ESVED

By Mihr_i

2.7M 132K 11.9K

Esved; Karanlıkla sarılmış bir adam.... Lumina; Işığın içindeki parıltılar kadar saf bir kadın.. Hak etmediği... More

ESVED
1. Lumina
2. İhtimaller
3. Rüya~
4.Kural~
5. Ben sana dayanamam~
6. Geçmiş~
7. Geçmiş~devam~
8. Zaman~
9. Çocuk~
10. Tefavuk~
11. Uyanmak~
12. Hatırla~
Adam~
13. Öpücük~
14. Söz~
15. Olur Mu?~
16. Maral~
17. Olmaz mıydı? ~
18. Aşık~
19. Seni bir aşk sarıyor~
20. Mutluluktan~
21. Aslan~
22. Kardeş~
23. Allah'ın emri ile~
24. Ağabey~
25. Bebek~
26. En Kısa Zamanda~
27. Mühürlü~
28. Sürpriz~
29. Esved~
30. Menekşe~
31. Mutlu, Mesut~
32. Bahar ~
33. Kalp Kıpırtıları~
34. Vuslat~
35. Vuslat/2 ~
36. Vuslat/3 ~
37. Hüküm ~
38. Hatırlamak/Yeniden~
39. Sonun Başlangıcı~
40. Geçmiş Zaman Olur ki~
41. Geçmiş,bugüne açılan bir penceredir~
42. Osmanlı Tokadı~
43. Sevda~
44. Doğmak~
45. Dilenci~
46. Aşık/Maşuk
47. Kuyu~
48. Kader~
49. Kırılma~
50. Efsun~
51. Zifiri~
52. Kayboluş/1
53. Kayboluş/2
54. Kayboluş/3
55. Mahşer
56. Final/Bölüm:1
57.Final\Bölüm:2
58.Final\Bölüm:3
59. Final\4.Bölüm
60. ~SON~
AŞK'IN MANSUR HALİ / Bölüm: 1
AŞK'IN MANSUR HALİ / Bölüm:2
AŞKIN MANSUR HALİ / Bölüm: 3
AŞKIN MANSUR HALİ / Bölüm:4
AŞKIN MANSUR HALİ/ 5. Bölüm
AŞKIN MANSUR HALİ / Bölüm: 6
AŞKIN MANSUR HALİ / Bölüm: 7
AŞKIN MANSUR HALİ / 8. Bölüm
AŞKIN MANSUR HALİ: Bölüm 9
AŞKIN MANSUR HALİ / Bölüm: 10
*ESVED Özel Bölüm <Zamanın Birinde>*
AŞKIN MANSUR HALİ / BÖLÜM:11 *YENİ*
#ÖzgecanAslan
AŞKIN MANSUR HALİ/ Bölüm:12
AŞKIN MANSUR HALİ / Bölüm: 13
AŞKIN MANSUR HALİ / 14. Bölüm
AŞKIN MANSUR HALİ/ BÖLÜM: 15
AŞKIN MANSUR HALİ / 17. Bölüm
AŞKIN MANSUR HALİ: 18. BÖLÜM
AŞKIN MANSUR HALİ/19.1
AŞKIN MANSUR HALİ/ Bölüm:19.2
AŞKIN MANSUR HALİ/Bölüm:20
AŞKIN MANSUR HAL'İ/ Bölüm:21
AŞKIN MANSUR HALİ/ Bölüm:22
AŞKIN MANSUR HALİ/Bölüm:23
AŞKIN MANSUR HALİ/Bölüm:24
AŞKIN MANSUR HALİ/Bölüm:25
AŞKIN MANSUR HALİ/FİNAL
Özel Bölüm: "İyi ki..."
Etkinlik: "Hakkımda 20 Şey "

AŞKIN MANSUR HALİ/ 16. Bölüm

8.3K 700 172
By Mihr_i

Aşk…

İnsanoğlunun en kadim derdi, en kadim imtihanı… Öyle bir dert ki devası bulunmak istenmeyen. Her bir acı için, bir ömürlük sefadan vazgeçilen. Her bir yarası özenle kanatılan, uzun hasret gecelerinde...

Aşk…

İnsanın hem derdi hem devası,

Hem merhemi hem sancısı…

~~~~ <*>~~~~

Sevgiye hasret yanları sancıyordu adamın. Her adımında, sallanırken adaleleri, daha az önce kırılmış bir kemik gibi acıyordu içindeki hasret. Arkasında bıraktığı her ayak izi, yeni kurulacak bir gelecek için umut olarak yazılıyordu kaderine.

Umut düşmüştü adamın içine bir şafak vakti. “Kardeşin onca ölümün içinden çıkıp gelebildiyse bugüne, sende içinde ki bu kırık dökük sevdadan yeni bir diyar kurabilirsin belki…” diye fısıldıyordu kulağına.

Teheccüt vakitlerinde, en saklı dualarına, karışıveriyordu kadın her bir nefeste…

Mansur, titreyen bacaklarına inat bir hızla yürüyordu İstanbul’un en güzel tepelerinden birisine doğru. Sophia bekliyordu… Kaderinin kırılma noktasına yürüyen her insan gibi aciz ve telaşlıydı adımları. Düzenli bir ritimle ilerleyen ayakları, batan güneşin ışıkları altında, bir banka oturan kadını görünce duraksadı. Titrek bir nefes çekti içine… İlk zamanlarda olduğu gibi, kadının aşkının kalbini doldurmasını bekledi nafile bir çabayla. Gönlünün yamalarından süzülüp kaybolan nefesinin arkasından baktı çaresizce.

Yine de yürüdü Mansur. Işık görmüş bir pervane gibiydi o an. Başka bir yön başka bir menzil yoktu gözlerinde. İçinde cılız bir ses vardı, fark edilmek için çırpınan. Bir an ama sadece bir an duyar gibi olduysa da, başını sallayarak reddetti içinin feryatlarını. Tekrar kararlı adımlarla ilerlemeye başladı mizanına doğru.

Sophia, ufukta kaybolan güneşin ışıklarının hüznüyle sallanıyordu, Mansur’un geldiğini fark ettiğinde. Onun ışığı da bu güneş gibi kaybolup gitmişti gecenin koyusunda. Baharının en güzel gününde, kara kışa dönmüştü masmavi gökyüzü. Kadın, mükemmel bir şarkının yanlış notası gibiydi. Uymuyordu hiçbir yere. İçinin yangınlarını söndüremiyordu hiçbir fani bedende.

Mansur’un son sözleri geldi aklına, adamın ayak sesleri yaklaşırken,  Saatler süren yorgun bir konuşmanın ardından, tam ayaklanırken, gözlerine bakmadan fısıldanan sözler, bir kere daha yaktı içini.

“Benim artık sabrım kalmadı Sophia… Çok bekledim, ant olsun tüm zerrelerim adedince bekledim seni. Ama artık bitti… Bu garip gönlümün dingin bir limana ihtiyacı var artık. Yoruldum… Sana geleceğim son kez… Bu seferde sarmazsa kolların beni…”

Cümlesini tamamlamadan çıkıp gitmişti evden. Ne diyecekti? Kadını ne ile sınayabilirdi ki artık. Sophia, hayatın bütün yüzüyle tanışmış, insan denilen varlığın her yüzüyle karşılaşmıştı. Hep kışta yaşayan birisi, fırtınadan korkar mıydı? Sophia, birlikte olamıyorsa Mansur’la, kendi içinde kalamaz mıydı?

Adamın yanına oturmasıyla düşüncelerini susturdu kadın. Kalbinin tatlı tatlı hızlanmasını duyumsadı son kezmiş gibi. Kendisini bile kandırdı kadın, bu anı yeniden yaşabilmesinin umuduyla. Sonlarını kendisinden bile sakladı.

Başını hafifçe yana çevirip kadına baktı Mansur. Hem yanı başında hem de milyonlarca ışık yılı uzakta nasıl olabiliyordu bu kadın? Bedeninin sıcaklığı yayılıyordu yorgun bedenine ama yokluğun soğuğunda sallanıyordu ruhu…

Kadının titreyen kirpiklerinden duydu adam, son umudunun giderken fısıldadıklarını. Kadının onun yanında kalamayacağını anlamıştı kalbi. Takati çekildi vücudunun bir anda. Gidecekti kadın bir kere daha. Yar olmayacaktı ona. Sarmayacaktı yaralarını. İçindeki o üstü başı toz toprak içinde, büyük gözlerini açarak ona bakan ve avucunun içindeki taş yarasını gösteren çocuk, bir kere daha öksüz kalacaktı. Onların ezgisi hiç hitama eremeyecekti.

Derin bir iç çekti kadın, adamın kokusunu hapsetti belleğine. Yalnız geçireceği bir ömürde içini ısıtacak bir şeylere ihtiyacı olacaktı muhakkak. Ağladığı gecelerde, gözyaşlarını dindirmek için hatırlayacağı bir şeyler olmalıydı.  

“Gidiyorsun…” dedi Mansur, dayanamamıştı bu kulaklarını sağır eden sessizliğe daha fazla. Kalbiyle anladığı gerçeği, duyu organlarıyla da desteklemeliydi. Ancak ondan sonra delirebilirdi.

“Belki de hiç gelmemişimdir…” dedi Sophia, içindeki bütün hüznü kaldırımlara salarcasına. Yaralıydı kalbi! Harcanmıştı ömrü, gençliği, hayalleri! Ne büyük acıdır ki her birisinin hesabını kesiyordu yanındaki adama. Elinde olmadan bütün yanıklarının hesabını soruyordu adamdan. Yanıyordu kadın, hem onsuzluktan hem de onunla olmaktan.

“Neden…” diye fısıldadı takatsizce adam. Çok sevmemiş miydi? Hep sevmemiş miydi? Kendinden vazgeçmemiş miydi kadının bir tel saçı için? Neden bir olamamışlardı? Okuduğu bir kitabın cümlesi geldi aklına;

“İki eksik bir tam etmez Meftun..”  diyordu kadın. Ne kadar da doğru söylüyordu. Nasıl da tanıyordu Mansur’un yarasını onu hiç görmediği halde.

“Ben… Kimsenin olamıyorum Mansur… İlk sefer de söylemiştim sana, olabilseydim, bir senin olurdum… Kalabilseydim, bir sana kalırdım. Ben… Senin baharın değilim. Ben senin Umut’un değilim. Ben senin Lumina’n değilim Mansur! Orada, dışarıda bir yerde sana yeni bir ten çizecek bir kadın var eminim… Ama o, ben değilim…”

Yumruklarını sıktı Mansur. Bu kadın ne kadar da kolay konuşuyordu böyle. Orada bir kadın vardı öyle mi!

“Bir daha sana gel demeyeceğim Sophia… Beklemeyeceğim de… Ant verdim, yemin verdim… Eğer gidersen, artık sevmeyeceğim…” dedi içindeki tüm acıyı salarcasına. Her bir harfi kadının kalbine bir hançer olup saplansın istiyordu. İçindeki yaraların aynısı onun kalbinde de açılsın istiyordu.

Sophia, adamdan gelen her bir yarayı severek kabul etti kalbine. Her birisini özenle yerleştirdi kalbinin en hayati yerlerine. Sevmemeliydi adam zaten. Gittikten sonra dönemeyecekti artık bir daha. Adamın gölgesine değmeyecekti kendi gölgesi bir daha.

Usulca ayağa kalktı kadın. Soğuk parmak uçlarıyla adamın sarı başaklarının arasında gezindi bir süre. Parmaklarına da ömürlük bir anı bırakmaktı niyeti sadece. Sonrasında bir iki adım uzaklaştı yanından. Arkasını dönmeden fısıldadı;

“Hakkını helal et Mansur…”  Adamın cevabını beklemeden uzaklaşmaya başladı. Biraz daha kalırsa yanında, dizlerinin dibinde can vermekten korkuyordu delicesine. Adımları hızlanırken, arkasında bıraktığı adam için dualar ediyordu içinden. Onun olamadığı ne varsa, onun tamamlayamadığı ne kadar yarımlığı varsa adamın, tamamlayacak birisini bulabilmesi için.

Mansur, kıyametten çıkmış gibi oturdu yerinde. Az önce sûra üflenmiş ve içinde ki bütün hayat sona ermişti. Bütün umutları kadının topuklarına tutunup çekip gitmişti biraz önce. İçi boşalmış, canı çekilmişti.  Oturdu Mansur o bankta, ta ki sabah oluncaya kadar, ya da bir sonra ki akşam… Farkında değildi hiçbir şeyin. Az önce ölmüştü Mansur, belki de…

~~~~ <*> ~~~~

Lara, ellerini birleştirdi kucağında. Ablası karşısına oturmuş, anlayamadığı şeyler anlatıyordu deminden beri. Gitmek diyordu… Yeni bir hayat diyordu, bu hayatlarının nesi kötüydü ki. Mansur’u vardı onun, ablası vardı, Lumina’sı Esved’i Mehmet’i Umut’u Lay’i Efsun’u Besim Baba’sı şimdi de Özge annesi vardı. Bir sürü sevdiği vardı onun burada. Neden gitmeliydiler ki?

Küçük aklıyla büyüklerin hesaplarını anlayamıyordu küçük kız. Büyüklerin neyi bölüşemediklerini anlayamıyordu. Gidemezdi buradan Lara, hem sonra onun burada… Sevdiği birçok kişi vardı işte! Gidemezdi buradan. Ama ablasından da ayrılamazdı.

“Ablacım, ben gitmek istemiyorum ki. Mansur’dan ayrılamam ben ama senden de ayrılamam. Ağlarım çok!”

Sophia, kardeşinin sulanmaya başlayan gözlerine baktı. Ne kadar da güzel bir kız olmuştu. O kara günlerinden yadigar kalan gelişim geriliği de düzlemişti son bir yılda. Artık yaşıtlarıyla aynı seviyeye ulaşmıştı yetenekleri. Ama bir fazlası vardı küçük kızın. Görsel hafızası çok güçlüydü. Ayrıca fotoğraf çekme konusunda da çok yetenekliydi. Daha bu yaşında iki tane ödül kazanmıştı bile.

Gitmeyi aklına koyduğundan beri, kardeşinin onunla gelemeyeceğini biliyordu zaten. Küçük kızı burada ki ortamından ayırmak onun bunca gelişimini sıfırlamak gibi bir şey olacaktı. Ama nasıl ayrı kalırdı ondan?  Ya da nasıl kalabilirdi yanında.

Anlamayacaktı küçük kardeşi onu. Çok ısrar ederse gelirdi onunla biliyordu. Dayanamazdı ablasına. Canı yanacak olsa bile gelirdi onunla birlikte. Yine de ısrar edemezdi, kardeşine, can parçasına yapamazdı bunu. Nelere göğüs germişti o, kardeşi için.  Bir kere daha sırf onun iyiliği için kendisinden vazgeçe bilirdi Sophia.

“Canım benim… Benim gitmem gerek. Şimdi anlatsam da anlayamayacaksın, daha çok küçüksün çünkü. Sen burada kal, Mansur’unun yanında. Yaz tatillerinde benim yanıma gelirsin olmaz mı?”

 

Küçük kız ağlayarak sarılmıştı ablasına. Gözlerinden sicim sicim yaşlar akıyordu. Hıçkırıklarını tutmaya çalışıyor ama başaramıyordu bir türlü.

“Ağlama canımın yarısı, ömrümün yarısı. Ağlama…”

“Gitmesen olmaz mı abla…” diye sordu son bir umut…

“Olmaz bebeğim, olmaz can suyum, olmaz…” genç kadın beline sarılmış kardeşinin kaldırıp gözlerinin içine bakmasını sağladı. Gözyaşlarını silip minik burnuna bir buse kondurdu.

“Bu yaz aldığımız menekşemizi hatırlıyor musun? Dilrubayı…”

Onaylar biçimde başını salladı Lara, ablası anlatmaya devam etti.

“Dilruba, senin odanın penceresindeyken ne güzel açmıştı değil mi? Her gün saatlerce onun karşısında oturup onu seyrediyorduk. Ama sonra onu küçük Efsun’a hediye ettin. İki hafta sonra Lumina’lara gittiğimizde ne olmuştu Dilruba’ya?” 

Küçük kız, hoşnutsuz bir yüz ifadesiyle konuşmaya başladı;

“Dilruba, solmuş böyle siyah siyah olmuştu çok üzülmüştüm ben.”

İpekten saçlarını okşadı, kardeşinin, minik yüzünü ellerinin arasına aldı.

“İşte bende burada kalırsam aynı Dilruba gibi olacağım bebeğim…” dedi, anlamasını umarak.

Bir süre ablasının yüzüne baktı Lara, ne demek istediğini tam anlayamamıştı ama ablası burada kalırsa Dilruba gibi solsun istemiyordu. “Ne yapalım” dedi içinden, “hem her tatilde giderim ki ben onun yanına. Hatta tatil olmasa da giderim. Mansur’um beni götürür.” diye teskin etti kendisini.

“Ne zaman istersem gelecek miyim?” diye sordu inatla,

“Ne zaman istersen geleceksin bebeğim.” Diye cevapladı kardeşini.

“O zaman gidebilirsin ablacım. Ama ne zaman istersem geleceksin!” diye ekledi,

“Sen ne zaman istersen geleceğim canım.” diyerek  sarıldı kardeşine.

Bir ananın iki duası, sarıldılar birbirlerine. Kadın, ölüme eş bile olsa kardeşinden uzak olmak, ona rağmen gitmek zorunda olmasına hayıflandı içten içe. Kalamamasına kızdı, kendisini infaz etti yüreğinin darağacında…

~~~~ <*> ~~~~

En son ne zaman gelmiştim buraya diye düşündü Esved, Mansur’un annesinin kabristanına gelmeyeli asırlar geçmiş gibiydi. Şimdi onca yıl sonra yine o güzel kadının mezarının başındaydılar birlikte.  Yeniden dönmüşlerdi ana kucağına.

Mansur, sallanıyordu ayakta. Biraz sonra bir devri kapatacaktı, yeni bir sayfa açacak ve o sayfada bir isim asla yazmayacaktı. Bir daha o kuyuya hiç uğramayacaktı yolu. Bir daha hiç açmayacaktı kalbinin kapılarını. Son kez ağlıyordu, o kadın için… Bu andan sonra, dün olacaktı o kadın ve bir daha süzülemeyecekti aklının odalarına.

Cebinden kelebeğini çıkardı. Esved, tam davranacakken, gözleriyle durdurdu onu. Olacakları engelleyemezdi kardeşi. Bunu yapmazsa yaşayamazdı Mansur, eğer bu gün bu yemini etmezse, yarın diye bir zaman dilimi olamazdı onun için.

Sol avucunu çevirdi kendisine doğru, kelebeğini yaklaştırdı tek bir hamlede kesti ömrünün yazısını. Avucuna biriken kanları izledi bir süre. Şimdi durdurmasa bu kanı, bu naçiz varlığı karışıverse annesiyle aynı toprağa olmaz mıydı? Olmazdı elbet, “Kendi eliyle canını alanı toprak bile kabul etmez oğul!” demişti bir keresinde annesi. Eğer kendi eliyle canına kıyarsa ebedi alemde yüzüne bakmazdı annesi.

Avucu kanla dolup, taşan kan damlaları toprağa düşmeye başlayınca dizlerinin üzerine çöktü. Elini annesinin mezarına soktu bileğine kadar.

“Yeminim olsun ki, bir daha anmayacağım onun adını!”

Kadını ilk gördüğü anı sildi belleğinden Mansur. Onun güzelliğini, naifliğini, tenine yayılan o garip rayihayı çıkardı aklından. 

“Yeminim olsun ki, bir daha açmayacağım ona gönlümün kapısını!”

Kadın için uykusuz kaldığı geceleri bir bir uzaklaştırdı aklından. Her bir gece için bir kilit vurdu kalbine.

“Yeminim olsun ki, sevmeyeceğim yeniden o kadını!”

“Mansur, Gel..” dediğinde ona koşmalarını sildi hafızasından… O her çağırdığında gitmişti ya, her gidişi için, bir çizik attı bedenine.

“Annemin toprağına karışan kanım şahit olsun ki, dönmeyeceğim yeminimden!”

Ve ayaklandı Mansur, kaybettiği aşkının ardından. Kadının sancısıyla uyandığı her günü gömdü annesinin yanına. Tam şu anda gidiyordu kadın bir kez daha uzaklara. Bu sefer yolcu etmemişti Mansur. Onun yerine buraya gelip yemin vermişti. İçinde ne varsa kadına yeşerttiği, kurutmaya ant içmişti kanıyla…

~~~~ <*> ~~~~

Bir yıl sonra…

Genç kadın uçarcasına bir ritimle indi dar merdivenlerden. Sahafların kuytu bir köşesindeydi dükkan. Küçük cam kapıyı açtığında, kapının üzerindeki zil çaldı. Ve kitapların o bilindik, kekremsi kokusu karşıladı onu. Burnunun üzerindeki kalın kemik gözlüklerini yukarı kaldırdı bir kez daha. Ve hayranı olduğu o kokuyu çekti içine. Bir kez daha şükretti vatanına dönebildiği için.

Diğer ülkelerin kitapları bile buradaki gibi kokmuyordu sanki. Ya da ona öyle geliyordu emin değildi. Düşünmedi daha fazla yavaşça ilerledi içeriye doğru. Araştırması için gerekli olan parşömenler bugün gelecekti. Belki başka bir hazine bulurum umuduyla eski kitapları karıştırmaya devam edecekti elbette. Bu kitapçıda, kenara atılmış, o kadar nadide eser bulmuştu ki ağlamak geliyordu içinden düşündükçe.

Arkasından gelen sesle oraya yöneldi.

“Hoş geldiniz Öykü Hanım…” dedi Agop üstad. Derin bir iç çekip konuşmaya başladı.

“Ah ama Agop Üstadım. Hala mı Hanım?”

Ömrünün bakiyesi, yüzünde çizgiye durmuş yaşlı adam gülümsedi karşısında ki bu güzel kıza;

“Tamam tamam Öykü kızım, oldu mu şimdi?”

“Hem de mis gibi oldu Üstadım!”

Gülümsedi genç kadın, dudaklarından bahar havası yayıldı sanki dükkanın içine. Kendisine bir bardak çay doldurup hemen arka tarafa geçti. Bugün çok işi vardı. Çayını içerken biraz kitapları karıştıracak sonrasında da elindeki belgeleri okumaya geçecekti. Bir ezgi mırıldanmaya başladı. Ne zaman işe başlasa ağzı hiç boş durmazdı zaten. Çoğunlukla farkında bile olmuyordu mırıldandığının.

Üst üste yığılmış, Osmanlıca kitapları incelerken bir yandan da mırıldanıyordu;

“Bir kızıl goncaya benzer dudağın.

Gördüğüm tek gülüsün sen bu bağın.”

Bir anda sol tarafında duran kitabın ismi dikkatini çekti, ne zamandır bulmaya çalıştığı elçinin aldığı notlar mıydı onlar? Genç kadın yurt dışından Türkiye’ye doçentlik tezi için araştırma yapmaya gelmişti. Etnomüzikologtu Öykü. Doçentlik tezi için “Osmanlı’ya gelmiş elçilik görevlilerinin Türk müzik kültürüne bakışlarında oryosantrik yaklaşımlar” konusunu seçince, soluğu Türkiye’de almıştı.  Bir süre Ankara’da milli kütüphane de araştırma yapmış, şimdi de Sahaflarda araştırmasına devam ediyordu.

Ne zamandır aradığı kitabı bulmanın heyecanıyla tam elini uzatmıştı ki kitap başka bir el tarafından çekiliverdi. Genç kadın, telaşla gözlerini çevirdi elin sahibine. Ve o an bir şey oldu. Sırtında garip bir ürperme hissetti ama çok da üstünde durmadı.

Gülümsemesini dudağına yerleştirip, konuşmaya başladı;

“Af edersiniz ama o kitabı ben alacaktım.”

Adam, biçimli kaşlarını kaldırıp, sanki daha önce onun orada olduğunu fark etmemiş de yeni fark ediyormuşçasına baktı yüzüne. Dudağı hafif kıvrılırken konuşmaya başladı;

“Nereden sizin oluyormuş hanımefendi?”

“Tam ben alacaktım siz aldınız?”

Adam bu sefer alenen gülümsemeye başladı, dalga mı geçiyordu bu adam onunla?

“Hanımefendi, kitabı ben dün ayırttım zaten. Bugün de almaya geldim. Yani sizin olamaz.”

Dudaklarını büktü Öykü, o kitabı almalıydı, muhtemelen başka bir baskısı yoktu varsa da hangi sahafın bodrumunda çürümeye yüz tutmuştu Allah bilir. Vakit, o dillere destan sevimliliğini kullanma vaktiydi. Tebessümünü kuşandı ve tam gözlerinin içine baktı adamın.

Şey gibiydi adamın gözleri, böyle denizle ormanın ufukta birleşirken çizdiği o çizgi gibiydi. Ya da uçsuz bucaksız manzaraya havadan bakarken, yeşilin her tonunu barındıran o güzel ormanlar gibiydi. Bakanların gözlerinin sınırlarını zorlayan o yeşiller gibi.

Adamın gözlerinin içine daldığını fark ettiğinde kendisini sarstı içinden. Ne oluyordu ona böyle? Ona neydi Allah aşkına adamın gözlerinin yeşilinden!

“Beyefendi, rica ediyorum, eğer sizin için çok önemli değilse kitabı bana verebilir misiniz? Benim için çok önemli bir kayna o.”

Adam elindeki kitabı bir iki kere çevirdi. Sanki bunun neresi çok önemli der gibi bir tavrı vardı. Gıcık olmuştu kadın bu adama. Ama elindeki kitabı alana kadar huyuna gitmek zorundaydı.

“Üzgünüm ama benim için çok önemli birisine hediye olarak aldım bu kitabı size vermem mümkün değil.”

Kızın cevabını beklemeden, arkasını dönerek dükkanın ön kısmına geçti. Genç kadın olduğu yerde kalakaldı bir süre. İçerden, Agop Üstad ile adamın sesleri geliyordu.

“Gidiyor musun Mansur’um!”

“Gidiyorum Baba! Kitap için teşekkürler Bergüzar çok sevinecek.”

“Lafı bile olmaz Mansur’um Bergüzar kızıma söyle arada uğrasın. Kızıyorum ama.”

“Mansur…” diye fısıldadı Öykü boşluğa. Nedense o an aklında ne tezi ne de ellerinden uçup giden o değerli kitabı vardı. Sadece bir çift yeşil göz geçiyordu aklından. Rengini tam olarak anlayamadığı, ama harelerinde, kanatlarından tellere takılmış kırlangıçların salındığı bir çift yeşil göz… 

~~~~ <*> ~~~~ 

Selamlar, 

Aaaa neler oldu neler :D

Yorumlarınızı merakla bekliyorum. 

Ve sevgili Öykü'm o yanaklarından mıncırıyorum itinayla :D 

Continue Reading

You'll Also Like

371K 17.3K 21
Siz de yeryüzünde olan bitenin sahte olduğunu biliyorsunuz. Bilmiyorsanız...? O zaman sahteler ve yalanlar, eviniz olur. Dikkat edin, gerçekleri ö...
4.8M 9.2K 2
Gerçeklere kör, sağır ve dilsizsen! İncitmeden seven, nahif adama tahammülün yoksa! Empati kurma yeteneğin sıfırsa! Rica ediyorum kurguya hiç başlam...
87K 4.5K 51
Tuğkan (not delisi) : Aslansın, kaplansın, aşkımsın. Luna Handan : Aşkın mıyım? Tuğkan (not delisi) : Şaka olsun diye.
8.2K 835 28
Siz: 1 Müslüman, 2 Müslüman... 14. Müslüman kalk sahur vakti! 14. Müslüman: Ben oruç tutmuyorum. Siz: Madem müslüman değilsin niye cumaları namaza...