DEVA

Oleh MehtapSoyuduruCicek

127K 19.5K 1.7K

Galiba daha çocuktuk diye anlatılan yükü bugüne taşınan zaman dilimin kahrı yüreğinde genç bir kadın. Güneşe... Lebih Banyak

Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bölüm 7
Bölüm 8
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bölüm 13
Bölüm 14
Bölüm 15
Bölüm 16
Bölüm 17
Bölüm 18
Bölüm 19
Bölüm 20
Bölüm 21
Bölüm 22
Bölüm 23
Bölüm 24
Bölüm 25
Bölüm 26
Bölüm 27
Bölüm 28
Bölüm 29
Bölüm 30
Bölüm 31
Bölüm 32
Bölüm 33
Bölüm 34
Bölüm 35
Bölüm 36
Bölüm 37
Bölüm 38
Bölüm 39
Bölüm 40
Bölüm 41
Bölüm 42
Bölüm 43
Bölüm 44
Bölüm 45
Bölüm 46
Bölüm 47
Bölüm 48
Bölüm 49
Bölüm 50
Bölüm 51
Bölüm 52
Bölüm 53
Bölüm 54
duyuru
FİNAL
Duyuru
Duyuru
DUYURU

Bölüm 1

8.3K 448 45
Oleh MehtapSoyuduruCicek

Temiz bir sayfa açmak hayata; umulan, her seferinde inançla başlanan, illaki sürdürülen boş bir hevestir. Hayat yasak elmanın yendiği o günden sonra çamura bulaştı ve açılan her temiz sayfaya tüm hızıyla yetişmesi gereken yere giden bir araç o çamuru sıçratır.

Temizlenir canım demeyin. İz kalır!

Şimdi sizinle bir anlaşma yapmak istiyorum. Lütfen bana geçmişle ilgili sorular sormayın. Ben gelecekten söz edeceğim için değil geçmişin de anlatmak istediğim kadarını anlatmak için buradayım.

Özgürlüğüme düşkünümdür de.

Bana yapma denileni yaparım. Yap denilenden kaçarım. Anlat derseniz susarım, sus derseniz anlatırım. Sanırım ne yapacağınızı anladınız. Bana karışmayacaksınız.

Kasım ayının son günleri aralık ayının başlangıcı gibi bir zamandı. Çıktığım şehirde hava günlük güneşlik, vardığım yerde delicesine yağmur yağıyordu. Bir sırt çantasının içine sığacak kadar eşyaya sahiptim. Otobüs terminale yaklaşırken çantamın üstüne katlayıp koyduğum kot montumu, üstümdeki raftan alıp sırtıma giydim. Otobüsten inmek için acele eden bir ben değildim ancak en çok ben acele ediyordum. Varacağım yerde bekleyenlerim çoktu herhalde. Yol boyunca beni arayıp durmuşlar ve illaki demişlerdi ki, kahvaltıya yetiş.

Kahvaltı yapmak benim için olmazsa olmaz değildi aslında. Kahvaltıyı öteleyip başka bir plan yapabilirdim. Aslında beni kahvaltıya bekleyen kimse de yoktu. Bunlar sadece hayaldi ve ben hayalleri gerçeklerden daha çok seviyordum.

Hayallerden gerçeklere geçişin acısı gibisi yok. Acı çekmeyi seviyorum sanmayın, o psikopatlardan değilim ben. Acılı şalgam bile içemem.

Otobüsün garajda durması ve kapılarını açması ile çantamı aldığım gibi otobüsten aşağı attım kendimi. İstikamet tam olarak... İstikamet hissettiğimi yaptığım yerdi. Bir minibüsün muavini şöyle bağırıyordu: "Kahyalar Kahyalar Kahyalar"

Kimdi bu Kahyalar?

Tuhaf bir çekimle... Buna gizemli bir hava katmak istediğimden değil gerçekten Kahyalar ismi çekti beni. Minibüsün muavinin yanına yaklaşıp sordum: "Ne zaman kalkacak?"

Şayet deseydi ki bana iki saat var daha abla o zaman ne işim olurdu benim Kahyalar'da. İki saat falan vaktim yoktu ki benim. Meşgul, yoğun, planları olan biriydim ben. Aklımın estiği yere giden bir serseri olduğumu düşünmeniz beni üzer.

"Hemen kalkacak abla geç!" dedi muavin. Bakın geç dedi. İlk teklif ondan geldi.

Minibüsün, yaramazlarının bulunduğu en arka koltuğa geçtim ve en köşe cam kenarına oturdum. Kahyalar nasıl bir yerdi acaba? Deniz kenarı olsaydı bari. Deniz olmayan yerde yaşayamam ben.

Minibüs sahiden de hemen kalktı. İçinde yedi kadar yolcu. Son anda yanıma pos bıyıklı bir bey oturmasa bu yolculuk sonrası hayallerim aklınızın ucundan bile geçecek gibi olmazdı. Ancak pos bıyıklı beyin en çok da bıyıkları dikkatimi dağıttı. Bu adam o bıyıklarla nasıl yiyip içebilirdi? Karısını, sevgilisini, metresini öperken batmaz mıydı orasına burasına? Ağzımın içine bıyık girince öpüşesim gelmez ki benim. Karısının da gelmiyordu belki. Metresi de ne yapsın, karısı onu öpmüyor diye hayatında olduğu bir adamı reddedecek değil ya.

Kahyalar'da metresi olan erkekler var mıydı? Eğer cepleri para görmüş ise bu erkeklerin kesinlikle metresi olan erkekler vardı. Fakir bir kasaba ise orası karısını çok seven erkekler kaynıyor demekti.

Gözünü sevdiğim parasızlık sen en çok erkeklere müstahaksın.

Adamın bıyıklarına bakıp durdurduğumdan mı bilmem onun da bana bakmaya başlaması tesadüf olamazdı. Beğenmişti belki de beni. Hmm ne de güzel kız demişti kütür kütür.

Latife ediyorum. Pos bıyıklı bey asla benim tipim değildi.

Muavin eski usul bilet paralarını minibüsün içinde topladı. "Para vermeyen kalmasın!" sloganıydı.

Parasını verdim. Sırtımı pos bıyık beye döndüm. Arkadaş aramıyorum. Hatta mümkünse kimse ile bağ kurmadan yaşamıma devam etmek ve öyle de ölmek istiyordum.

Kahyalar merkez ilçeye yaklaşık kırk dakika kadar uzaklıktaydı. Konforlu minibüsümüz süreyi ortalama olarak böyle belirlemişti. Daha sonra yürüyerek, özel araçla vesaire aynı yolu kat ettiğimde süreler elbette ki değişecekti.

İndiğim yerde bir yazıhane, önünde iki taburede oturan yaşlı iki dayı ve az ötede neden orada durduğunu anlamadığım tarım aletleri vardı. Yerler parke taşı, yollar asfalt, binalar az katlı ve seyrekti. Anlamıştım, herkesin herkesi tanıdığı yerlerdendi burası. Muhtemelen bir oteli bile yoktu. Otelde kalmamayı kafaya koymuştum oysa. Konfor düşkünlüğüne yenik düşmeyecektim. Üzerimde japone kollu elbise... Çıkacağım yolculuk için bir elbise çok yanlış bir karardı. Tabureli dayılar bacaklarıma bakıyordu sanki.

"Abla seni almaya gelmediler mi?"

Muavinin sesi ile irkildim. "Gelmediler!" dedim. "Önemli değil bir taksiye binerim."

"Ne taksisi abla?"

Sarı, ticari, taksimetreli... Yazıhanenin önündeki yolda geçip giden arabalardan herhangi biri taksiye benzemiyordu. Zaten toplasam üç dört tane araba geçmemişti zaten.

"Yürürüm!" dedim. Yürümek, bir an evvel hedeflerime varmak, icap ediyorsa en kestirmeden gitmek istiyordum.

"Zeycan Bey'in köşküne gidiyorsanız ben bırakabilirim."

Hayır, efendim Zeycan Bey'in köşküne gitmiyorum. Zeycan diye isim mi olur hem? Sakız markası gibi. Hadi diyelim öyle bir isim oldu neden bey oldu kendisi.

Muavinle muhatap olmaktan kaçınarak düştüm yola. Önce ana yoldan yürüdüm. Yönüm yoktu. Kafama göre. Evler dağınık yerleştirilmişti Kahyalar'da. Sokakta insanlar koşuşturmuyordu. Belli ki kimsenin telaşı da yoktu. Evlerinde işlerinde sakince sürüyorlardı yaşamlarını.

Böyle bir yerde gece kalacak bir dam bulmak zor olsa gerekti. Umudu kesmek olmaz. Yoluma devam ettim. Sırtlarında çantalar ile yürüyen çocuklar gördüm sonra. Yayan çocuklar. Okul yakında olmalıydı. Etrafıma bakındım. Hemen yolun karşısında. Bu çocuklar da karşıdan karşıya geçeceklerdi. Bir başlarına. Tehlikesiz yoldu doğrusu; kuş uçmaz kervan geçmez...

Onlarla birlikte ben de yolun kenarında durdum. Önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa baktım. Onlar öğretti bana bunu, sonra onlar gibi koşarak, koşarken de bağırarak karşıdan karşıya geçtim. Karşıya geçtiğimiz anda bana garip garip bakmaya başladılar.

"Ee siz de aynısını yaptınız," dedim onlara.

"Abla sen kimsin?" diye sordu çocuklardan örgülü saçlı, çenesi çukurlu kız olanı. Sanki göbelek tipli olan oğlanın kardeşiydi bu.

"Ben benim. Siz kimsiniz?"

"Biz de biziz!" dediler hep bir ağızdan kahkahalarla güldüler.

"Siz kardeşsiniz." Göbelek oğlanla örgü saçlı kızı işaret ettim. "Nasıl bildim ama?"

Bilmeme şaşırmamışlardı: "Sana bunu Zeycan Abi söylemiştir," dediler.

Bir Zeycan'dır gidiyordu. Sakız markası isimli herif. "Nerede görecek de söyleyecek o bana bunu?"

"Gelecekmiş, haber salmış babama," dedi çocuklardan biri.

Gelecekmiş henüz gelmemiş. Demek ki neydi evi boştu. O gelene dek belki birkaç gün belki birkaç saat kalacak yer demekti bana. İnsan kış günü herhangi bir yerden böyle bir yere neden gelirdi ki?

Ben neden gelmiştim?

Biraz kırsaldı. Köyden bozma, sözde ilçe ama eskiden olsa adına ancak kasaba denecek yerlerden. Eskiden burası kasabaydı demezler ama. İlçe daha büyük diye her yer büyümeye heves eder. Tıpkı insan gibi.

"Ben önden geldim. Köşkü arıyorum. Nerede bulurum köşkü?"

Çocuklar da tıpkı yazıhanedeki muavin gibi beni Zeycan'ın bir şeysi sanmışlardı. Ya Zeycan'ın bir şeysine benziyordum. Ya da Zeycan'ın bir şeysinin geleceği de önceden haber edilmişti. Daha önceden tanımadıkları biriydi bu mutlaka. Yoksa şuncacık çocuklara kadar beni o sanmaları manasızdı.

Çocuklardan biri güzel güzel tarif etti bana yolu. Sonunda da dedi ki "Yürünmez ama abla yorulursun."

Dümdüz gidecektim. Çaput bağlanmış dilek ağacına kadar. Oradan yukarı dönecektim. Tepeye dek çıkacaktım. Su akacaktı. Üstünden geçecektim. Sonra köşkü görürdüm ama yine de daha yürüyecektim.

"Ne kadar yürürüm tahminen?"

"Yarına anca abla," dedi tarifi yapan çocuk. Bu babasına Zeycan'ın haber ettiği çocuktu. Köşkün bir şeysiydi onlar muhakkak.

Yeniden başladım yürümeye. Çocuklar ardımdan el salladı. Sevmişlerdi beni. Ben de onları. Birinin sorumluluğunu dahi alamam ama uzaktan sevmek ne güzel.

Dümdüz gittim. Tam bir saat. Umudu hiç kesmedim. Mutlaka çaput bağlanmış bir dilek ağacı görecektim. Böyle yerlerde olmazsa olmazdır dilek ağacı. Hiç film de izlememiş değildim ya. Oradan yukarı dönmek ne demek o zaman anladım. Yol ayrımından biri düz devam ediyordu diğeri patika bir yoldu ve tepeye çıkıyordu. Yokuş dikti. Yol, tam olarak yol bile değildi.

Pes etmedim. Boş olduğundan emin olduğum bir ev bulmuşum hiç pes etmek olur muydu? O tepeyi tırmanmak benim tam iki saatimi aldı. Çantamdaki suyu bitirdim. Açlıktan kramplar giren karnımı yatıştırmak için bir paket bisküviyi çimlerin üzerinde otururken bitirdim. İyiden iyiye ıssıza çekmiştim kendimi. Şu yaptıklarımı gören bana deli diyebilir. Deli demenin alınılacak bir tarafı yok. Akıllı demekten daha iyi geliyor bana. Kimse kimseye yok yere akıllı demez. Ya aklından bir umduğu vardır ya da seni aklınla fena, çıkarcı, uyanık olmak gibi bir şeyle itham ediyordur. Deli iyidir. Ne hakaret ne değil. Kıvamında.

Yeniden yola çıktığımda uykum gelmişti doğrusu. Otların arasında bir süre durup uyumayı düşünmedim değil. Uyumadım. Uyumak varacağım rotadan emin olduğumda yapabileceğim bir eylem olabilirdi belki.

Belki... Daha ne kadar yürüyeceğimi asla bilemeden dilek ağacı arkamda kalacak şekilde tepeyi tırmandım. Yükseğe çıktıkça ağacı görmemeye başladım. Yol ise hiç bitmeyecek gibiydi. Arada bir iki kez daha mola vermek zorunda kaldım. Sonunda incecik akan suyu gördüm. Doğru yolda olduğumu anlamama yardımcı olan suyun üzerinden atladım. Çocuklar beni yanıltmadı ise köşke çok yaklaşmıştım. Güneşin batmak üzere olduğunu gördüm. Yaklaşık sabah dokuz gibi çıktığım yol güneş batmak üzereyken bittiğini haber verdi. Köşkü gördüm. Sadece köşkü gördüğümde yürüdüğüm yol bugün hatırladığım kadarıyla beş kilometre kadardı.

Köşk, tarihi bir bina değildi. Benim bildiğim köşkler sonradan restore edilse bile yapıldığı dönemin mimarisini bizzat yansıtan ada evleriydi. Ancak burası modern mimari ile inşa edilmiş bir villaydı. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili tam tepede konumlanmış etrafı ormanlık alan, arka manzarası çok uzakta olmasına rağmen olduğu gibi denizi gören efsane bir villaydı hem de. Belli ki kasaba halkı köşk demeyi tercih etmişti buraya.

Ha gayret kızım deyip o beş kilometreyi de tamamladıktan sonra etrafındaki duvarların üzerinde jiletli teller olacağı aklımın ucundan bile geçmediği için küfrettim kendime. Kale kapısı gibi demirden yapılan devasa kapıyı maharetli ellerimle açmak ise imkansıza da yakındı. Üstelik çantamda bir bisküvi paketim daha vardı. Yedek suyum bile yoktu. Ancak kredi kartım vardı. Çantamı indirdim. Kredi kartı her kapıyı açar. Hem de limiti olmasa bile.

Kredi kartını kapı arasına taktım. İleri geri iler geri bastırırken ara sıra da kapıyı kendime çektim. Adi kapı kilitli değildi. Beni hiç zorlamadan açıldı. Boş bir ev neden kilitlenmez? Çünkü boş değildir.

Çantamı sırtladım. Açılan kapıdan içeri girdim. Bir köpek, Fransız buldoğu cinsi havlayarak bana doğru koşmaya başladı. Köpeklerle aram iyidir esasen ancak bunun ikna edilir halde olmadığı açıktı. Kaçmaya çalışsam yakalanırdım da o birkaç saniyelik süre içinde bir adamın sesi çınladı avluda: "Cesur, dur oğlum!"

Cesur durdu. Sihirli bir değnek değmiş de onu dondurmuş gibiydi hali... İtaatkar köpekler en sevdiğim.

O anı bu kadar rahat yaşamadım. Nefes nefeseydim. Tüm gün yürüdüğüm için hali hazırda perişan ve yorgun. Korkudan gözlerim irileşmiş ve hayal kırıklığı iliklerimdeydi. Ev boş değildi.

Cesuru durduran adam yaşlıcaydı. "Kusura bakma kızım," dedi. "Köpektir işte." Sadece başımı salladım. "Dur sana su vereyim."

Cesur, dizlerinin üzerinde yüz üstü yatıyordu. Bir anda bu kadar uslanması... Bir anda adamın tavrı, babacan ama boynu bükük mazlum duruşu bu evin sahibinin o olmadığını düşündürdü bana.

"Zeycan'a bakmıştım!" dedim.

Zeycan Bey dersem samimiyet yitik kalırdı. Onun bir şeyi havası yaratırsam zaten geceye dönen vakitte başımı sokacak bir yer bulabilirim diye düşündüm. Çünkü köşkün boş olduğundan emin olduğum için tüm gün yürümüştüm. Bir şekilde girerim demiştim, ilk kez anahtarı olmayan eve girmiyordum nasılsa. Fakat içeride birilerinin olduğu evlere girmek her zaman biraz sıkıntılı olmuştur.

"Siz neyi oluyordunuz?"

Kızı... Yeğeni... Kuzeni... Tanınması mümkün olmayacak biri, asker arkadaşı...

"Çok affedersiniz hanımefendi, Zeycan Bey aramıştı beni nişanlımla birlikte geleceğiz demişti. Kendisi nerede?"

"Kendisi..." Biraz düşünürsem. "Acil bir toplantı çıkınca sen git eve yerleş ben gelirim," dedi.

"Bu kadar erken beklemiyorduk, şaşkınlığımız bu yüzden. Buyurun lütfen. Valiziniz nerede? Arabada mı? Arabayı dışarıdan hemen garaja alırım ben şimdi."

"Arabayla gelmedim," dedim. "Bende trafik korkusu var da."

"Trafik korkusu..." Yaşlı adam inanmış gibi görünüyordu. Valizime dair sorusunu da tekrarlamadı. Bana yol açarak eve doğru yürüdü. Burası işte müstakbel kocamın köşküydü.

"Buralar Zeycan Bey, gitti mi bana emanettir? Etrafını kollarım. Atlara bakarım."

Atlar zenginlik alametiydi. Bir gece kalsam gerisingeri o yolu yürümek. Bu zengin adam eve nişanlısından evvel bir nişanlı geldiğini duydu mu tüm foyam çıkardı ortalığa.

"Yazları bahçeyi Zeycan Bey gelsin gelmesin cennet gibi yaparım. Eh evin içi tozlu biraz. Dedim ya bu kadar erken beklemiyorduk, hanımı temizliğe getirmedim. Yarın getiririm temizler her yeri."

"Lüzum yok," dedim. Daha fazla insana ifşa olmamak için. "Ben temizlik yapmayı çok severim." Zengin adamla evleneceğim ama bayılırım kendime eziyet etmeye. En büyük hobim canım çıkana dek temizlik yapmaktır.

"Yemeğinizi pişirirdi."

"Lüzum yok dedim ya hallederim ben."

"Peki madem," deyiverdi adam. Israr yoktu.

Varendadan geçtik eve. Doğrudan salona. Evin dışındaki ihtişam içeride vardı diyemem. Eski püskü mobilyalar. Hem de öyle eskiydi ki benim evden aşağı kalır yanı yoktu. Üstlerini örtmüşlerdi bir de korumak istercesine. Salondan mutfağa bir kapı açılıyordu. Ahşap cilalı mutfak dolaplarının kapak terazileri bozulmuştu. Bazı kapakların kulpları yoktu. Mermerde yer yer beyazlamış kısımlar vardı.

"Yatak odaları üst katta mı?"

Adam şaşırdı. "Söylemedi mi Zeycan Bey? O üst katı kullanmaz."

"Neden?"

"Hatıralara saygısından." Hangi hatıralara... "Bu katta kendi kaldığı oda var. Ben size göstereyim."

Mutfağın hemen yanında merdiven altına denk geliyordu. Başını eğerek giriyordun içeri. Böyle bir köşküm olsa ne demeye hatıralara saygı vesaire deyip de kendimi şu kümes kadar odaya hapsedecektim ki...

"Ben size yiyecek bir şeyler getireyim," dedi adam ben Zeycan'ın odasına bakakalmışken. "Bu arada adım Sami." Elini mi sıkmam gerekiyor diye anlamak için arkamı döndüm. Elini uzatmış değildi. Adımı söylemem gerekiyordu herhalde. Zeycan'ın nişanlısının adı olsa ne olurdu? Falım. Yok falım olmazdı. Azcık eski bir isim. Malum eski eşyalara, hatıralara düşkün bir adamdı bu Zeycan.

"Mihri," dedim. Eski iş arkadaşımın annesinin adıydı. Mihriban'dı sanırım gerçek adı d Mihri diyorlardı. Eski moda giyinen çok tuhaf bir kadındı. Eskiye düşkünlüğünden cep telefonu kullanmazdı. Saçlarına perma yaptırırdı. Mihriban, Zeycan'a uygundu ama Mihri biraz yalan olmuştu.

"Memnun oldum hanımefendi. Ben yemek işini ayarlar ayarlamaz dönerim. Siz keyfinize bakın?"

Bu evde mi?

Sami çabuk getirdi yemeğimi. Kızarmış tavuk, sebzeli bulgur pilavı, salata. Nasıl da acıkmıştım. Hepsini sildim süpürdüm. Yemeği nereden getirdin diye bile sormadım. Adamcağız biraz çekingence bıraktı yemeği. Sabaha geleceğini söyledi. O tüm gün yürüdüğüm yolu dört tekerlekli ATV motoru ile gitmiş geri gelmişti. Şimdi tekrar gelecekti. Hem sobamı da yakmıştı bir ihtiyacım olursa numarasını da bırakmıştı. Git dedim bey amca, benim senle işim yok. Bir Zeycan'ın geleceği vakti öğrensem de ona göre toz olsam yetecekti de o an öğrenemedim.

Evin ısınma sistemi kömür sobasıyla yapılıyordu. Salonun ortasında kömür sobası gümüldeyerek yanıyordu.

Evi merakımdan gezerdim de yorgunluktan yemekten sonra üzerime bir battaniye alıp salonda uyudum kaldım.

Uyandığımda Cesur havlıyordu. Biri gelmişti. Panikle kalktım. Salonun verandaya açılan kapısının perdesini araladım. Sami gelmişti motoru ile. Arkasına da karısını bindirmiş. Kadının elinde torbalar. Bana yiyecek bir şeyler taşımışlardı besbelli. Cesur zıplayıp duruyordu sevincinden. Battaniyeyi kucakladım ve Zeycan'ın odasına attım. Evde bir tane fotoğraf olsa Zeycan'ı da görmek isterdim ki gelirce pencere ardından görüp toz olabileyim ama Zeycan'dan iz yoktu. Herif beni evinde yasadışı yollarla kalan bir göçmen gibi görmedikçe onu bir şekilde bu eve mecbur olduğuma ikna edecek kadar ajitasyon yapabilirdim. Bir de fotoğrafı olsa dış görünüşünden karakter analizi yapabilirdim.

Hayat bana bu fırsatı tanımadı.

Sami'nin karısı ilk anda göbek yağlarından da anlayabileceğim şekliyle yemeye içmeye düşkün bir kadındı. Sıcak bazlamalar yapmış, koşup götürelim gelin hanıma demiş Sami'ye. Eh be kadın, benim geline benzeyen bir halim mi var diyemedim. Muhtemelen uykudan uyanmış ebleh bir surat, kıvırcık olmalarından mütevellit çokça karışmış saçlar. Düzleştiricimi giderken yanıma almazsam olacağı bu. Ödem topladığı için kocaman olmuş dudaklar. Şişmiş göz kapakları.

Karısının adı da Eser'di. Adı gibi esip geçmişti evin içinde. Ne ara toparlamıştı ortalığı, temizlemişti anlamamıştım bile. Eli çabuk ve maharetli kadındı fakat benim bir gün önce yok ben yaparım itirazım bir evin hanımı olarak bu karı kocaya niye sökmemişti bilmem. Biraz yardım ettim Eser'e. Ee bir gece de olsa misafir olmuştum evde temizlememek olmazdı. Sonra da yağan yağmura karşı verandada kahve içtik Eser'le. Kırk yedi yaşındaydı. Okula giderken bana burayı tarif eden çocuğun da anası. O en küçükleriydi. Yeni gelin almış, oğlunu evlendirmişti. Torunu bile olurdu yakında. İştahlı iştahlı anlatıyordu hayatına, elin kadını demeden bana. Cesur, ayağımızın dibine uzanmış uyukluyordu. Sami sürekli bir işler peşindeydi. Atların olduğunu tahmin ettiğim yere girip çıkıyordu. Muhtemelen bir ahırdı ama uzaktan bakımlı bir kulübeye benziyordu.

Bahçede ayva ağaçları dışında portakal, nar ve mandalina ağaçları da vardı. Meyveleri öyle bol bol değildiyse de kimsenin yaşamadığı bir evin bahçesi için fazlaca hayat dolu göstermişti buraları.

"Zeycan Bey, sıhhatliyken buralar öyle cıvıl cıvıldı ki..."

Sıhhatsiz miydi? Sıhhatsizdi de ne demeye evlenmeye kalkıyor, gencecik kızın yani benim başımı yakıyordu. Eser'e kaşlarımı çatarak bakınca benim şaşkınlığımı anlayıp güldü.

"Büyük Zeycan Bey'i diyorum. Tanıştırmıştır sizi mutlaka Zeycan Bey." Bu kadar Zeycan bayacaktı beni. Hepsi de Bey'di mübarek. "Biz burada rahmetli hanımım varken aile gibiydik."

Büyük Zeycan'ın karısı ölmüş, kendisi de hastalanmıştı. Kanser falandı herhalde. Onun hatıraları var diye de torun Zeycan üst kata çıkmıyordu. Torun ya da oğlu. Bazıları oğluna da kendi adını veriyordu. Güzel bir admış gibi... Adamın evinde yatmımştım, arkasından kötü düşünmek, kötü konuşmak olmazdı. Adı da ne güzeldi yahu, duyduğum en hoş isimdi şimdi.

"Ne zaman ölmüştü?" Bir nişanlı büyükanne ya da kayınvalidesinin ölüm tarihini birebir bilmek zorunda değildi.

"Çok oldu. Zeycan Bey çocuktu daha. Aha şuncağızdı."

Şuncağız, eliyle işaret ettiği bir yükseklikti. Neyi gösteriyordu hiçbir fikrim yoktu. Gösterdiği yükseklik kaç yaşları kast ediyordu acaba? Anlasam da bir şey değişmeyecek Zeycan kaç yaşında bilmiyordum ki.

"Yirmi seneyi geçti herhalde..." Dudağını şöyle bir büktü Eser. Ahırdan sarı çizmeleri ile çıkan kocasına seslendi. "Sami, rahmetli hanımın ölüm tarihini hatırlıyor musun? Yirmi sene oldu değil mi?"

"Yirmi sene olur mu hanım? On sene anca?"

"Yok canım ne eden, bizim Hüseyin memedeydi daha."

"Sen beş yaşına kadar emzirdiydin de ondan."

"Sen de hele Zeycan Bey kaç yaşlarındaydı o zaman?"

"Genç delikanlıydı Eser. Ergenlik zamanı, bıyıkları vardı."

"Yav, git Sami. Sen ihtiyarlamışsın."

"Benden iyi mi bileceksin canım? Arayıp sordurma şimdi."

"Heh, bir de ara sor. Adamın acil toplantısı çıkmış sana nenesi öldüğünde kaç yaşında olduğunu deyiversin."

"Ben onu bunu bilmem. Taş çatlasın on beş sene olmuştur. Zeycan Bey'im de on beş yaşındaydı ancak."

Son sözünü giyip, el arabasında hayvan pisliklerini dökmeye doğru dış kapıya ilerledi Sami.

"Siz buna bakmayın Mihri Hanım. Zeycan Bey'im doğduğunda ben daha on beşimde yoktum. Bunun hesap tümden yanlış."

Kırk yedi yaşında kadın on beşinde yoktu Zeycan doğdu. O zaman Zeycan otuz iki yaşındaydı. Ee kocasına göre de otuz yaşındaydı. İki senenin hesabı için ölüm vakti için on yıl farkı nasıl çıkarıyordu bu iki inatçı?

Üstelemedim. Zeycan, tam malın gözü olacak yaştaydı. Otuz altı, kırk beş üstü kandırılmaya en müsait erkek yaşıdır. Bu diğer aralıkta gözleri açılır onların. Zaten nişanlısı ile geleceğinden kandırma ihtimalim daha da düşüyordu. Kadın milleti bir başka kadına karşı uyanık olurlar. Gözlerini dört açarlar.

"Üç aşağı beş yukarı anladım gibi," deyip kapatmaya çalıştım bahsi.

"Rahmetli hanımım, sizden iyi olmasın, çok kalender insandı. Bir gün incitmedi beni. Ben daha iki günlük gelindim buraya hizmet etmeye getirildiğimde. O zaman çocukları evlenmiş barklanmış bir edi bir büdü yaşarlardı. Yaz tatili ve kış tatillerinde bir tek Zeycan Bey gelirdi. Diğer kuzenler falan bayramdan bayrama ancak. Sonra bayramlarda da gelmez oldular. Onlarla da tanıştınız mı nişanda?"

"Evet."

"Ben görmeyeli on sene oluyordur. Rahmetli öldüğünde gelmişlerdi en son."

Anlamıştım rahmetli, hakkın rahmetine kavuşalı kesinlikle yirmi sene geçmemişti. O gün herkes oradaydı ama hiç kimse takvimine işaretlememişti. Benim döngü takvimim gibi unutulmuş ve geç kalınmış günler sıraya giriyordu Eser'in yaşamında.

"Zeycan pek ailesinden bahsetmez."

Erkekler ailelerinden bahsetmeyi sevmezler. Bunu bana hayat tecrübem öğretti. Erkekler sır vermekten çok korkarlar. Aleyhine delil sayarlar her türlü cümleyi ve susarlar. Zeycan'ın da bu tiplerden farklı olmadığına emindim. Bu açıdan daha fazla şey öğrenmek niyetine girdim. Bana ne Zeycan'dan, elimde o geldiğinde kaçacak fırsatı bulamazsam yeterli bilgi bulunsun ki ne yapacağımı bileyim istiyordum.

"Tanırsınız hepsini canım evlenince!"

Üstünkörü bir tavır. Benden daha fazlasını bekliyordu daha fazlasını vermemek için. Acaba kayınvalidemin adı neydi? Bu ev onun baba evi miydi, kaynana evi mi daha onu bile bilmiyordum ki. Pot kırmamaya çalışarak yüzeysel cümleler kurarak bu işi halledebileceğini düşündüm.

"Kayınvalidem ile de aramız iyi sayılmaz."

Eser'in ifadesinden anlamaya çalıştım yanlış bir şey mi söyledim? Gıdısı daha bir sarktı, gözleri kısıldı, kaşları çatıldı.

"Nişandan evvel biz şey duyduyduk..." Eyvah, dedim yanlış yerden girdim. "Sezen Hanım'ın doktor arkadaşının kızıymışsınız diye..."

Sezen Hanım, Zeycan'ın annesi, doktor arkadaş ise benim annem... Bu kadarını anlamıştım. Gerçek nişanlı buraya gelince saçımı başımı yolmasa bari. Polisi arayacak kadar öfkelendirmesem onları... Ağlarsam halledebilir miydim acaba? Ağlayan kadınlara acıyan on milyon insan var yeryüzünde. Birine denk gelmiş olma ihtimalim yüksektir değil mi?

"Annemle yakın arkadaşlar ama işte biz anlaşamadık gitti."

Eser, başını olumlu anlamda salladı. Hak vermişti bana. "Kayınvalideler oğullarına düşkün olur. Öyle olunca da kıskanırlar gelini. Zeycan da tek çocuk. Annesi daha bir düşkünse demek... Gerçi çocukken çok ihmal ederlerdi. Yurtdışı seminerleri, yurt içi sempoz bir şeyleri." Sempozyum demek istiyordu. Canım benim ne kadar candan insandı. "Kendi kendine uyur, kendi kendine uyanırdı ufacık çocukken. Şimdi kıymete bindi zahir oğlu. Ee elden gidiyor. Tutuştu paçaları."

Çok yoğun annenin oğlu olan Zeycan, sevgiyi büyükanne ve dedesinin evinde bulmuştu. Bu eski eve de böylece fazlaca bağlanmıştı. Kimsenin uğramadığı evde hali hazırda yaşayan ama belli ki bir ayağı çukurda dedesinin hatıralarını yaşatmaya çalışıyordu. Atlarına, bahçesine, köşküne baktırıyordu. Dedesi bir gün iyileşirse buraları eski halinde görsün diye.

Bunları sonradan Zeycan da anlatacaktı ama o gün anlamıştım ben zaten Zeycan'dan bana zarar gelmeyecekti. Müşkül durumda olduğumu, başımı sokacak bir yer aradığımı, köşkün boş olduğunu köylülerden duyduğumu söyleyecektim. Mutlaka ağlayacaktım. O da kıyamayacak bana yol verecekti. Hadi bakalım diyecekti, yediğin içtiğin senin olsun var git yoluna. Ben de sloganımı atacaktım: "Padişahım çok yaşa!"

Tam olarak böyle olmadı.

Kömür sobalı evde geceler biraz serin oluyordu. Serin havada uyumak gibisi yoktur. Severim kısaca. Derin, sancısız, kendi evimdeymiş gibi keyifli bir uyku çektim. Cesur'un havlama sesine uyandım. Acele etmedim. Kollarımı açtım, gerindim. Yavaşça toparlandım. Sami ile Eser bana kahvaltı getirmişti. Kahvaltıdan sonra yürüyüşe der, çantamı da sırtlar ortadan kaybolurdum. Belki yoldan bir araba bulurdum otostopla, nereye gidiyorsa ben de oraya giderdim.

Koltuğumdan kalktım. Battaniyeyi kucakladım. Verandada ayak seslerini duydum. Sami ile Eser didişmiyorlardı. Birbirleriyle konuşmuyorlardı. Susuyorlardı. Saçma geldi bu bana. Onlar susmazdı. Aklıma gelen doğru olan mı derken verandaya açılan kapı sürgüsü iki yana doğru çekildi. Yabancı bir adam doğrudan bana bakıyordu. 

Lanjutkan Membaca

Kamu Akan Menyukai Ini

380K 5.8K 19
Çocukluktan beri Karan Avcıoğlu'na karşı hisleri olan Efsun Alakurt'un hikayesidir. Sevdiği adamla birlikte olduklarından sonra her şeyin farklı ola...
3.5M 127K 71
Berdel'e kurban gitmiştim. Hiç tanımadığım, bilmediğim bir adamla evlendiriliyordum... "1 yıl, sadece 1 yıl sonra burdan herkesin seni bir ölü olarak...
641K 12.6K 21
༺༻ Bütün hakları saklıdır "Ben geldim" Gülümseyerek ve son harfi uzatarak kurduğum cümle ile o da gülümsedi. Sandalyesini biraz masadan geri çekti...
4.6K 475 18
Şeyh Efendi! Şimdi sana bir hikaye anlatacağım. Bu hikayede, insan elinin henüz tam olarak kirletemediği bir doğa vardır; at arabalarının tozuttuğu y...