Bölüm 9 • "Yanımda kal"

3.4K 144 17
                                    

Benim için yazması zor bir bölüm oldu. Hatta ilk sayfayı yazmam üç gün kadar sürdü diyebilirim. Bölümü sonlara doğru toparlamaya çalıştım ama ne kadar iyi emin değilim, o noktada sizler devreye giriyorsunuz yorumlarınızı bekliyorum. Umarım beğenirsiniz. Keyifli okumalar.

Bölüm Müziği: Broods - Bridges

Ve aydınlık...


Nefes al. Nefes ver.


Ona kadar say ve son cümlesinde dur.


''Ölmene asla izin vermem.''


Kalbinin aklına varan damarlarında dur. Ruhuna fısıldayan nefesine karışıp toz ol. Kendi ruhuna damlayıp, okyanus olmuş sırlarında boğulan adama bir ipucu ol.


Ve aydınlığa açtım gözlerimi. Kendime emir yağdıran bir ben... Komutan bir ben ve ne gülünç ki asker de ben...


Bu gün hepsinden farklı. Her birinden farklı! Farklı şeyler yaşayacağımdan değil... Farklı şeyler hissettiğimden.


Hayatım boyunca kabuslarımın bir lanet gibi üzerime çöktüğünü düşündüm ben. Ama bu kez, ilk kez bir kabusumda umudu hissettim.


Her seferinde kan boğazlarıma kadar dolup nefesimi tüketirken bu kez nefes almıştım ben. Ruhumun boşluklarımdan içeri sızdığını hissetmiştim. Bir kabus, büyülü bir rüyaya dönüşmüştü. Ve ben artık kabuslarımın bir anlamı olduğunu düşünüyorum.


Zamanın kahini, sanki bir şeyler görüp zihnimin arazisine dalıyor ve gözlerinde ki her bir ifadeyi, zihnindeki her bir yaşanmışlığı hayatımdan kabuslara aktarıyor.


Siyah giyinen adamlar, buz gibi silahlar, kan... Hep gördüğüm şeylerdi. Bu kez kabusumun teması daha farklıydı.


Umutsuzluktan doğan umut gibi klasik bir cümle kurabilirim bunun için.


Mütenekkir bir adam, telefon kulübesi, deniz, umut... Sonu belli zaten. Buz gibi bir adam ama yine de içimi ısıtan...


Bu son gördüğüm rüya bir şeylerin algısına varmamı sağlamıştı. En azından bu gördüğüm görüntüleri, kabus diyerek geçiştirmeyecektim. Çünkü bu son olanlardan sonra bunların bir anlamı olduğu bariz açıktı.


Yerimden doğruldum. Odam aydınlanalı çok olduğunu sanmıyordum. Güneş kristalimsi ışıklar yayıyor lakin gri bulutlar adeta savaş içindeydi güneşle. Erken saatlerde kalkmaya alışmıştım şu sıralar. Zira huzursuzluk bir anne gibi her sabah erkenden uyandırıyordu beni.


Banyoya gidip elimi yüzümü yıkadım. Yine soğuk suyla... Hep dediğim gibi soğuk beni kendime getiriyordu. Verdiği her hissiyatta iğneleri bedenime geçiyor ve hücrelerimin her biri işlevlerinin tam anlamıyla farkına varıyor gibiydi. Fakat soğuk tenimi yakacak dereceye geldiğinde oradan uzaklaşmak istiyordum. İşte Baray'ın yaptığı da buydu. Sanki elimi sürsem ona takılı kalacak, yanacaktım.


Havluya yüzümü kurulayıp banyodan çıktım. Kendime, doğru düzgün bir kahvaltı hazırlamak iyi olacaktı.


Yiyecek 'iyi' bir şeyler ayarlayıp kahvaltımı yaptım. En azından dünkü gibi yemeğim zehir olmamıştı. Ve zoraki yenilmiş bir tosttan daha sağlıklı şeyler yemiştim.


Saat daha yeni, yedi olmuştu. Bir saat daha evde oyalanıp atölyeye gitmeyi düşünüyordum. Umut Ağabey ile bugün uzun bir çalışmamız olacağını düşünüyor ve bir ay sonraki yarışmayla alakalı ufak bir toplantı yapacağımızı tahmin ediyordum.


Yaklaşık yarım saatimi mutfağı ve odamı toplamakla geçirdim. Ve sonra kıyafetlerimi giyip evden çıktım.


İstiklal Caddesi... Her gün binlerce insan bu caddede bir şeyler yaşıyordu. Herkes caddenin ihtişamına, bolluğuna o kadar kaptırmıştı ki asıl güzelliğin arka sokaklarında olduğunu bilmiyorlardı. Bu tıpkı betimleme kısmının es geçilen ve diyalogları okunan bir kitap gibiydi. Kitabın en önemli ayrıntıları diyaloglarda değil, o kısımlardaydı.

İKİ GÖLGEWhere stories live. Discover now