BÖLÜM 1 : HAYATA TEMAS ETMEK

28K 389 18
                                    

    Yazın sıcağıyla ensesine yapışan saçlarını biçimsizce kafasının üzerine toplayıveren genç kız, bilgisayarın başında önündeki internet sayfasını on beş saniyede bir yenileyip duruyordu. Gözü, odanın bir köşesinde duran çellosuna ilişti. Kıs kıs güldü. Küçük yaşlardan bu yana setlerde geçmiş olan hayatı hep sanatın çeşitli dallarıyla yoğrulmuştu. Reklamlarda, dizilerde, filmlerde oynamış, dans etmiş, resim yapmış, öyküler yazmış, farklı müzik aletlerini keşfetmiş, onların sesinin yetmediği yerde kendi sesiyle hayat vermişti şarkılara. Pek çok karaktere hayat verdiği gibi...Ama bazen kendini kapanda hissediyordu. Ailelerinin, alt planda yatan özellikle ekonomik,kısmen de sosyokültürel kabul görülme kaygılarıyla birlikte standart kalıplara, çıkınca işsiz kalmayacakları üniversite bölümlerine, yaratıcılıktan uzak,para kazanmaya odaklı ,tutsaklık hissi veren işlere sürükledikleri koca bir neslin parçasıydı. Ama ironik bir şekilde tam tersi bir etki altındaydı. Çocukluğundan beri hep yetenekli olarak değerlendirilmiş, fiziksel olarak sevimli bulunmuş, yaptığı işlerde sanatsal bir derinlik aranmıştı. O en başından şimdiye kadar oyuncu olmak için yetiştirilmişti ya da dansçı ya da ressam ya da müzisyen...Kimse doktor olabileceğini söylememişti mesela ,o kadar dirayetli mi değildi o bilgi yükünü kaldıracak zekası mı yoktu? Neden bir mühendis olmasındı? Bir fırçayla tuval üzerinde boyalara şekil vermek kadar önemli değil miydi bir tasarımla hayata şekil vermek? Avukat ve ya savcı da olabilirdi. Kaleminin kuvvetli olduğunu söylerdi herkes. O kalemi masum bir kıza tecavüz eden birinin, daha fazla ceza alması için yazdığı iddianamede kullanamaz mıydı?

Bir yılı aşkın bir süredir, saatlerce denizde yüzüp suyun verdiği rahatlatıcı etkiyle kendinden geçmişcesine halinden çıkmış, bilinci son derece açık bir şekilde kumlarda uzanarak güneşin yakıcı sıcaklığında berrak bir zihinle düşünüyor gibi hissediyordu. Sanat hayatın müthiş bir yansımasıydı, eleştirisiydi, aktarımıydı. Birey için de toplum için de nefes kadar gerekli,elzemdi. Kitlelerin birbiriyle iletişmesinin bir yolu birbirini anlamasının vazgeçilmez bir yöntemiydi. Aynı zamanda güzelliğin, estetiğin cismani bir hal alması, hissedilebilir olmasıydı. İnsan gözünün görebileceğinin üzerinde ahenkler ortaya koyabilmekti , bazen ahengin olmadığı yerde anlam bulabilmekti, kimsenin görmediklerini gösterebilmekti. Lakin...İşte bir süredir o "lakin" kafasını kurcalıyordu. Bir mimarın hayatına tiyatro sahnesinde can verebilirdi. Peki ya o mimarın kendi elleriyle çizdiği projesi için rakipleriyle mücadele edip, kabul görerek bütçe bulabilmesi; aylarca inşaat mühendisleriyle ,belediye sorumlularıyla, işçilerle belki de henüz hiçbir yazarın tahayyül edip yazamadığı diyaloglar içinden geçerek direnmesi, belki kendine yakıştırmadığı tavizler vermek zorunda kalması; koca bir ekiple birlikte karşılaştıkları engellerle kah baş edip kah mizahi bir bürokrasi silsilesi ile çözülememesi trajikomikliğini yaşayıp sinirlenmeleri, umutlarını kesip boğaza bakmayan ve havalı olmayan bir sokak meyhanesinde içip hayatlarıyla dalga geçmeleri...Bunlar bir tiyatro sahnesinde tiradıyla parlayan, alkışlarla kutsanan bir oyuncunun yaşadığı hislerden daha mı değersizdi? Bu dünyada sanatçıların aktardıkları hikayelerin gerçek kahramanları ne zaman daha az kaliteli insanlarmış gibi muamele görür olmuştu? Bir muhasebeci gün batımını bir yazar gibi göremeyebilir, onu çeşitli akımlara eserler üretmiş yabancı yazarların alıntılarıyla süsleyerek sadece "edebiyat dünyasına vakıf üst sınıf" insanların anlayabileceği,alt metinlerin alt metinlerinin alt metinleri olan, her kelimenin göndermelerle farklı bir anlama delalet ettiği yüksek derinlikte bir sanatla tasvir edemeyebilirdi. Peki o gün batımına bakıp keyif alması bunu kendine özgü birkaç cümleyle mesai arasında bir iş arkadaşına anlatması, bir ihtimal bir başka gün birkaç kişinin daha o güzelliğin gözüne değmesine sebep olması ve bu süreçte bir yazarın önüne gelse ne yapacağını bilemeyeceği karmaşık hesaplamaları çözümleyerek insanların para kazanmasına evlerine ekmek, çocuklarına oyuncak götürebilmesini sağlayacak ekonomik sistemin işleyişinde bulunması onu sahnedeki bir balerinden daha mı az değerli kılardı? Ne zamandır hikayeleri anlatanlar, aktaranlar hikayeyi gerçekten yaşayanlar hatta o hikayeleri oluşturanlardan üstündü? Yaşar Kemal'i Yaşar Kemal yapan eserlerinin ana kahramanları çoğu okuma yazma bilmeyen pamuk işçileri, köylüler değil miydi misal? Oyuncular bir doktorun hayatını beyaz perdede oynarken hayranlar edinip sokakta imza vermeden yürüyemezken, yaşamı beyaz perdede kutsanan o doktor gerçek hayattaki rolüyle kaç kişinin hayatını kurtarıyor ve hiç alkış almıyordu oysa... İşte tüm bunlar genç kızı ülkesindeki her gencin 18 yaşında yaşadığı kabus sınav hazırlık döneminde bambaşka bir düşünceye itmişti : o artık sadece oynamak istemiyordu. Yaşamak istiyordu. Vicdanlara dokunan hikayeleri yansıtmak yerine, o vicdanlara dokunmak istiyordu. Sadece güzelliği, sempatikliği, yeteneği ile değil bunların yanında zekasıyla, becerisiyle de var olmak istiyordu. Bu yüzden kendi annesinden ve ablasından bile saklayarak çalışmıştı sınava, üstelik hem güzel sanatlar lisesinin normal dışı müfredatına uyum sağlayıp hem Türkiye'nin en büyük yapımlarından birinde önemli bir rolü canlandırarak yapmıştı bunu. Çello dersinden çıkıp trigonometri çalışmış, dizideki set aralarında telefonuna indirdiği uygulamadan edebiyat soruları çözmüştü. Yorgundu, bezmişti tek hayalinin tatil olması gerekiyordu, ama onun tek hayali bir türlü açılmayan lanet olası sayfadaki bir satırı görmekti. Ondan sonra herşey ile baş edebilirdi. Dizideki ağır rolüyle de, ağabeyi rolündeki arkadaşıyla çıkan saçma dedikodularla da, yeterince yoğun değilmiş gibi aralara sıkışan dergi çekimleriyle de, aylardır dolu bir bavulun üstünde zıplar gibi kalbine basa basa tutmaya çalıştığı duygularla da...O satıra ihtiyacı vardı, başardığını görmeye...Tam o anda sayfa açıldı.

BİRİNCİ TERCİHİNİZE YERLEŞTİRİLDİNİZ

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ PSİKOLOJİ BÖLÜMÜ

Gurur...Böyle bir şeymiş demek...Mücadele vermek o mücadeleyi kazanmak için alın teri akıttığın, zorlandığın her saniyenin bir an içinde tüm ehemniyetini yitirmesi...Miray, herkesin ona biçtiği rolün dışına çıkmıştı işte. Bir güzel sanatlar lisesi öğrencisi olarak, ona sonradan sonraya ilginç bir şekilde merak uyandırıcı gelmeye başlayan müzikle benzettiği kaynaştırdığı, ama başlarda hiç aşina olmadığı için ecel terleri döktüren, matematik dersini bile alt etmişti . Uykusundan kısmış, arkadaşlarıyla çok gezip eğlenememişti bir süredir belki. Fakat  ne oyunculuğundan, ne müzik eğitiminden, ne danstan,ne resimden ödün vermiş kendisini bir adım öteye atacak tüm adımları atabilmişti. Mesele kazandığı okul değildi, mesele onu kazanabilmekti. İçinde öyle bir güç hissediyordu ki her şeyi yapabilirdi artık...Hayatında ilk defa bu kadar net bir şekilde hayran olduğu Ata'sının örnek olarak tarif ettiği gençlerden biri gibi hissediyordu. Ilk defa, bir senedir canlandırdığı Hilal karakteri kadar güçlü hissediyordu. O artık hayat sahnesinden seyircilerin arasına inip onların da hikayelerine temas edebilecekti, onlara elini uzatıp destek olabilecekti.

Bir an sadece içindeki hisleri oraya hapsetmek istedi. Kimseyle konuşmak istemiyordu,sadece mutluluğunu yaşamak istiyordu. Bilgisayarını ve telefonunu kapatıp, sevinçle annesi ve ablasının yanına koştu. Yeni mücadelelere girişmeden önce en azından en sevdikleriyle bu haberi paylaşmalıydı. Dünyanın kalanı yarın öğrense de olurdu.

TEMASHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin