XXII/soldier of fortune

3.1K 348 169
                                    

"Çoğu zaman bir gezgin oldum,
Yeni bir şeyler arayan.
Gecelerin soğuk olduğu o eski günlerde,
Sensiz kaybolmuştum."

*

İki hafta sonra:

Günler birbirinin ucuna bir halatla bağlanmış gibi yavaş ve acılı geçiyordu. Biri bittiği an diğeri başlıyordu ve ara sıra soluksuz kaldığımı hissediyordum. Yine de yeryüzünde günleri durduracak bir mekanizma henüz geliştirilmemişti ve bu gerçekten de çaresizliğin vücut bulmuş hali olabilirdi.

Yaptığım hataların, farkında olup da yaptıklarım ve farkında olmadan yaptığım onca hatanın ağırlığı iki yorgun omzumun üzerinde sanki hiç acelesi yokmuş gibi dinleniyordu. Ağırlık hep aynıydı ancak gün geçtikçe daha da artıyordu ağrılarım, kollarım titriyordu, nefes nefeseydim ve her seferinde daha fazla dayanamayacağımı mırıldanıp duruyordum.

İşin trajedisi, hâlâ devam ediyordu. Zaman akıp gidiyordu, günler birbirini kovalıyordu ve omuzlarımdaki ağırlıkla yalnızca güneşi devirip yerine ayı koyana kadar gökyüzünün hareketlerini izliyordum. Gün benimle doğmaktan da, batmaktan da bıkmıştı artık. Üzerinde durduğum zemin, aynı yerlere ilerlememden sıkılmıştı. Odam dağınık olmaktan, etrafımdakiler suratsız gezinmemden, bedenim ise bu paspallıktan sıkılmıştı. Herkes beni anladığını söylüyordu ancak henüz kimseye ağzımı açıp da yüreğimden gelen hiçbir şeyi söylememiştim.

Herkes beni anlıyordu, fakat hiç kimse ne olduğu hakkında en ufak bir bilgi sahibi değildi.

Geçen iki hafta, on dört gün, gerçekten de ne kadar yavaş geçebilirse o kadar yavaş geçti. Yine de bu beni çok rahatsız hissettirmedi. Çünkü beklediğim bir şey yoktu, heyecanımı canlandıracak herhangi bir olay, güzel geçmesini umduğum bir gün yoktu.

İki haftadır o da ortalarda yoktu.

İki haftadır, her geçen gün onu daha fazla özlemeyeceğimi düşünürken bir sonraki gün doğumunda daha fazlasıyla karşılaşıyordum, daha yoğunuyla. İki elim birbirine kavuşmuyordu bir türlü, gözlerim rahat bir uykuyla kapanmıyordu, dudaklarım gereksiz gördüğüm hiçbir şey için aralanmıyordu.

Kimseyle konuşmak da istemiyordum, kimseyi görmek de. Ancak hayatıma devam edip, insanlara hiçbir şey belli etmemem için de bir şekilde devam etmeliydim. Tıpkı bugün olduğu gibi, dün olduğu ve yarın olacağı gibi. Ellerim birbiriyle kavuşmuyordu çünkü ellerim hiç ısınmıyordu, ellerim birbirini hiç bulmuyordu çünkü ellerim en son onun ellerinden düşmüştü. Boşluğa, onsuz, karanlık ve sonsuz boşluğa.

"Ben çıkıyorum." Öğle vakti evde yalnızca Hoseok hyung vardı. Bugün izinliydi ve staj için evden ayrılırken ona haber verme gereksinimi duymuştum.

"Jungkook, bekle." İçerilerden bir yerden sesi geldi, ardından hızlıca birbirini kovalayan adım sesleri. Aralık kapının ucunda beklerken beni yakaladı ve kapıyı tutarak iyice araladı.

"İyi misin?" Gözlerime, yalan söyleme çünkü iki lanet haftadır aynı şeyi saçmalıyorsun, dercesine baktığında dudaklarımı birbirine bastırdım.

"Daha rahat hissediyorum."

"Nasıl yani?" Ağırlığımı tek bir ayağımın üzerine verdim.

"Yani önceleri bir yerlerden çıkacağı korkusuyla, ne yapacağımı bilemeden heyecan ve endişeyle sokaklarda geziyordum, çalıştığı yerin önünden geçiyor ve her zamanki kafeye girerken olur da bir yerlerde denk gelirim diye kafamı eğip yürüyordum. Ancak sonra geçti, gelmeyeceğini gelse bile görmek isteyeceği son kişi olduğumu bildiğimden tüm hislerim yerini bilinmez bir rahatlığa bıraktı."

baisemain ¦ jikookWhere stories live. Discover now