BÖLÜM 18

2.3K 300 14
                                    

     Matt'in dışarıya çıkışından sonra bir süre hiçbirimiz konuşmadık. Rachel ve Richard oturuyorlardı. Kendimi o kadar yorgun hissediyordum ki "Ben de otursam iyi olacak." dedim içimden. Ama bir terslik vardı. Adım atacak kadar bile güç bulamıyordum kendimde.

"Çocuklar ben hastalanıyorum galiba." dedim cılız bir sesle. Bunun üzerine üçü birden bakışlarını bana doğru çevirdi. Gözlerim neredeyse kendi kendine kapanacaklardı ama buna rağmen bakışlarındaki panik havasını seçebiliyordum.

"Maya ne oldu sana?" diye sordu Rachel telaşla. Yüzün kireç gibi olmuş.

Richard ve Rachel hemen yerlerinden kalkarak yanıma geldiler ve kollarıma girdiler.

"Bir şey yok çocuklar." diyerek sakinleştirmeye çalıştım onları. "Bir önceki gün de neredeyse hiç uyumamıştım, üst üste iki gün uykusuz kalınca zayıf düştüm galiba."

Yavaş yavaş beni şöminenin yanındaki koltuğa doğru getirdiler. Richard hemen yan koltuktaki yastığı alıp koltuğun ucuna yerleştirdi. Yine birlikte tutarak beni dikkatlice koltuğa oturttular arkasından yatabilmem için yardımcı oldular. O kadar yorgundum ki kafamın yastığa doğru devam eden yolculuğunun bir bölümünde belki de çoktan uykuya dalmıştım. Ama yine de gevezelik yapmaya devam ediyordum.

"Çocuklar, sesleri siz de duyuyor musunuz?"

"Ne sesi bebeğim?" diye cevap verdi Richard.

"Ne sesi olacak, rüzgar sesi gibi, garip bir uğultu, hiçbiriniz duymuyor musunuz?"

Bu kez Rachel cevap verdi:

"Hayatım, yüzünün rengine bakılırsa ve bu halsizlik olayı doğrudan düşük tansiyon belirtisi. Garip sesler duyman çok doğal. Düşük tansiyonda olur böyle şeyler. Yoksa şu anda dışarıda yaprak bile kımıldamıyor."

"Tamam, öyle olsun." diyebildim güçlükle. En son Paldor'un sesini duymuştum. "Uykuya daldı sanırım." dedi endişeyle. Gerçekten de uykuya dalmıştım, hatta rüya bile görmeye başlamıştım.

"Zoron, Bunu yapmak zorunda mısın?"

Son derece güzel, kıvırcık sarı saçları omuzlarından aşağıya doğru dökülmüş, tamamen beyaz elbiseler içinde bir kadındı konuşan. Müthiş etkileyici bir görünüşü vardı, ama aynı zamanda çok da endişeliydi.

Fakat inanılmaz uzun boyluydu. Onu görebilmek için kafamı yukarıya doğru çevirmem gerekiyordu.

"Evet Trea, tabii ki zorundayım. Neden bilmiyormuş gibi soruyorsun? Bunları konuşmuştuk. Coldor'un, hatta Neria'nın geleceği için bunu öğrenmeye ihtiyacımız var."

Bu konuşan da siyah saçlı ve simsiyah gözlü, oldukça yakışıklı bir adamdı. Kadınla en önemli ortak özelliği, onun da çok uzun boylu olmasıydı. Çünkü onu görebilmek için de kafamı neredeyse kırk beş derecelik açıyla yukarıya doğru çevirmem gerekiyordu.

"Anlıyorum ama o daha dört yaşında." dedi beyazlar içindeki güzel kadın bana bakarak. Sonra yanıma yaklaşarak dizlerini yere koydu ve kafamı avuçlarının içine alarak yanağıma kocaman bir öpücük kondurdu.

"Anne.." dedim fısıltıyla.

Konu şimdi açıklığa kavuşmuştu. Sorun onların çok büyük oluşu değildi, benim çok küçük oluşumdu. Dört yaşındaydım ve konuşanlar da babam ve annemdi. Yani Kral Zoron ve Kraliçe Trea.

Bu gördüklerim, o yaşlarda gerçekten yaşamış olduğum ve hiç hatırlamadığım anılarımın bir şekilde ortaya çıkışı mıydı, yoksa sadece rüyadan mı ibaretti bunu kestiremiyordum. Gerçek anne ve babamın yüzünü ilk defa görmüştüm.

Babam kafasına koyduğu her neyse yapmaya kesinlikle kararlıydı:

"Kristen reddedilmişti. Bu son şansımız, umarım Maya kabul edilir."

Bu sözlerinden sonra elimden tuttu ve birlikte yürümeye başladık. Elim onun avuçlarının içinde tamamen kayboluyordu. Arada bir kafamı yukarıya doğru çevirip ona bakıyordum. Bazen baktığımı hissederek bana bakıyor ve gülümsüyordu. Ama çoğunlukla düşünceli bir ifadeyle yürümeye devam ediyordu.

Sonraki sahne ürkütücü bir mağaranın önünde başladı. Uykuya dalarken duyduğum seslerin aynısı şu anda mağaranın içinden dışarıya sızıyordu. Babam tekrar bana baktı, neyse ki bu kez senkronu tutturmuştuk çünkü o anda ben de ona bakıyordum. Hafifçe gülümsedi ve mağaranın içine doğru ilerledi.

Aslında mağara ve içeriden gelen garip sesler beni biraz ürkütmüştü ama korkmuyordum. Çünkü babam yanımdaydı. Hem zaten itiraz etme şansım yoktu. Onun avucunun içinde hapsolmuş elimi takip etmek zorundaydım.

Mağara içinde belli bir noktaya geldiğimizde babam durdu. Bir müddet öylece bekledik ve beklediğimiz süre içinde gözlerim karanlığa iyice alışmıştı. Bu normalde sevinilmesi gereken bir gelişmeydi, ama sevinmek için acele etmemek gerekiyordu, çünkü sonrasında ne göreceğiniz çok daha önemliydi.

Gördüğüm görüntünün ürkünçlüğüne rağmen çığlık atmamıştım. Demek ki henüz bu tür fobilerim oluşmamıştı. Ya da fazlasıyla cesurdum. Çünkü etrafımızda yüzlerce yılan vardı ve hepsi birbirinden farklı görünüş ve büyüklükteydiler. Daha da garip olan şey, normalde büyük insanları bile korkudan delirtecek seviyedeki bu ortam, tam tersine beni rahatlatmaya başlamıştı. Duyduğum uğultular da artık kulağıma sanki bir melodi gibi geliyordu.

Sonra birden sesler kesildi...    

Yazar Notu: Bonus bölüm! Geçen bölümün kısalığını ve yurtdışında olduğum hafta bölüm koymayışımı telafi etmek için iki gün art arda bölüm koydum arkadaşlar. Umarım seversiniz. Desteklerinizi bekliyorum ve iyi okumalar :) 

KADER YAZICIWhere stories live. Discover now