Devil May Love

Par carmenwantsdie

759K 61.6K 76.7K

"Şeytanlar da sevebilir." Park Jimin aşık olduğu çete liderinin hayatını baştan aşağı değiştireceğini bileme... Plus

• Prologue
• One
• Two
• Three
• Four
• Five
• Six
• Seven
• Eight
• Nine
• Ten
• Eleven
• Twelve
• Thirteen
• Fourteen
• Fifteen
• Sixteen
• Seventeen
• Eighteen
• Nineteen
• Twenty
• Twenty One
• Twenty Two
• Twenty Three
• Twenty Four
• Twenty Five
• Twenty Seven
• Twenty Eight
• Twenty Nine
• Thirty
• Thirty One
• Thirty Two
• Thirty Three
• Thirty Four
• Thirty Five
• Thirty Six
• Thirty Seven
• Thirty Eight
• Thirty Nine
• Forty
• Forty One
• Forty Two
• Finale Chapter
• Last Speech

• Twenty Six

16.9K 1.4K 2K
Par carmenwantsdie

26|Şeytanlar da Sever|

Nietzsche, uçurumları sevenin kanatları olmalı, demiş.

Bu, eskiden üzerinde düşünmediğim bir sözdü. Sonucunda insan düşünmeden atlayabilirdi o uçuruma, ancak uçurum da kabul etmeliydi onu.

Uçurum, Jeon Jungkook'tu. Benim kanatlarım yoktu, önceden onları hak edecek bir insan olmamıştım ki, daha sonra da hiç olmadım. Savunmasızdım her şeye rağmen, aptaldım. Dibinde gözüken çiçek vadisi, oranın bir uçurum olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Kanatlarım olmadan, ben bir uçuruma gözüm kapalı yürümüştüm.

Yıllarca tehlikenin kenarlarında gezinirken, kendimi ben itmiştim. Gerçekten de kanatlarım olmalıydı. Çünkü yere çakılan bedenim uyuduğu rüyadan acıyla uyanmıştı. Jungkook'dan önce, benim için kimse yoktu sevdim diyebileceğim.

Ne beni sevdiğini gösterdi, ne de en yakın arkadaşımın ellerimden gidiş şeklini unutturabildi. Gözlerini hırs büremiş, kanlı tahtını seven biriydi. Yanında beni istiyordu evet, ama önemli olan ne olarak istediğiydi. Ben onun ne kölesi, ne de oyuncağıydım. Beni esir tutamaz, tehdit edemez ve hislerimle oynayamazdı. Zira benim gözüm ondan başkasını hiç görmemişti.

Ve her şeye rağmen, yine de söz dinlemiyordu kalbim. Adını haykırıyor, ondan uzaklaştığım her adımda göğsümü dövüyordu.

Küvet, soğuk suyla doluydu. Ayrıca suyun rengi değişmiş, üstümden akan kurumuş kanlar yüzünden kızıla çalmıştı. Aklıma düşen gözler de cabasıydı sanki. Avuç içime aldığım suyu, boynuma doğru çarptım ve orayı hafifçe ovmaya başladım. Bakışlarım boştu, önceden kendi isteğim sayesinde, hiçbir duygumu yansıtmazdım. Ama gerçekten boştu bu sefer. Çünkü ben de boş hissediyordum, sürekli bir şeyler eksik oluyor, asla tamamlanmıyordu.

Neden böyleydim az çok biliyordum. Küçük bir çocuk gibi gittiğim her yerde sevgiyi arıyordum. Ayrıca, elim çoktan kana bulanmıştı. Jungkook'un cehennemine ne de yaraşır bir şeytan olmuştum böyle. Sorun insanları öldürmek değildi, sorun onları öldürdükten sonra hiçbir şey hissetmemekti. Bu da beni, onlardan farklı yapmıyordu.

Aradığım sevgiye gelirsek, Jungkook'un kucağında ya da evinde veya gözlerinde, huzur vardı. Ama sevgi yoktu. Dün gibi hatırlıyordum tiyatroda bana söylediği cümleleri. Şeytanların bile aşık olabileceğini söylemişti, o zaman neden? Neden katran karası kalbinde tek bir his bile yoktu?

Eksikti. Ancak bir şekilde, evime döndüğümde de eksik bir şeyler vardı. Tamamlanmış olmayı beklerdim, sonuçta onlar ailem diyebileceğim tek insanlardı. Jungkook'un karmaşık ve hissiz hallerine alışıktım, aklım onlarda kaldığı içindir demiştim kendime. Ama burada tam hissetmiyordum işte.

Saatlerdir banyodaydım. Jin ağlamış, bağırmış çağırmıştı. Yoongi tek kelime etmese de, onun bana sarılışına karışmış, beni sarmışlardı. Ne bir açıklama yapmıştım ne de tek kelime etmiştim. Sadece banyoya girmiştim, saatlerdir de soğuk suyla kendimi yıkayıp duruyordum.

Niyeyse, içeride de gördüğüm Hoseok'la aklıma sorular düşmüştü. Çünkü Jin ve Yoongi tuhaf tuhaf bakıyordu birbirine. Neden demiştim mesela, Yoongi ve Hoseok bir çeteye sahip oldukları halde neden benim için gelmemişlerdi? Belki de korkuydu bunun cevabı. Ancak neden bir çaba görememiştim onlarda? Jungkook'u seviyor olmak, esir olmamak demek miydi onların gözünde?

Doğrusu incinmiştim, onlarda bir tuhaflık vardı. Çözemediğim türden bir tuhaflık. Ancak beynim o kadar çok ağrıyordu ki.

Nihayet, tamamen durulanıp küvetten çıktım. Saçlarımı kurutup gelişi güzel taradım ve siyah eşofman takımımı giydim. Hafif gelen titreme yüzünden kapüşonu başıma çekmiştim. Odadan ayrılmadan önce, hala yatağın üstünde duran silahla bir süre bakıştım. Ani bir karar, onu alıp belime koymama itmişti beni. Ardından da eşofman üstü büyük olduğundan kolayca gizlemiştim.

Ellerimi cebime koyup, merdivenlerden salına salına indim. Bugün gerçekten sadece oturup boş boş etrafı izlemek istiyordum.

Salonda ki üçlü, hararetle fısıldaşırken içeriye girmemle susmuştu. Bir süre kapının önünde öyle dikilip, tuhaf bakışlarına karşılık versem de gidip Jin'in yanına oturdum. Yerinde dikleşen ve boğazını temizleyen Yoongi dikkatimi ona vermemi sağladı. Ayrıca oldukça sakin, tek düze bir ses tonu kullanıyordu,

"Jimin, sana neler oldu? Yani demek istediğim, o kanlar da neydi öyle ha?"

Duraksadım, soru soruyor olmasına rağmen neden merak yerine tedirginlik vardı ki yüzünde? Rahatsızca kıpırdanan Hoseok'a kaydı gözlerim, oldukça keskin bir şekilde ikisini incelediğim için olabilirdi belki de. Ama yerimde dikleşip, Yoongi'ye eğildiğimde sinirliydim. Bunu en yakın arkadaşım olarak değil, bir çete üyesi olarak soruyordu,

"Neden? Lideriniz yeterince iyi bilgi edinmeyi bilmiyor mu?"

Sorum, ani bir gerginlik ve sessizliğe sebep olmuştu. Jin sessizce sırtımı sıvazlamaya çalıştığında refleks olarak geri çekilmiştim. Tamam, bu istem dışı gerçekleşmişti ancak Jin'e daha sonra açıklardım. Şimdilik gözlerimin hedefi karşımda ki iki sevgiliydi. Yoongi açıklamaya çalışırken onu dikkate almamış, doğruca düşünceli gözüken Hoseok'a yönelmiştim,

"Ya da, şu an da başka insanların arabalarını patlatmakla mı meşgul? Hem de onlar içindeyken."

Hoseok'un gerilen yüzü, Yoongi'nin ürpermesi ve birbirlerine bakmaları keyifle gülmeme sebep oldu.

Normal şartlarda, Kim Namjoon'la bir derdim yoktu benim. Hatta hırsı yüzünden beni öpse bile derdim olmamıştı. Kayalıklarda bana olan desteği gibi etkenler de ona iyi biri gibi yaklaşmamı sağlamıştı. Ama en nihayetinde, o ikisi sadece taht için kavga ediyordu. Ve Namjoon, bu yolda arkadaşım dediğim bir insanı canlı canlı yakmıştı. Arabanın enkazından çıkan parçalar aklıma geldikçe ona kin dolu bir nefret büyüyordu içimde. Jongin'in ölümü asla aklımdan çıkmıyordu, son gülümsemesini unutamıyordum.

Hoseok hem suçluluk hem de sinirle başını eğmiş ve çenesini kasmıştı. Ve o an, sanki Tanrı beni daha fazla sınayabilirmiş gibi açılan dış kapı, üçlünün paniklemesi ve işittiğim ses yerime çiviledi beni. Gözlerim öylece boşlukta asılı kalırken, aralarda bir yerde kalmış öfke resmen bana koşarak geliyordu. Seokjin hızla ayaklanmıştı ama çok geçti,

"Kızarmış tavuk aldım! Tanrım, saatlerce sırada bekledim işkence--"

Gözlerim hala boşlukta asılıydı, ben hariç herkes ayaklanmış, salona girmesiyle duraksayan Taehyung'a bakmıştı. Tanrı şahit içimde daha öncekilere benzemeyen bir öfke ve hayal kırıklığı gün yüzüne çıkmıştı. Ben esir tutulurken, demek ki arkadaşlarımın meşgul olduğu şey buydu.

Başım fazla ağır bir hareketle ona doğru döndü. Oraya dönsem bile, gözlerimi ayaklarında sabit tuttum. Çünkü gözlerim seğirirken, ellerim titriyordu. O bana ihanet etmişti. Arkadaşlığımıza, aşkıma, sırlarıma ve güvenime, tamamiyle bana ihanet etmişti. Affedilir bir yanı yoktu yaptığının, yaptıklarının. Ve onlar, sevdiğim adam bile olsa, esir tutulduğum neredeyse bir ay boyunca onunla mıydı?

Gözlerimiz buluştuğunda, Jin onun kolunu tutmuş, geri götürmeye çalışıyordu. Tek kelime edebilecek kadar güç yoktu üzerimde. Mental açıdan bir çöküş içindeydim, bu da üstüne tuzu gibi olmuştu. Sakince ayaklanıp, onu baştan aşağı süzmeye başladım. Bir değişim aradım, çünkü burada bir Lubi ve iki Baem'in olması imkansızdı. Ve ona usulca adımlarken, aradığım şeyi de bulmuştum.

Jin onun koluna tutunmuş, yüzünde üzgün bir ifadeyle bana bakarken, gözlerimi bir saniye bile Taehyung'un yeni dövmesinden alamıyordum. Çünkü Lubi'nin yılanının üstünde, Baem'in elması vardı. O, bana ihanet ettiği gibi çetesine de ihanet etmişti. Dudaklarım arasında alaylı bir gülüş kendini gösterdi.

Alayla inceledim hepsini. En azından, Seokjin hatasını bilir gibi başını yerden kaldırmıyordu. Ellerim kaşınıyor, daha önce birkaç kez yaptığım şeyi canım çekiyordu. Bu nasıl bir hazdı ki doyumu olmuyordu?

Saniyeler içinde belimde ki silahı çekmiş, Kim Taehyung'un alnına dayamıştım. Jin irkilip, dolu gözleriyle bana bakarken kalbinin sesi neredeyse kulaklarımdaydı. Onu seviyordu, onu hep sevmişti bu yüzden ne yaparsa yapsın kıyamıyordu. Onunla benim aramda ki fark buydu, ben Jungkook'u fiziken bırakabilirdim, ama o Taehyung'u bırakamazdı.

Başımı iki yana sallarken hıçkırıkları doldurdu salonu, Taehyung ise gözlerini bir saniye olsun çekmiyordu benden,

"Ne cürretle? Ne cürretle evime gelir, bana ihanet ettiğin gibi çetene ihanet edersin?"

Taehyung güldü, daha çok acı içinde bir gülüştü. Yoongi ve Jin onu affedebilir, aralarına alabilirdi ama benimle asla, asla eskisi gibi olamazdı o,

"Neden bir an da Lubi'yi savunmaya başladın ki, yoksa sen de mi katıldın çeteye?"

Dudaklarımın kenarı oldukça ağır biçimde havalandı, aynı şekilde de saniyeler içinde eski haline geldi,

"Sizin aksinize, aitlik hissi beni tüketip bitirmiyor. "

Seokjin'in gözleri bir silahta bir ben de dolanıyordu. Onu şuracıkta vurabilirdim, bana neden bile sunmuyordu. İçimde alevlenen bir intikam hissi vardı aylardır, onu Jungkook'la gördüğüm ilk günden beridir. Belki de Jungkook'un gözlerimde gördüğünü iddia ettiği alev buydu, belki de ondan farkım olmadığı gibi, ben de kana susamış bir şeytandım.

Parmaklarım tetiğe ilişti, salonda güzel bir ses çıkarırken Yoongi yanıma gelmiş, ne yaptığımı sorarak bağırmaya başlamıştı. Köşeye sıkıştırılan vahşi bir hayvan, o an kim ya da ne olursa olsun her şeyi tehlike olarak görürdü. Ve benim gözüme de herkes tehlike olarak gözüküyordu, hayvanlar nasıl çareyi saldırmakta buluyordu, ben de öyle hissediyordum. Saldırmak güven ve huzur sağlıyordu.

Bu yüzden, Hoseok, başımın arkasına silah dayadığında içimde ki tüm o birikim patlamıştı. Yoongi bir bana, bir de sevgilisine bağırırken Jin durmaksızın ağlıyordu. Dediğim gibi, köşeye sıkışmış vahşi bir hayvan, saldırırdı.

Başımda ki silah, ellerimi karıncalandırdı. Kimse idrak edemeden, süratle arkamı döndüm ve Hoseok'un karnına tekme atıp afallamasını sağladım. Burada ki en yabancı kişi oydu, karışmaya hakkı yoktu. Daha kendine gelmeden, silah tutuğu eline sıkı bir tekme geçirip, elimde ki silahı ardı ardına yüzüne geçirmiştim. Önceden de öfkeye sahip bir insandım ancak son zamanlarda bu beni tamamen ele geçirir olmuştu. Şikayetçi değildim, iyi hissettiriyordu.

Hoseok'un burnundan ve dudaklarından kan gelirken Yoongi beni omuzlarımdan ittirmiş, onu umursamadan tekrar Taehyung'a dönmüştüm. Silah yeniden yüzündeyken, neredeyse boynumda ki damarların patlayacağı kadar gür bir sesle bağırdım,

"Sana evime ne cürretle girdiğini sordum!"

"Yeter artık!"

Seokjin, beklemediğim bir biçimde, Taehyung onu tutmaya çalışsa da üstü başı dağılmış biçimde ondan kurtulup silahın karşısına geçmişti. Gözlerinden yaşlar boşalıyordu, bu duruma düşmesini istediğim son insandı o ama öfkem bir türlü dinmiyordu,

"Çekil önümden."

Çekilmedi. Başını iki yana salladı ve doğruca bana ilerledi. Tam önümde durduğunda bile gözlerim onda değildi. Kim Taehyung, gözlerinin içinde anlaşılmaz bir burukluk içinde bakıyordu bana. O esnada Jin uzun parmaklarını çeneme getirmiş, ona bakmamı sağlamıştı.

Yüzüne döndüğümde, yakasını kavrayıp tişörtünü aşağı çekiştirdiğini gördüm. Beyaz göğsünün üzeri, Baem simgesiyle kaplıydı. Önce burnumda bir sızı, boğazımda bir düğüm hissettim. İhanet hissi daha ne kadar artabilirdi ki?

Zar zor yutkundum dolan gözlerim eşliğinde. Yokluğumda neler olmuştu böyle.. Dudaklarım arasından alay dolu bir kahkaha kaçtığında bir iki adım gerilemiş, silahı indirip inanmadığımı belli etmek için başımı iki yana sallamıştım. Jin bunu yapacak son insandı, o bir çeteye girecek son insandı,

"Hepsi benim suçum. Taehyung'da çetesine benim için ihanet etti zaten.."

Dudaklarım arasından kaçan kesik kahkaha, uzun soluklu bir tanesine dönüştü. Gözlerim de ki yaşlara zar zor hakim oluyordum. Aitlik hissi demiştim değil mi? Burası benim evim olmaktan, eksikliğimi tamamlamaktan en uzak yerdi,

"Bari küçük çete evinizde fazlalık mıyım? Rahatsızlık verdim mi Seokjin?"

Seokjin dudaklarını büzmüş, itirazlar içinde ağlarken Taehyung elini sımsıkı tutmuştu. Arkamı dönüp, hala inanamayarak gülerken aynı Jin gibi ağlayan Yoongi'ye baktım.

Belki de, Jungkook'un yanından gitmekle en başından hata yapmıştım.

--

Birkaç saat önce, elime sadece telefonumu ve küçük birkaç şeyi alıp, üstümü değiştirdiğim an da çıkmıştım oradan. Nereye gideceğimi bilmiyordum, pek de önemli değildi zaten. O an için istediğim tek şey bebekler gibi ağlamaktı. Ancak yapıma öyle ters düşüyordu ki kendimi, iki çeteye de ait olmayan bir yerde, bir barın önünde bulmuştum.

Hızlıca insanlar arasından sıyrılmış, bar tezgahına ulaşmıştım. Neyse ki evden çıkmadan önce fazlaca dar giyinmiştim zaten. Çareyi dans etmekte bulacağımı biliyordum çünkü. Uzun zamandır da dans etmiyordum, bedenimin fütursuzca sallanmaya ihtiyacı vardı.

Barmen sert bir şeyler koydu önüme ve alır almaz bitirip yenisini istedim. İkinci bardağı da soluksuz tepeme dikerken yanıma oturan bedenle gözümün ucuyla oraya baktım. Jackson'du bu, namı diğer haberci. Barmene küçük bir el işareti verip içkisini almıştı,

"Park Jimin. Sence de biraz hızlı değil misin?"

Üçüncüyü isterken hala dönmeyen başım yüzünden küfür ediyordum, deli gibi kendimdeydim. Kendimde olmak istemiyordum,

"Jackson Wang. Senin de hiçbir yere ait değilmiş gibi hissettiğin oldu mu?"

Güldü. İçkisini içmeden önce birkaç saniye duraksadı ve tamamen bana döndü,

"Neden tarafsızım sanıyorsun."

Bu bir soru değildi, cevabı da gayet açıktı zaten. O dakikadan sonra ikimizde tek kelime etmedik ve ben beşinci bardağa geçerken hala ayıktım. Belki de bağışıklık kazanmıştım, eskisi kadar kolay sarhoş olmuyordum. Jackson'la da herhangi bir samimiyetimiz olmadığı için, bir şey demeden kalktım. Ayağa dikilir dikilmez sendelemem yüzünden saçlarım dağılmış ve yüzümün önüne gelmişti. Bu sersem bir biçimde beni gülümsetti, demek ki sarhoş olmuştum.

İçimde buruk bir neşe vardı. Hüzün de vardı ancak daha çok anlamsız bir neşe. Dans pistine geçip, şarkıyı dinlemeye çalıştım. Neşenin sebebi içki olabilirdi. Keşke sonsuza dek sarhoş olabilseydim.

Ritim bedenimi kavradı, onlarca insan arasında işittiğim tek şey müzik oldu. Nihayet bütün stres ve acıdan kasılmış vücudum gevşedi. Loş ışıkların yanıp söndüğü pistte, ritimle birlikte kalçamı oynatmaya başladım. Uzun zamandır dans etmesem de, hala aynı esneklik ve kıvraklığa sahiptim.

Uzun bir süre pistte, saçlarım sırılsıklam olana kadar sürdü. Anlaşılan içki beni gerçekten mutlu ediyordu ki çevremi saran birkaç kişiye rağmen aklımda en ufak bir şey bile yoktu. Bir şey de hissetmiyordum, istediğim tek şey dans etmekti.

Karnımda süzülen el, aniden çekilmiş ve duyduğum bağırışlara rağmen arkamı dönmemiştim. Şahsen umrumda değildi hiçbir şey, dans etmeye devam ettim sadece. Bedenimi tüketmeye odaklanmıştım ki, oldukça iri bir cüsse sırtıma göğsünü yasladı.

O an kafam ayık ve kendinde olmaktan bir hayli uzaktı. Yine de karnım iki el tarafından sımsıkı sarılıp, boynuma ilişen dudakları tanımıştım. Kokusu anında sarmıştı her yeri, burada ki tüm pis kokulara rağmen. Sıcak dudakları, ilk defa şehvetten uzak, şefkatli öpücükler bırakıyordu.

Burnum anında sızlamış, uzun süredir kendimi tutuyor olmam, kimsenin beni anlamıyor oluşu üzerime çullanmıştı. Ne halde olduğumu gören yoktu. Enkazdan farkım kalmamıştı artık ve ben hala ayakta durmaya çalışıyordum.

Arkamda dikleşip, boyunun uzunluğunu ortaya çıkardığında bir elim usulca boynuna tutundu. Çenesini başıma koydu ve biraz eğilip saçlarımı kokladı gözlerim dolarken. Ardından elleri, ellerime kaydı ve beklemeden çekiştirdi. Adımlarımız üst kata çıkarken, beklediğim aksine herhangi bir odaya yönelmedik. Oysa düşünecelerim hızla o yöne kaymış, ufak bir hayal kırıklığı yaşamıştım.

Bir kat daha çıkıp, sendeleyerek onu takip ederken sessizdim. Çift kanatlı bir kapıya gelene kadar elimi bırakmadı, gürültü ve insanlardan oldukça uzaklaşmıştık. Jungkook kapıyı ittirip, bu sefer bileğimi tuttu. Şaşırmamı sağlayacak bir manzara vardı karşımda. Barın terasına çıkmıştık.

Gözlerim gökyüzünde dolanırken Jungkook'tan kurtulup, terasın demirlerine ilerledim. Oraya geldiğimi de ancak çarpınca anlamıştım zaten. Ufak bir sarsılmayla durdum, soğuk rüzgar tenimi yalayıp tutarken biraz kendime gelmiştim. Ne o konuştu ne ben, demirlerin üzerinde ki geniş taşa oturdum ve dışarıyı izlemeye devam ettim.

Uzun bir sürenin ardından Jungkook yanıma gelmiş, tıpkı benim gibi oturmuştu. Ne yapmam gerektiğini düşünerek geçirdiğim saniyelerde o konuşana kadar konuşmadım. Daha sonra tepkisiz yüzüne bir gülümseme yerleşti,

"Sana en son savaşım asla bitmez dediğimi hatırlıyor musun? Üstlerin ölümüne çok kızan bir ekip var, daha güçlü bir ekip."

Küçük bir kıkırtı bıraktığında ona döndüm. Daha çok, bana kızmasını beklemiştim. Ya da neden aile gibi gördüğü çete üyelerini öldürdüğümü sormasını bekliyordum. Ancak yapmadı, onu öldürmek için gelen oldukça güçlü insanlardan sanki gündelik bir mevzu gibi bahsetmeye başladı.

Kelimelerinin arasından, bana döndüğünde yüzümde gördüğü ifadeyle gülüşü yavaş yavaş soldu ve konuşmayı kesti. Ardından tamamen bana döndü, üzerime biraz daha eğilip gerilerek dikleşmemi sağladı. Gözlerini indirip, dudaklarını birçok kez açıp kapattı. Sürekli oynayan parmaklarına gözlerimi indirdiğim zaman, onların yaralarla kaplı olduğunu fark etmiştim. Kaşlarım çatılırken, içimin sızladığını hissettim.

Beni oldukça köşeye sıkıştıran bir ses tonu ulaştı kulaklarıma. Heyecan veren ama suçlu hissettiren bir kalınlıktaydı. Zorlanıyor gibiydi, oldukça hem de,

"Neden benden kaçtın? Evimizi sevmiyor musun?"

Evimiz.. Bu kelime benim ve onun için değildi, cehennemi ve içinde yaşayanlar içindi. İçim burkuldu bunun hayaliyle, ikimizi içeren cümleler, sadece ikimizi içeren şeyler.. Bunlar sadece hayaldi.

Cevap vermedim. Verecek ne güç ne cesaretim vardı. Gözlerim yaralı parmaklarında dolandı sadece. Sesi ilk başlarda kendini inandırmaya çalışan, kısık bir tonda olsa da giderek yükselmişti. Yüzüme doğru bağırdığında, gözlerim yavaşça kapanmıştı,

"Beni seviyorsun. Seviyorsun değil mi? Neden sırtını dönüp gidiyorsun!?"

Başımı iki yana salladım usulca, onunla yüzleşmek istemiyordum. Anlamasını beklemiyordum çünkü. Kollarımı sımsıkı tutup beni kendine çekti. Yüzlerimiz arasında oldukça kısa bir mesafe varken sertçe sarstığı için gözlerimi araladım. Gözyaşlarım olduğu gibi geri kaçmıştı, bazen bu konuda başarılı olabiliyordum.

Alnını alnıma yasladı ve burunlarımız birbirine dokunurken, bir deli gibi hem gülüp hem de kaşlarını çatıyordu sırayla. Anlamaya çalışıyor gibiydi, dışarıdan bakıldığı zaman içten içe büyük bir karmaşa yaşadığı anlaşılıyordu,

"Neden sadece yanımda kalmıyorsun? Kim seni benim gibi anlayabilir ki?"

Haklıydı, birçok konuda, beni belki de en iyi o anlardı. Ama beni kırıyordu işte, sevginin ne demek olduğunu bilmiyordu ki o. Bilmiyor, anlamıyordu. İstediğim tek şey beni sevmesiydi, oldukça uzun bir süredir..

Başımı iki yana sallarken yutkundum, belki de acımasız davranıyordum ona karşı. Hiçbir şey bilmiyordum işte, bilmiyordum. Sesim beklediğimden de kısık çıktı,

"Aradığım şey sende yok.."

Duraksadı. Kaşları büyük bir hızla çatıldı. Ne demek istediğimi anlamaya çalışıyordu. Ona zahmet vermek istemedim, parmakları gözüme çarptıkça onlara merhem sürme isteğimi bastırdım başımı eğdiğimde,

"Sevginin olmadığı bir kalbe kendimi öylece bırakamam."

Bir an da geri çekildi. Kollarımı bırakıp, sert bir ifadeyle beni süzmeye devam etti. Soğuk yüzünden akan burnumu çektim ve omuz silktim. Bana baktığında gerçekten ifadesizlik görüyor olmalıydı, elimde değildi. Benim ondan tek bir beklentim vardı ama o farkında bile değildi.

Parmaklarımla oynamayı kesip, doğruca gözlerinin içine baktım. İçimde dolup taşan bardağın hiç değilse birazını dökmek amacıyla, biraz da sarhoşluğun cesaretiyle konuştum,

"Ben iki yıldır, çaresizce aşığım sana. Hep seni aradı gözlerim, her sabah, her akşam. Hayatımda ilk defa aşık oldum Jeon Jungkook. İlk ve son defa."

"Benim ilk aşkım sendin.. Ne kadar üzdüğünü, ne kadar kırdığını hiç düşündün mü? Bir kez olsun beni bir köpek gibi bağlarken düşündün mü hiç? Sana aşık olmam, senin oyuncağın olduğum anlamına mı geliyor?"

O an, tek bir damla bile ilişmedi gözlerime. Konuşan, sevgimin yanında gururumdu da. İncinmiş bir kalp, defalarca bıçaklanmış bir sırt ve bolca hayal kırıklığına sahiptim karşısında. Beni daha fazla, hiçbir şey incitemezdi.

Benimle sevgili bile olmamıştı, bu aklıma hep düşürüyordu Taehyung'u. Oldukça tutku dolu bir ilişkiye başlamışlardı onlar. Bana ne bir teklif ne de başka bir şeyle gelmişti. Bana sadece, gelmişti işte. Gelmiş, ihtiyacı olanı almaya çalışmıştı,

"Bana şeytanların da sevebileceğini söyledin. Söylesene Jeon, o zaman neden beni sevmedin? Neden Kim Taehyung'u sevdin de beni sevmedin?"

Öylece bana bakıyordu. Kaşları çatılıydı, yüzü fazla sert ve fazla acımasız görünüyordu dağınık saçları arasında. Jimin, her zaman onun sırtında hayallediği ölümcül kanatların öfkeyle çırpındığını gördü,

"Sen hayatımda gördüğüm en acımasız insansın..."

Dudaklarım arasından çıkan son cümle bile onda bir değişime sebep olamadı. Umutsuzluk çöktü yorgun ve aşık yanıma. Yere oturmuş, ellerini izleyerek pes etmek üzereydi. İçimde dönen o kadar büyük bir karmaşa vardı ki. Buna rağmen, sessizce yerimden kalktım. Bir süre ayakta bekledim, bir şey demesini değil, en azından bir tepki vermesini.

Ancak öylece başını çevirdi ve dışarıyı izlemeye başladı. Dudaklarım arasından hayret dolu, aynı zamanda acı çeken bir nida çıktı. Arkamı döndüm, bu kapıdan böylece çıkarsam, sonsuza dek beni sevmeyeceğini sanırım kendime kanıtlamış olacaktım. Aşık, zavallı Jimin bana sırtını dönmüştü. Köşesine çekilmişti işte.

Kapının kollarını kavradım, kendime çekip açtığımla kapanması bir olmuştu. Jungkook hızlıca arkamda bitmiş, beni kolları arasına hapsederek kapıyı kapatmıştı. Bakışlarım öylece dondu bedenim gibi. Enseme yaslanan kafasıyla hafifçe öne eğmek zorunda kaldım başımı. Aniden yaptığı içinde irkilmiştim,

"Ben hiçbir zaman sevmedim Taehyung'u. Ona hiç aşık olmadım, ya da beni tamamladığını hissetmedim bile."

Sesi boğuk geliyordu, konuşmak için kendini ne kadar zorladığı ortadaydı. Başımı hafifçe döndürdüm ama kendi başını enseme bastırınca öyle kaldım. Gözlerim, engel olmadığım bir biçimde her yerde dolanıyordu. Az önce köşesine çekilen Jimin, şimdi büyük bir hevesle dönmüş merakla bekliyordu onu,

"Doğru, ben sevgi ne bilmem. Öyle büyümedim ki, nereden bilebilirim? Ben hayatım boyunca bir şeytan olarak yetiştirildim."

"Ama sana, şeytanların da sevebileceğini söylerken ciddiydim. Her kelimesi doğruydu."

Kolları usulca kapıdan kaydı, hem soğuk hem de kelimeleri beni titretirken daha önce hiç yapmadığı türden bir şey yaptı. Kolları arasına beni hapsedip, sımsıkı sarıldı. Öyle sıcak ve öyle şefkat doluydu ki sarılması, gözlerim o an dolmaya başladı. Ve ben, kendimi sıkmadım.

Yutkunarak onu dinlemeye devam ettim. Her kelimesinde dudaklarım büzülüyor, içim acıyordu,

"Sana, tuhaf bir biçimde beni tamamladığını söyledim. Neden sadece bana öğretmeyi denemiyorsun ki? Öğret bana Park Jimin, cehennemde yaşıyor bile olsam, öğrenebilirim."

--

Allah seni alsın, ne romantik oldun be Jungkook. Valla kaç gündür zorluyorum bir şey çıkmıyordu, en sonunda bu çıktı wğmdğwödğös

Bence güzel de oldu yani, romantiklik de lazım biraz. EHEHE KALP KUSUYORUM.

VEE DUYURU! ¡

Bölümleri düzenli bir biçimde atmak adına, her kitabıma sınır koyuyorum. Beni mazur görün ve yanlış anlamayın çünkü ara çok açılınca içime sinmiyor. Sizi de bekletmek istemiyorum o yüzden.

Sınır, 200 vote, 150 yorum.

Çabuk geçmeyin lan, sizi seviyorum❤️💜

Continuer la Lecture

Vous Aimerez Aussi

25.4K 2.7K 21
kusur dedigin her bir zerreni operim
182K 16.8K 28
Devasa alevlerden korkmama rağmen aşkınla beni cayır cayır yakman adil değildi. Aşkın güneşten daha sıcak bir etki bırakıyordu fakat belki de ateşe d...
138K 14.3K 36
Kaldır gözlerimdeki şu perdeyi, ışığınla aydınlansın göz bebeklerim.
103K 9.7K 39
Var olmak istemiyorum, beynimi kullanmak istemiyorum. Öleyim artık. Herkes azıcık huzuru hak etmez mi? Ölümü çok görme bana, sevgilim yaşasın sadece...