? Ne zaman güzel bir şey görseniz onu en sevdiğiniz insanla paylaşmak istemez misiniz? Fiona orada o şekilde yatarken benim bu manzaraya bakma hakkım yoktu. O mahrum kalıyorsa bende kalırdım.

Dikkatli olmaya çalışarak basamaklardan inmeye başladım. Tırabzanlara sıkı sıkı tutunuyordum. Urgaka'nın bir ses duymaması için dikkatli olmaya çalıştım. Aşağıya indikçe salonun geri kalan kısmını gördüm. Boylu boyunca uzanan tezgahı fark ettim. Mutfak, salonla birdi. Urgaka'nın sırtı dönüktü. Beni görmesi için arkasını dönmesi yeterliydi. Daha fazla dikkatli olmam lazımdı. Ama uzay boşluğunda yürüyormuşum gibi attığım her adım beni daha zora sokuyordu. Bu insanlar nasıl bu kadar rahat adım atıyordu? Bu şekilde yürümekten artık midem bulanmıştı.

Son basamaktan da dikkatlice inince artık salondaydım. Karşımda ki devasa görüntü şimdi daha da netti. Sanki orman tarafından yutuluyormuşum gibi garip bir his oluştu içimde. Tüylerim diken diken oldu. Kollarımla bedenimi sararken başımı Urgaka'ya çevirdim. Bardakta ki suya o serum şişesinde ki yeşil maddeyi ekliyordu. Bunu görmem bile midemin bulanmasına yetmişti. Daha fazla ilaç istemiyordum. Başımı çevirip kapıyı aradım odada. Bir adım atmamla yere düşmem bir oldu.

Urgaka panikle, "kim var orada?" deyince ayağıma dolanan hava akımının etkisiyle kalkmakta daha da zorlandım. Yerde debelenirken Urgaka ile göz göze geldik.

"Sakın Bayan Rose," dedi temkinli bir sesle. Eğer bu kapıdan çıkıp gidersem Helmes'le aralarında büyük bir sorun olacağını tahmin edebiliyordum ama başka şansım yoktu.

"Üzgünüm," dedim köşede gördüğüm tavana kadar uzayan metal kapıya bakarak. Yerimden kalkarken bir bardağın kırılma sesi kulağımı doldurdu. Urgaka peşime düşerken ilaçlı suyu düşürmüş olmalıydı. Koşarsam hava akımından dolayı düşeceğimi tahmin ettiğim için sadece havada uçarcasına iri adımlar attım.

Urgaka'nın diğerleri gibi insan üstü özellikleri olmadığı belliydi. Onlar kadar hızlı değildi. Zaten teni de koyuydu ve gözleri onlarınki gibi gri değildi. Kalbim heyecandan hızlıca atarken kapının kulpuna neredeyse uçarcasına ulaştım. Kulpa elim değdiği gibi kendime çektim ama kapı çok ağırdı. Urgaka'nın hala koştuğunu görüyordum, yaklaşmıştı. Umutsuzlukla ağır kapıya baktım. Bir kapı nasıl bu kadar ağır olabilirdi? Bu nasıl bir mantık?

Sonra mucizevi bir şey oldu. Urgaka ile aramızda kalan birkaç adım varken kapı bana doğru kaydı ve gün ışığı evin içini doldurdu. Şaşkınlıkla geriye doğru sendelerken sırtım Urgaka'nın bedenine çarptı. Tabii, kapı benim gücümle açılmamıştı. Çok güçlü olmamı düşünmeme rağmen bu beni bile aşmıştı. Karşımda Urgaka gibi esmer olan yaşlı bir kadın duruyordu. Saçları siyahtı ve omuzlarına kadar geliyordu. Kısa boylu ve birazda kiloluydu. Asil bir duruşu vardı. Bana yukarıdan, küçümseyici bakışlar atıyordu. Dudaklarının kenarı yaşlılıktan kırış kırıştı. Gözleri de saçlarıyla aynı renkti. Kırışık boynunda ona yakın iç içe geçmiş taşlı bir kolye vardı. Gözüm ellerine kayınca parmaklarına da büyük taşlı yüzükler takmış olduğunu gördüm. Kadın bana büyük annemi anımsatsa da aralarında uzaktan yakından bir benzerlik yoktu. Bu kadının ürkütücü bir havası vardı ve aynı Urgaka gibi giyinip tuhaf takılar takmıştı.

Arka arkaya tok bir ses gelince kadının bir elinde baston olduğunu gördüm. Sertçe yere vuruyordu. En sonunda küçümseyici bakışlarını benden alıp arkama odakladı. Yani Urgaka'ya.

"Neler oluyor burada Urgaka?"

Sesi de en az kendisi kadar ürkütücüydü. Uğursuz bir tepeden gelen bir yankı gibiydi. Böyle bir insanın yanında bir süre durmak bile benim için işkenceydi.

Urgaka'nın eli omzumu kavradı. "Sorun yok. Sadece onun biraz hava alması gerekiyordu."

Urgaka neden bu kadına karşı beni koruma gereği duymuştu ki? Kaşlarım çatıldı. Yaşlı kadın yaşının aksine enerjik adımlarla içeri girip yanımızdan geçti. Urgaka elini omzumdan çekip gergin adımlarla kapıya yürüdü ve kapıyı kapadı. Korkuyla nefes aldığını fark ettim. Alnında parlaklık fark edince onun terlediğini anladım. İyice ona yaklaşıp fısıldadım.

"O kim?"

Dudakları gergince kıvrılırken, gözleri küçüldü.

"Annem."

Aslında doğru olabilirdi. Urgaka'nın ürkek bakışlarını saymazsak yüzü aynı o kadına benziyordu.

Kadına baktığımda salonda ki orman manzarasının karşısında ki küçük masadan sandalye çekip oturduğunu gördüm. Bakışları donuk bir şekilde karşıya dikilmişti.

"Şey..." dedim kekeleyerek. Sonra da kapıyı göstererek. "Benim çıkmam lazım."

Konuşurken bana bakmamıştı. Ama nereye gideceğimi net olarak anlamış gibiydi.

"Sana ihtiyaçları olduğunu sanmıyorum," dedi küçümseyici bir tavırla. Artık kadının bu halleri sinirlerimi bozuyordu. Bana kimse böyle davranamazdı.

"Ben gidiyorum," dedim öfkeyle. Arkama dönmeden kadın kükrercesine, "Urgaka!"diye bağırdı. Kapıya döndüğümde Urgaka kapının önünü kaplamıştı. Sinirle dişlerimi sıktım. Sonra da aynı annesi gibi ona küçümseyici bir bakış attım.

"Ana kuzusu."

Tekrar kadının lanet olası bastonunun sesini duydum. Gözlerimi bıkkınlıkla yumdum.

"Otur karşıma evlat. Emin ol, beni kızdırmak istemezsin."

Gözlerimi açtığımda Urgaka bana korkarak bakıyordu.

"Lütfen Bayan Rose. Onu dinleyin."

O da korkuyordu. Annesinden korkuyordu. Benim bir zamanlar Rafael'den korktuğum gibi.

"Tamam," dedim. Arkama döndüğümde kadın hala bana bakmıyordu. Yanına yürüdüm. Hava akımına alışmaya başlıyordum sanırım. Artık her adımımı daha sert atıyordum. Böylece uçuyormuş gibi hissetmiyordum. Bir yandan da, korkma, diye mırıldandım kendi kendime. Kadının tam karşısında ki büyük, ahşap olan beyaz sandalyeye oturdum. Sandalyeyi çekerken yerlerin kiremit renginde parkelerle kaplı olduğunu gördüm. Tanıdık bir şeyler görmek bir nebze olsun beni rahatlatmıştı. Sandalyeye oturduğumda kadın bana bilmiş tavırla gözlerini dikti.

"Bakın," dedim sesimin güçlü çıkması için uğraşarak. "Anladığım kadarıyla bu evde olan biten her şeyin farkındasınız. Oğlunuz ve diğerleri bizi bulunduğumuz yerden alıp buraya getirdiler. Ve şu an en yakınım, komada. Onlar yüzünden arkadaşım yukarıda cansız yatıyor." Son cümlede artık sesimin titremesini engelleyememiştim. Ama işin en acı kısmı ise kadının hala bana alayla bakan çikolata rengi gözleriydi.

Artık nevrim döndü. İki elimi sertçe masaya vurdum. "Anlamıyor musunuz? Arkadaşım ölüyor! Canım ölüyor!" derken gözlerimin yuvalarından çıkacak gibi olduğunu hissediyordum. Nefesim bir girdap oluşturmuş benden uzaklaşarak yok oluyordu.

Kadın bana tokat atsa bu kadar afallayamazdım. Dudaklarının iki yanı genişledi. Hayır, gülümsüyordu. İnanamıyordum, bu duruma tebessüm ediyordu. Bu duruma. Bir insanın ölümle savaşmasına. Bu gaddarlık bile değildi. Bu bambaşka bir şeydi. Acınası bir durumdu.

"Sen... bu duruma gülüyor musun bir de?" dedim öfkeden çok şaşkınlıkla. Bu kaçıkların arasında kaldıkça bende kendi aklımı kaçıracağımı düşündüm.

Urgaka tam karşımda, annesinin arkasında dikilmiş şaşkınlıkla beni izliyordu.

"Tamam, buraya kadar, "dedim, "ben gidiyorum," diyerek yerimden kalktım. O esna da kadının iri yüzüklerle donatılmış elinin de kalktığını fark ettim. Yüzü sakindi ama elleri... Ellerinden duman çıktığına yemin edebilirdim. Ve daha ne olduğunu anlamadan kokusuz duman bana ulaştı ve karnıma bir ağrı sokacak kadar sertçe bedenime çarptı. Sandalyeye o kadar sert düştüm ki, sandalye geriye doğru kaydı ve zeminde rahatsız edici bir ses çıkardı. Beni sandalyeye geri oturtmuştu.

"Ama sen..." dedim. "Sen bunu nasıl... yaptın?"

Dudaklarını çirkin bir şekilde büzdü. "Ben mi? Sanırım ayağın kaydı ve düştün. Daha dikkatli olmalısın."

"Hayır, sen yaptın," dedim hiddetle karşı çıkarak. "Ellerinden duman gibi bir şeyler çıktı, gördüm!"

Kadın umursamaz bir şekilde başını havaya kaldırdı.

"Urgaka?"

Urgaka itaatkar bir tavırla hemen birkaç adım öne çıktı.

"Buyurun, Anne Hanım."

Eğer durum gerçekten müsait olsa bu lafa saatlerce gülebilirdim.

"Bana sert bir kahve yap," sonrada küçümseyici bakışları bana döndü. "Kıza da sakinleştirici bir bitki çayı yap. Sanırım biraz kafası karışmış."

Urgaka saygıyla öne doğru eğildi ve kalkıp mutfağa doğru yürüdü. Hala kırılan bardağın parçaları yerdeydi.

Omuzlarımı kaldırdım. "Urgaka, dur," dedim. Bedeninin hareketlerine bakılırsa tereddüt etmişti ama yine de durdu. Kadın ise kuşkuyla gözlerini bana dikmişti.

"Fiona uzun süredir yalnız kaldı. Önce onunla ilgilen."

Urgaka ne yapacağını şaşırarak öylece kaldı. Neredeyse ona acıyacaktım. Neredeyse.

"Urgaka," dedi kadın güçlü bir sesle. Ah, ne olurdu sesim onun kadar güçlü çıkabilseydi? Sonra da bana bakarak yine gülümsedi.

"Kahveme biraz krema katabilirsin."

Urgaka bu sefer tereddüt etmeden sırtını dönüp mutfağa yürüdü. Kimin sözünün geçtiği belliydi. Bana zaferini kutlayan bir bakış attı. Masanın altından yumruklarımı sıktım. Kadın keyifle arkasına yaslandı. Çok geçmeden Urgaka masamıza geri geldi ve çekingen bir garson edasıyla evde krema kalmadığını söyledi. Kadın onun gerçekten akılsız olduğunu ima eden bir bakış atarak, gidip dışarıdan krema almasını söyledi. Açıkçası bu kadınla baş başa kalmak beni ürküyordu. Urgaka'ya yalvaran bakışlar atsam da beni görmeden portmantoya yürüdü siyah pardösüsünün cebinden bozuk para olduğunu düşündüğüm yuvarlak gri halkalar aldı ve ardından koşarcasına evden çıkıp beni bu korkunç kadınla yalnız bıraktı. Ortamda oluşan rahatsızlık verici sessizliği çok geçmeden bozdum.

"Neden bunu yapıyorsunuz, anlamıyorum," dedim dudaklarımı öfkeyle büzerek. Bir daha ağlamak istemiyordum. Özellikle böylesine güçlü bir kadının karşısında.

Masanın üzerinden bana doğru eğildi. Islak gözlerimi fark etmemesi için biraz daha geriye doğru kaydım. Belli bir açıda durdu ve benim göremediğim bir şeyi görmüşçesine gülümsedi.

"Aynı onun gözleri."

Kaşlarım çatıldı. Bunlar Almatch'in söylediği kelimelerdi. Gözlerimde benim fark edemediğim neyi fark ediyorlardı? Yutkundum. "Çok garip insanlarsınız," dedim şaşkın bir şekilde.

Gülümsedi. Elini havaya kaldırınca yeni bir duman akımı ile karşılaşmamak için vücudum refleks olarak yerinden sıçradı.

"Korkma küçüğüm," dedi erdemli bir şekilde başını dik tutarak. "Tanışalım. Ben Silvayta Derek. Sen de Rose Marry..."

"Adımı nereden biliyorsun?" dedim iyice korkarak. Elini sıkmayacağımı anlayınca indirdi. Ölürdüm de o eli sıkmazdım.

"Sadece adını değil, küçüğüm. Ruhunu bile biliyorum. Seni tanıyorum. Seni senden bile daha iyi tanıyorum," dedi göz yuvaları korkunç bir şekilde büyüyerek. Kanım çekildi sanki. Nefesim kesildi. Bu, her şeyi ama her şeyi baştan sona değiştirirdi işte. Burada olmanın bir anlamı vardı. Beni biliyorlardı, beni tanıyorlardı. Ben bu oyunun yapı taşıydım sanki. Böyle hissediyordum. Bir şeyler benim etrafımda dönüyordu. Ayak bileğime dokunmak, Rafael'in ismini okşamak istedim.

Bilgi, her zaman güzel bir şey değildi. Bazen bir insanın kafasına sıktığı kurşun olurdu. Bazı gerçekler, bizim bile taşıyamayacağımız kadar ağır olurdu. Sırtımızda kambur olurdu, tüm ömrü iki büklüm geçirirdik. Ama o an için bunlar zerre kadar umurumda değildi.

"Ne biliyorsan, anlat," dedim tek nefeste.

Masaya konan iki bardak dikkatimi dağıttı. Urgaka'nın eve geldiğini bile fark etmemiştim. Sanırım alışveriş yaptığı yer yakın bir yerdi. Bitki çayımı bana doğru iterken bir kısmı masaya döküldü. Annesinin kahvesini daha dikkatli koydu önüne. Üzerinde tüten taze duman burnuma kadar geldi ve ağzımı sulandırdı. Kahve çok severdim. Ama bu farklıydı sanki. İçmeden tadını alıyor gibiydim. Sanki şu an önümde evrenin en güzel kahvesi duruyordu. Kahve çekirdeklerinin bile veremeyeceği, ondan bile daha has bir kahve dumanı tütüyordu. Dünyada böyle bir şey olamazdı. Aklıma gelen düşünceler beni paniğe uğratmadan cesaretimi alevlendirdi.

"Neredeyiz biz?"

Silvayta tam ağzını açacakken Urgaka'nın gölgesi masayı kapladı.

"Anne Hanım, lütfen," dedi panikle.

Silvayta ona bakmadan elini kaldırıp salladı. "Cam kırıklarını topla, Urgaka. Kimsenin canı yansın istemeyiz."

Urgaka isteksiz de olsa gitmek zorunda kaldı. Silvayta'nın bana her ne diyecekse, söylememesini tercih ettiğini anladım. Ama Silvayta'nın kendi bildiğini okuyan bir kadın olduğunu anlamıştım. Oğlunu asla dinlemezdi. Gözlerini bana dikti.

"Çayını iç," dedi Urgaka'ya emir verdiği gibi bana da vererek. Bu gururumu incitse de bir şeyler öğrenmek için bu kadının suyuna gitmem gerektiğini biliyordum.

"İçeceğim ama içtikten sonra bana gerçekleri anlatacaksın," dedim inatçı bir tavırla.

Gözlerinden alev saçarcasına bana baktı "Sakın benimle pazarlığa gireyim deme, Rose." İsmimi söylemesi tüylerimi diken diken etti. Ama yine de inatçı bir tavırla ona bakmaya devam ettim.

"Söz ver," dedim.

"Çayını iç," dedi sertçe.

Kırık cam seslerini duydum. Urgaka camları süpürüyordu ama bir kulağının bizde olduğuna emindim. Elim sıcak fincana dolandı. Fincanı ağzıma yaklaştırdıkça kokusunu başımı döndürdü. Sanki bitki çayı değil de elimde gerçek bir bitki tutuyordum. Bu tatlar nasıl bu kadar gerçekçi olabilirdi? Dudaklarım sıcak ve buharlaşmış fincanın ucuna değince bile elimde olmadan inledim. Bu çayı içersem zevkten bayılacakmışım gibi tuhaf bir his doğdu içime. Biraz da merakla fincanı dudaklarıma doğru kaldırdım ama kulaklarıma dolan, siren sesine benzeyen ses fincanı masaya düşürmeme neden oldu.

Urgaka elinde ki işi bıraktı. Silvayta, kontrollü bir şekilde ayağa kalktı. "Neler oluyor," dememe kalmadan Urgaka merdivenlere koştu.

Fiona'nın yanına gidiyordu.

Fiona'nın!

Zaman... zaman bitmiş miydi?

Süre dolmuş muydu?

Continue Reading

You'll Also Like

33.1K 435 23
Zehra ile yolları ayrılan Emir, kendini kabus gibi bir ortamda bulur. Acımasız kadınların elinde oyuncağa döner ve tek isteği bu kabustan uyanıp eski...
192K 15.8K 41
Av oyunlarını bilir misiniz? Hani bir ormana hayvanları salarlar, en hızlı avcıyı bulabilmek için. Avcılar için bir zevk ve güç gösterisi olan bu oyu...
ÖLÜ PORTRE By asileyda

Historical Fiction

94.7K 7.7K 34
Ecem'in normal giden hayatı, gittiği resim sergisindeki portrenin içine çekilmesiyle tepetaklak olur. Gözlerini açtığında ise, prensini öldürmeye çal...
730 135 14
Kader ağlarını her zaman örmüştür. Nerede nasıl kararlar alacağınız sizin elinizde zannederken bir avcı örümcek gibi sadece sizin ağlarına düşmenizi...