Bölüm 4 • "Zindan"

6.1K 223 15
                                    

Bölüm müziği : İmagine Dragons - Dream

Buzdan bir zindanın içerisine hapsolduğumu anladığım andan itibaren çıkış yolumu aramaktan başka bir şey yapmamayı kafama koymuş bir şekilde öylece duruyorum. Her seferinde zindanın buzdan parmaklıklarını elimle kırmaya çalıştıkça soğuk, ellerimi yakıp bu acıyı çaresizlikle katmerliyor ve tüm hissiyatı ruhumun içerisine süzüyordu. Öylece karşımda duran bu, buzdan adamın gözlerine bakıyordum. Ne bir adım atabiliyor, ne bir kelime söyleyebiliyordum. Bakışları ve sözleri buzdan zindana hapsolmuş bedenimin tüm devinimini, durağan bir hale sürüklüyordu.
Gözlerimi yavaşça kapattım. Bu sadece bir refleksti. Onun haricinde halen bir şey yapmamaya - yapamamaya - devam ediyordum. Gözlerimi kapatmamın, ruhumu kendi karanlığımla ısıtacağına inanmıştım fakat galip gelen, karşımda duran adamın kadim kışıydı.
''Benim için bir şeyler yapman gerekiyor.'' Dedi.
Sustum. Diyecek hiçbir şey bulamıyordum. Gırtlağımdan gelen sesi en aza indirgemeye çalışarak yutkundum lakin bunu pek becerebildiğimi sanmıyordum.
Tam bir şeyler söyleyecektim ki adam konuştu. ''Benim için bir şey yapman gerekiyor.'' Dedi işaret parmağını anlayıp anlamadığıma dair sorgulama amacıyla döndürerek.
Konuşacaktım lakin sözlerimi keskin bir buzla kesmiş gibiydi. Tüm çabalarım berhava olmuştu. ''Beni duyuyor musun?'' diye sorduğunda ani bir ruh hali değişikliğine uğrayacağımı hissetmiştim. ''Beni niye kurtardın?'' diye sordum.
''Duyuyormuşsun.'' Dedi sorumu cevapsız bırakarak. ''Sorumu cevapla.'' Dedim. Sesim sakin çıkıyor gibiydi. En azından dışarıdan öyle anlaşılıyor olabilirdi lakin ses tonumun gerisinde derin bir öfke yatıyordu. ''Benim için bir şeyler yap. Sorunu cevaplayayım.'' Dedi.
''Ben senin kölen değilim.'' Diyerek karşılık verdiğimde, anlayışlı bir ifadeyle başını aşağı yukarı salladı. ''Elbetti değilsin.'' Dedi. ''O çöp konteynırının yanına ben değil bir başkası gelmiş olsaydı, bedenin konteynırın yanında değil içinde olacaktı.''
Tam karşı çıkacaktım ki hatta işaret parmağımı ona uzatmıştım ki yine beni kaskatı kesti. ''Bana bir can borçlusun. Ve bunun sende farkındasın.'' Mizahtan yoksun bir ifadeyle güldüm. ''Sen iyilik yaptığın her insanın başına, yaptığın iyiliği kakar mısın?'' diye sordum.
''Şu dünyada doğru düzgün iyilik yapan insan bulursan bana söyle.'' Dedi. ''Başına kakmam bile büyük bir mucize.''
İkimiz arasında oluşan bu diyalog savaşından galip gelemeyeceğimi anladığımda pes ettim. ''Söyle ne istiyorsun?''
Gözleri derinleşti ve bir an düşünür gibi oldu ve sonra sanki bir parça yerine oturmuş gibi gözlerimde durdu gözleri. ''Beni yönlendirmeni.''
''Efendim?'' dedim absürt bir ses tonuyla. ''Şimdilik bu kadarını bilmelisin. Bir süre rehberliğine ihtiyacım olacak.''
Durduğu yerde salça kutusunu devirip, başına bela alan bir kızı nasıl ajan gibi peşine takmaya cesaret edebilirdi anlayamıyordum. ''Bu işten kârlı çıkabileceğine inanıyor musun?''
''Sen sadece çok soru sorma.'' Dedi. ''Ben kalanını halledeceğim.''
''Yapamam.'' Dedim. ''Yapmak zorundasın.'' Dedi.
''Hiçbir nedenim yok. Beni zorlayamazsın.'' Dedim.
''Bana bir can borçlusun.'' Dedi.
''Umurumda değil.'' Dedim. Lakin bu kez sözleri öyle derin bir noktama saplanmıştı ki beni çoktan fethetmişti.
''Birine hayatın boyunca can borcu olmanın azabını nasıl çekeceksin?''
Sustum. Herhangi bir borç bile insanın zihninde, kalbinde bir yerde yapışkan bir leke gibi kalıyorsa, hayatı tekrardan vadeden birine olan bu borç nasıl bedenimden dışarıda kalabilirdi? Bir şekilde onun öldüğünü düşünüp, sözlerinin önemini iyice sapladım en derin noktama ve sonra yine pes ettim. Ona yardım edecektim. En azından bu borcu temizleyene kadar.
''Ne yapmam gerekiyor?''
''Şimdi değil, aptal.'' Dedi. Sonra elini uzatarak telefonumu istedi. Çantamdan bir kalem çıkardım ve tereddütle eline numaramı yazdım. Tuttuğum parmakları biçimli ve güçlü gözüküyordu ve tahmin edebildiğimden daha yumuşak ellere sahipti.
O kadar buz gibi bir ruha sahip birisine nasıl dayanırdı bir beden incinmeden? Anlayamıyordum. Karşımda duran bu adamı çözümleyemiyordum.
Ellerini bırakmadığımı anca fark ettiğim ellerimden çekti ve hafifçe gülümseyerek, eline yazmış olduğum numara baktı. Sonra gözlerini gözlerime dikti. ''Görüşmek üzere, Mehir.'' Dedi. ''En yakın zamanda.''
Ben algılarımı açana kadar o çoktan arkasını dönüp ilerlemeye başlamıştı.
''Hey!'' diye bağırdım. ''Adımı nereden biliyorsun?''
Cevap vermeye tenezzül etmedi ve yavaşça arabasına bindi. Sonra motordan çıkan tiz ses gecenin zifiri sessizliğinde yankılanıp, gözden kayboldu. Belki yıldızların gözlerinden bile...
Ben put kesilmiş bir şekilde öylece arabasının bıraktığı izlere bakar iken omzumda hissettiğim el ile arkamı döndüm.
''Biraz daha geç gelseydin!'' diye bağırdım Eray'a. ''Geldim işte.'' Diye yakındı. ''Sende bugünlerde bir şey var ama çözeceğim.''
''Yok bir şeyim benim.'' Dedim sinirle. ''Eve gideceğim.''
''Tamam.'' Dedi arabasının kilidini açarken. ''Bin arabaya.''
Sonunda babamın kapımın önüne diktiği adama görünmeden eve girebilip kendimi olabildiğince hızlı bir şekilde yatağıma attım. Eray'ın sonu gelmeyen teşekkürlerinden de kurtulduğuma sevinebiliyordum en azından. Tabii beyin damarlarımın içerisine işlemiş olan buz parçasının soğukluğunu hissedene kadar. Bir adam nasıl dondururdu tek bir bakışla tüm işlevlerimi? Tüm düşüncelerimi? Bedenimin ürettiği her maddeyi, her bir eylemi nasıl bir buz kütlesine dönüştürebilirdi?
Onunla ilgili sonu gelmeyen düşüncelerimin içerisinde oluşan bir kelime girdabının ortasına doğru çekildiğimi hissedip, çırpınıyordum. Sonra yine gerçeğe dönüş yapıyorum. Onu düşünmek dondurucu bir denizin diplerine çekilmek gibiydi. Bir o kadar ciğerlerime işleyen buzun şok etkisini yaşayıp ölüme yüzmek gibi ve bir o kadarda onun hudutlarına yüzüp orada nefessiz kalmak gibiydi. Daima acıyla sonlanacak düşünce ikileminin tam ortasındaydım. Asıl kafamı kurcalayan şey ise bende bıraktığı etkiydi. Neden oydu? Neden bende böyle bir etki bırakıyordu? Adını bile bilmediğim birinin etki alanına hapsolmak ne kadar olasıydı?
Gözlerimi kapattım ve damarlarımdan geçen soğuk kanın ısınmaya başladığını hissettim. Derin bir nefes alıp tükenmeye can atan oksijeni geri kazandım. Gecenin yorgunluğunu ve soğukluğunu engellemek adına yorganımın altına girdim. Beni bir itaatkâr gibi emrine almış bu adamı, düşüncelerimin içerisinden çıkartıp zihnimden bir süreliğine def ettim ve uykuya daldım.
Bir melodinin ürkünç çığlıyla gözlerimi açıyorum. Kan ter içinde uykumdan ya da hatırlayamadığım kâbusumdan uyanıyorum. Elim ilk başta telefonuma gidiyor ve ekrana bakmadan telefonumu açıyorum.
''Efendim?''
''Günaydın, aptal.'' Dedi kulaklarımda işittiğim ses. Sesi adeta beni uykulu halimden anlık bir şokla sıyırmıştı.
''Gün aymadı daha.'' Diye yakındım. Sonra tahmin edemeyeceğim bir cümle kurdu ve ağzım adeta açık kalmıştı. ''Karanlığın içinde sıkışmış ruhlar şafak vaktinde uyanır.'' Dedi. Sonra güldüğünü duydum. ''Benimle bir yere gelmen gerek.''
''Bu saatte?''
''Bu saatte.'' Dedi bastırarak. Ses tonundan bıkmış bir tını sezinliyordum. ''Giyinip çıkıyorum.'' Dedim yatağımdan kalkarken. ''Nereye geleyim?''
''Sana adresi yazarım.'' Dedi. ''Çabuk ol.''
''Tamam.'' Dedim diyecek pek bir şey bulamadığımdan. Oda bir şey demedi zaten. Telefonu kapadım ve üzerime basit bir şekilde pantolon ve kazak geçirdim. Siyah parkamı üzerime giyip kapüşonumu başıma geçirdim ve evden çıktım. Bu saatte babamın adamı evimin önünde olmuyordu çünkü onların düşüncelerine göre bu saatte dışarıya çıkmam olası değildi. En azından bu eskiden olsa bana mantıklı gelirdi. Şimdi ise olaylar tamamen farklılaşmış bulunuyordu.
Arabama binip, telefonuma yeni gelmiş mesaja baktım. Adres yazıyordu ve ben içime sinmesede arabamı sürmeye başladım. Kol saatime baktığımda saat 05.02'yi gösteriyordu. Derin bir nefes verdim ve geldiğim noktada arabamı park edebileceğim bir yer bulup arabayı park ettim. Sonrasında arabamdan indim. Gözlerim buzdan adamı arıyordu lakin tam o an da sırtımda bir gölge hissettim ve irkilerek arkamı döndüm. ''Sessiz ve sinsi.'' Diye mırıldandım gözlerimi siyah botlarına dikerek.
''Bunlara alışmalısın.'' Dedi parmağıyla yatay bir daire çizerek. ''Ne yapacağız?'' diye sorduğumda hiçbir şey söylemedi ve yürümeye başladı. ''Adını söylesen bari.'' Diye yakındım. Bu şekilde bu adama ne tür bir sıfat koyabileceğimden emin olamıyor her seferinde dilimin ucuna gelen kelimeleri frenleyip onun zihnine salmaktan zar zor sıyrılıyordum.
''Baray.'' Dedi. Çok sesli değildi. Aslında ürkütücü ve net bir şekilde söylemişti. Alt tarafı ismini söylüyordu lakin ben her cümlesinin altyapısında derin manalar aramaktan kendimi alamıyordum.
Bir süre yürüdük ve bir sokağın başında durduk. Sokağın ilerisi tel örgü bir kapıyla açılıyordu ve yan taraflara ayrılan iki giriş vardı. ''Yürü.'' Dedi eliyle işaret ederek. Sağ ve sola ayrılan sokaklar bir duvarla bitiyor lakin sol taraftaki çıkmaz sokağın içi birkaç çöp konteynırıyla doluydu. ''Tanıdık.'' Diye mırıldandım fakat anlamsızca gözlerime baktığını fark ettiğimde kafamı iki yana salladım. ''Önemli bir şey değil.''
''İki tane adam gelecek.'' Eliyle çöp konteynırlarını işaret etti. ''Ben bu konteynırlarının arkasında olacağım. Sen ise bu sokağın başında olacaksın.'' Sonra tekrardan eliyle işaret etti. ''Ama adamlar sokağın bu başından gelecekler ve tel örgüden geçecekler.''
Kafam karımıştı. ''Ben ne yapacağım?'' diye sorduğumda hafifçe yaklaştı ve parkamın kapüşonunu başıma geçirdi. Bana bu kadar yaklaşması oksijenimi bir anda tüketmeme sebep olmuştu. Hangi ara nefesimi tuttuğumu anlayamadan derin bir nefes verdim o geri çekilirken. Sonra boynundan siyah atkısını çıkardı ve onu da boynuma bağladı. Atkıyı hafifçe tutup burnuma kadar çektiğinde kokusunun üstüne sinmiş olduğunu fark edip o mucizevi güzel kokuyu derin derin burnuma çektim. Anlayamadığım ifadelerle yüzüme bakarken,''Tanınmaman gerek.'' dedi. Ardından yavaşça eğilip fısıldadı.
''Sen benim gizlimsin.''
Bir kez daha nefesimi tutuyordum. İfadesizce söylemişti sözlerini lakin ben ses tonunun ardında bir şeyler arıyordum. Bunu neden yaptığıma dair bir fikrim yoktu ama bende bu derece etki bırakan bu adamın bir özelliği olmalıydı? Neydi? Bunu arıyordum. Hiç konuşmadığında bile bakışlarıyla bedenimi donduran bu adamın, konuştuğunda bende yarattığı etkileri anlatmak için kullandığım her kelime kifayetsiz kalıyordu.
''Birazdan gelirler.'' Dedi düşüncelerimden sıyrılmama sebep olan bir ses tonuyla. ''Yapman gereken onları bu sokağa sokmak.'' Dedi. Sağ taraftaki boş sokağı işaret ederken cebinden bir kulaklık ve tüp çıkardı ve bana uzattı. Kulaklığı kulağıma taktığımda, ''Fısıldaman yeter.'' Dedi. Ardından bana verdiği tüpü işaret etti. ''İşaret verdiğimde sol tarafında hangisi varsa ona sıkacaksın. Sen sadece geldiklerini haber ver.''
''Peki.'' Dedim hızlanmış kalbimi yavaşlatmaya çalışarak. ''Bol şans.'' dedi ve soldaki sokağa girip çöp konteynırlarından birisinin ardına saklandı. Zaten iki dakika sonrasında sokağın başında belli belirsiz iki adam silueti göründü. ''Geldiler.'' Diye fısıldadığımda kulağımda sesini işittim. ''Sakin ol ve onlara doğru yürü.''
Dediğini yaptım. ''Güzel.'' Dedi. ''Bana doğru geliyorlar.'' Dedim tekrar fısıldayarak.
''Öyle bir an tutturki onları şaşırtıp sokağa gir.'' Dedi. Bense emin olamadan bana yaklaşmış olan adamlardan uzaklaşmak için bir anda sokağa daldım. Adamlar sokağa girdiğinde çarpan kalbimin hızını indirgeyemiyordum. Göğüs duvarlarım delinircesine bir baskı vardı adata.
''Mallar nerede?'' diye sordu adamlardan biri.
Kulaklığımda Baray'ın sesini işittim. ''Bekle biraz.'' Dedi ve çöp konteynırının arkasından sessizce çıktı. ''Ben işaret verdiğimde biber gazını sık.'' Diye fısıldadı.
Adamlardan diğeri tekrar sordu. ''Mallar nerede?'' Sesi sabırsız ve öfkeli çıkıyordu. Baray'ın, ''Şimdi.'' Dediğini duyar duymaz cebimde tuttuğum biber gazını hızla soldaki adamın yüzüne sıktım. O sırada Baray diğer adamın ensesine silahının kabzasıyla vurdu ve adam yere yığıldı. Diğer adam acıyla bağırırken Baray aynı şekilde diğer adamı da bayılttı.
Sonra hızlıca nefes verdi. ''İyi iş çıkardın.'' Dedi. ''Bir kahvaltıyı hak ettin.''
Gözlerimi açarak Baray'a bakarken bu rahatlığının sebebini bir yandan da sorguluyordum. ''Az önce iki tane adam bayılttın ve kahvaltıdan bahsediyorsun.''
''Bunlara alışmalısın.'' Dediğinde zaten alışık olduğumu söyleyecektimki son anda dilimin ucuna gelen kelimeleri frenleyebildim. Karanlık işlerle uğraşan babamı ifşa etme niyetinde pek değildim.
''Hadi.'' Dedi. ''Uyanmadan şunları arabama taşıyalım.''
Adamların ikisini de Baray'ın arabasına taşıdıktan sonra ellerini ayaklarını bağlayıp kahvaltı etmeye gitmiştik.
Deniz kenarında bir cafeye girdik ve kahvaltı etmeye başladık. ''Borcumu ödedim mi?'' diye sorduğumda kafasını iki yana salladı. ''Bu daha başlangıç.''
Sıkıntıyla iç çektim. ''Bunu başka birisiyle de yapabilirdin.'' Dedim. ''Neden ben?''
''Bazen bir yabancı seni istediğin her noktaya götürür.'' Dedi. ''Sende benim bulduğum o yabancısın.''
''Seni yüzüstü bırakabilirim.'' Dediğimde güldü.
''Bırakamazsın.''
''Çok eminsin. Bir dayanağın var mı?'' Derin bir nefes çekti içine ve yavaşça bana doğru eğildi.
''Vicdanını öldürmemiş biri, asla birini arkasında bırakamaz.''
Haklıydı. ''Bunu neden yapıyoruz?'' diye sorduğumda gözleri tekrar dondu. Beni yine aynı şekilde kışının içerisine sokmuştu. ''Sen sadece soru sorma. Ben bilmen gerekenleri sana söyleyeceğim.''
''Bir noktada insan kendisini düşünmeli değil mi? Ya zarar görürsem.''
''Merak etme.'' Dedi kahvesinden bir yudum alarak. ''Zarar görmene izin vermem.'' Öyle bir tonla söylemişti ki yine nefesimi tutmuştum. Ben fark etmeden bedenimin işlevlerini kesiyordu ve bu durum beni şaibeli tavırlar içerisine sürüyordu.
Saatime baktım. Saat 08.16'yı gösteriyordu. ''Gitmem gerek.'' Dedim onun şubat ayının soğukluğundan bile soğuk olan gözlerinden kaçmak için. Eliyle hafifçe işaret etti. ''Tekrar görüşmek üzere, Mehir.'' Sesi imalı ve anlayamadığım manalarla doluydu.
''Görüşürüz.'' Dedim yutkunarak. Sesimin doğru düzgün yerinde çıktığından bile emin değildim. Zira bu adam bende zaten doğru düzgün etkiler bırakmıyordu.
Ayaklanıp çıkışa ilerledim. Kapıyı açarken yavaşça başımı çevirip ona baktım. Gözleri sadece gözlerimde takılı kalmıştı. Kolunu masaya dayamış benim anlayamadığım lakin manidar olduğunu hissettiğim bakışlarını üzerime salmış bir şekilde duruyordu. Rüzgar hafifçe esti ve onca kasveti barındıran gökyüzü inledi. Son saliseler içinde olduğum kadim kışından çıkıp basit, rüzgarlı ve yağmurlu bir havayla karşı karşıya kaldım.
Umut ağabey'in yanına gitmek için arabama binip İstiklal Caddesi'nin arka sokaklarına sürdüm arabamı. Vardığımda ise bu soğuk ve kasvetli havayı dağıtan tabelaya baktım. Notaların Aşkı. Birkaç notanın birleşip koca bir aşkı doğurduğunu herkes bilemeyecekti. Bu tabelaya bakan hiç kimse koca bir aşkın sıcaklığını hissedemeyecekti. Zaten bize güzel ve içten gelen şeyler bazen bizi herkesten ayıran o kimsenin bilmediği anlar değil miydi? Örneğin bir iki dostun arasında oluşan o sessizce kıkırdamaları kimse bilemeyecekti. Ya da aynı sırrı paylaşan iki kişinin arasında oluşan o bağı kimse hissedemeyecekti. Tıpkı benim bu tabelaya baktığımda iki aşkın arasında oluşan o anıları anlayabilmem gibi.
Ufak adımlarla içeriye girdiğimde burnumdan içeri girip zihnimi açan kahve kokusuyla karşılaştım. Sonra Umut Ağabey'in takırdayan ayak seslerini duydum. ''Geldin demek.'' Dedi. ''Erkencisin bugün.''
Güldüm. ''Birkaç işim vardı da...'' Birkaç adam bayıltmak ve onları arabaya taşıyıp hiçbir şey olmamış gibi kahvaltı etmek. Tabii bu günlük (!) ritüellerimdendi. ''Sen nasılsın?'' derken elim boynumda ki atkıya gitti ve bu ufak eylemim ortamdaki kahve kokusunu bastırıp onun kokusunu kazıdı zihnime. Atkısı bende kalmıştı ve ben daha yeni fark ediyordum. Bir an bulanıklaşmış görüşümün ve zihnimin dağılıp parçalara ayrılmasına sebep olan şeyin ne olduğunu merak edip kafamı kaldırdım. ''Mehir?''
''Ha? Pardon. Ne dedin?''
''İyiyim dedim. Sen nasılsın? İyi gözükmüyorsun?''
''İyiyim.'' Dedim istemsizce başımı kaşıyarak. ''Biraz yorgunum sadece.''
''Sen dinlen biraz çalışmaya başlarız.'' Dedi ve mutfağa doğru ilerledi. Muhtemelen bana kahve yapacaktı ve şu an sert bir kahveye kesinlikle ihtiyacım vardı. Montumu çıkardım ve unutmamak için atkıyı da kolunun içine soktum. Montumu astıktan sonra masalardan birine oturdum ve Umut ağabey'in kahveleri getirmesini bekledim. Kısa bir süreden sonra elinde iki adet fincanla geldi. Dumanı tüten kahveyi önüme koydu ve kendi kahvesini önüne koymadan bir yudum aldı.
''Sende bir şeyler var.'' Dedi sonra, kahvesini masaya koyarken. ''Yok bir şeyim. Gerçekten. Sadece erken uyandım.''
''Peki madem. Kahveni iç başlayalım. Bir ay kaldı biliyorsun sahne alacaksın.''
''Çabuk geçecek bir zaman dilimi.'' Diye mırıldandığımda kafasını aşağı yukarı salladı. Kahvemden aldığım yudum zaten olmayan uykumu ulaşılmaz hudutlara kaçırmıştı. Acı tat gırtlağımdan aşağıya inerken tüm kahveyi içebileceğimden pekte emin olamıyordum. Kahveyi yarısına kadar içtim ve ayaklandım. ''Başlayalım.''
Birkaç nefes açma ve diyafram egzersizi yaptıktan sonra zorlandığım noktalar üzerinde çalışmalar yaptık. İyice yol kat ettiğimi görebiliyordum. İlk başlarda notalardan habersiz şarkı söyleyen ben şimdi çıkılması zor notalara çıkmaya çalışıyordum ve bunda Umut ağabey'in büyük payı vardı.
Bir ay sonra iyi bir topluluğun önünde şarkı söyleyecektim tabii benden başkaları da vardı ama beğenilirsem iyi şeyler olacağını düşünüyordum.
Tüm egzersizleri yaptık, söyleyebildiğimiz kadar şarkılar söyledik. Üç saatlik bir çalışmanın ardından iki saatte muhabbet ettikten sonra montumu giyinip çıktım.
Sabahın erken saatlerinde kalkmaktan nefret ediyordum çünkü yapacak bir şeyim yoktu. Okula gitmiyordum, işe gitmiyordum, buluşacak arkadaşlarım yoktu.
Geçen yıl liseyi bitirmemle insanlarla tüm ilişkimi koparmış sayılıyordum. Zaten lise dönemim tam bir faciaydı. Dersleri iyi olan inek kız değildim. Normal bir ortalamaya sahip orta derece üniversitelere gidebilecek ve asosyal biriydim. Aslında fazla asosyal sayılmazdım lakin şartlar beni arkadaş edinme konusunda fazla zorluyordu.
Benimle yakından ilgilenmeyen ama uzaktan kolları her yere yetişen babam sayesinde pek arkadaş edinebildiğim söylenemezdi. Eh bende bir süre sonra bıkıp insanlardan uzaklaşmıştım. Babamı seviyor muyum diye sorulsa... Evet diyebilirim. Yeri geldiğinde bana çok güzel hikâyeler anlatıp öğütler verir kendisi ve bu her seferinde ufkumu bir miktarda olsa genişletirdi. Amma velâkin bu beni çoğu şeyden bıktırmadığı anlamına gelmiyordu. Şu an boş boş sokaklarda yürümemin sebebi oydu diyebilirim.
Onunla aramızda hep bir mesafe vardı. Kollarına koşup ''Baba!'' diye sarılmışlığım yoktur ve bu hayatım boyunca içimde bir yara gibi kalmıştır. Annesini hiç tanımamış bir olarak içimde oluşan yaralardan biride budur ve bu en yakıcı olanı. Aslında babamın bana, ''Kızım!'' deyip sarılmasını bende isterdim lakin zaten öz kızı olmadığım için bunu istemiyor da olabilirdi. Yine de ben kendimi bu düşünceden uzak tutmaya çalışıyordum. Bir holding sahibi. Sayılır, sevilir, güvenilir. Lakin karanlığın içinde ki birkaç günahla iç içe olduğunu da biliyordum. Aslında herkes biliyordu ama yine de bir itibarı vardı.
Benden çok fazla kişinin haberi yoktu. Güvendiği birkaç adam ve birkaç arkadaşı dışında... Bana hep, ''Sen yeryüzüne düşmüş gizli bir ay parçasısın.'' Der ve ben bu sözü söylediğinde zor da olsa ona güvenir ve kalbimin o anın etkisiyle ısınmasına izin verirdim.
Görüldüğü gibi pekte iç açıcı bir yaşamım yok. Ne cennetteyim ne cehennemde. Bildiğim tam arafın ortasındayım ve asıl can sıkıcı kısmı bu. Şu hayatta nerede olduğunu veyahut nereye, kime ait olduğunu bilememek kadar can sıkıcı, can yakıcı bir durum yok.
Herkes bir curcunanın içinde cennet ve cehennemden bahsediyor lakin kimse sıkışıp kalacağını düşünmüyor. En kötü kısım aslında arafın içinde olmak.
Sonu gelmeyen dipsiz bir kuyunun içerisine attığım her bir düşünceden sıyrılmama sebep olan şeyde karşıma çıkan bu gri duvardı aslında. Aniden durdum ve başımı iki yana salladım. Geri dönerken sokağın başında oturan yaşlı bir adam gördüm.
''İnsan gözlerini zihnine açmışsa, dünyaya kapar.'' Dedi. Sonra hırıltılı bir şekilde güldü. Ayaklandı, sonra selam verip gitti. Düşündürmüştü. İnsan gözlerini zihnine açmışsa, dünyaya kapar. Bu cümleyi zihnimin bir köşesine kazıdım ve sokaktan çıktım. Aslında en tuhaf an önümüze bakmadan ne olduğunu anlamadan düşündüğümüz zamanlardı. Düşüncelerimizden yansıyan filmi izlemekten gerçeğe dönüş yapamıyorduk.
Beklentiler, hayaller insanı daima yaralayan şeylerdi aslında. Gerçekçi olan insanlara her daim hayran kalmıştım. Ben öyle değildim. Ben hayal dünyamın içerisinde sıkışıp kalmıştım. Çünkü gerçeğe döndüğüm an çok fazla kötülükle karşılaşıyordum. Kan kırmızısıyla, zalimlikle, hırslarla, yalanlarla... Benim hayal dünyam bunlardan çok ayrı noktaya kurulmuştu ve böyle devam ediyordum.
Ayaklarım ağrımaya başlamıştı. Sonunda dayanamayıp arabama ilerledim ve marşa bastım. Islak asfaltın ayaklarımdan kayıp gidişini hissedip direksiyonu gideceğim yöne doğru çevirdim.
Arabayı barın önüne park ettiğimde Eray'ın kapıdan çıktığını gördüm. Saat 17.36'ydı. Buda onun bugünlük çıkış saatiydi. Arkasından bağırdım. ''Hey!''
Eray arkasını döndü ve neşeyle güldü. ''Ooo! Güzellik!''
''Dün biraz sinirliydim.'' Dedim. ''Gönlünü almaya geldim.''
''Bence sen benim gönlümü çoktan aldın.''
''Nedenmiş o?'' diye sorduğumda omuzlarımdan tutup hafifçe sarstı beni.
''Müşterilerimiz ortamı çok beğendi. En çokta canlı müziğimizi. Burayı geliştirmek için yatırım yapacaklar.''
''Vay canına! Çok sevindim.''
''Artık daha çok sevineceksin. Çünkü işe alındın!''
Bir an afalladım. ''Hah! Saçmalıyorsun.''
''Ben saçmalamam tatlım...'' derken duraksadı. ''Hey o da ney?''
Arka tarafımı işaret ediyordu. Arkamı döndüm ve güdüsel olarak bir adım geri çekildim. Sendeleyen bir beden elinde bir silahla bize doğru geliyordu. Ne olduğunu anlayamadan silahını bize doğrulttu ve tam o sırada bir ateş patladı. Sendeleyen beden yere yığılırken gözlerim arkada doğmuş olan buz gibi bir ifadeye kaydı. Bir, bedenin yatışına bakıyordum, bir de bana buz gibi gözlerle bakan adama. Yanıma gelmeye tenezzül bile etmeden bağırdı. Bir kez daha buzdan zindanın içerisine hapsoluşumu cümlesinin manasından çıkarabiliyordum.
''Bana bir can daha borçlusun

İKİ GÖLGEKde žijí příběhy. Začni objevovat