Lisenin son yılına kadar ona bir kez bile başka gözle bakmadım. Sınıftakilerin, öğretmenlerin ve hatta kantin çalışanlarının sevgili olduğumuzu düşünmelerine ve sürekli bununla ilgili imalarda bulunmalarına rağmen onu bir arkadaştan fazlası olarak görmedim. Biri sevgili olduğumuzu sandığında ikimiz de kahkahalarla gülerdik hatta. Sonra da bir ağızdan şu cevabı verirdik:

Hayır, biz çok iyi arkadaşız.

Ancak on ikinci sınıfa başladığımızda aramızda bir şeyler değişti. Tıpkı arkadaşlığımızın ilerlemesi gibi bu da kendiliğinden gelişen bir şeydi.

"Berra, kızım tabağındakilere dokunmamışsın bile." dedi teyzem, beni derin düşüncelerimin arasından çekip alarak. Bakışlarımı yakaladığında endişeli bir şekilde devam etti. "Yüzün de bembeyaz olmuş. Neyin var senin bugün böyle?"

Gerçekten de tabağımdakilere hiç dokunmamıştım. Şunu bilmelisiniz, bu benim için çok nadir bir durum. 

Şimdiye kadar hiçbir şey, annemle babamın uzun ve sancılı boşanma süreci dahi, iştahımı kesmeyi başaramamıştı. Aslına bakarsanız ben daha çok bir stres-yiyicisiydim. Strese girdikçe fare gibi mutfak dolaplarının arasında gezinir, yiyecek bir şeyler arardım. Ama bugün içim söyleyemediklerimden dolayı öyle doluydu ki patlayacakmış gibi hissediyordum. Tek lokma yiyecek halim yoktu. İştah kesilmesinin sandığım kadar güzel bir şey olmadığını kabul etmem gerekiyordu.

Çatalımın ucuyla tabağımdaki şüpheli peyniri -rengi oldukça tuhaftı- dürterken aklım şortumun cebinde duran telefondaydı. Çaldığı anda açmak için onu mümkün olduğunca yakınlarda tutmaya çalışıyordu.

Mert'le konuşmaya hevesli olduğumdan değildi elbette. Bunun berbat bir deneyim olacağını gayet iyi biliyordum. Ama her halükarda onunla yüz yüze görüşmekten iyiydi. Mert hiçbir zaman boşa tehdit savurmazdı. Dediğini yapan biriydi, bugün telefonunu açmazsam akşama kapımızın önünde belirmesi işten bile değildi.

"Yok bir şeyim, iyiyim." dedim ikna edici olmaktan son derece uzak bir ses tonuyla. Sesimin daha güçlü çıkması için çabalamıştım. Gerçekten. Ama aklım Mert ve telefonumun ne zaman çalacağı ile ilgili düşüncelerin etrafında dolanıp duruyordu. Bunun dışındaki şeylere pek az efor sarf edebiliyordum.

"Güneş mi çarptı yoksa?" diye araya girdi teyzem. "Sabah çok erken iniyorsunuz sahile, güneşin en zararlı olduğu saatlerde korunmasız kalıyorsunuz."

Yüzünde annemin tıpkısının aynı bir ifade vardı; limon yemiş gibi buruşmuş bir surat ve endişeli bakışlar. Gözlerimi devirdim. Genetik mirasımız falan olmalıydı bu.

"Güneş kremi kullanıyoruz anne." dedi Balım bezgin bir sesle. Bir yandan da tabağına salatalık dolduruyordu.

"Evet," diye katıldım ona. "Hatta benim derimin üzerinde ikinci bir katman oluşmuş olabilir."

Bu sözlerim teyzemi ve Balım'ı güldürürken eniştem muhabbetten tamamen uzak olduğunu belirtmek istercesine gazetesinin sayfasını çevirdi. Gazete okurken öyle odaklanırdı ki etrafında gelişen hiçbir şeyi duymaz veya görmezdi. Ya da belki sadece görmemiş ve duymamış gibi yapıyordu.

Balım'ın bana doğru kaş göz işaretleri yaptığını gördüğümde kaşlarımı çattım. Derdi neydi acaba?

Çatalımı tabağın kenarına bırakıp dikkatimi kuzenime yönelttim ve bana ne söylediğini anlamaya çalıştım. Kafasıyla babasını işaret edip ağzını oynatarak 'sor' dedi.

Neyi soracağımı anlayamadığım için kaşlarımı çattım ve sessizce 'ne' dedim.

Çatalıyla belli belirsiz babasını işaret edip tekrar ağzını oynattı. Bu kez 'sorsana' demişti.

Güzel RuhHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin