DÖNÜM NOKTASI

By sihirlisonbahar

1.7M 81K 18.6K

Kapı aralığından gözüne çarpan çıplak bedenle olduğu yere çakılı kaldı. Alkolün esir aldığı beyni ona oyun oy... More

|PROLOG|
Dönüm Noktası- İlerleyen Bölümden Bir Kesit
1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
KAÇIR BENİ!!!
31. Bölüm
32. Bölüm
33. Bölüm
34. Bölüm
35. Bölüm
36. Bölüm
37. Bölüm
38. Bölüm
39. BÖLÜM

8. Bölüm

36K 1.8K 205
By sihirlisonbahar

8. Bölüm

🍁

Dalgın gözleri cezvenin içindeki kahvede, aklı bambaşka yerlerdeydi. Okuldan apar topar gelmiş, onları yemek masasının etrafında bulduğunda kalbi yine sıkışmıştı. Hiç sofraya oturmadan derslerini bahane etmek isterdi ama edebi buna müsait değildi. Zaten buna teşebbüs etseydi başta annesi olmak üzere dayısı ve yengesi onu asık suratlarıyla dövmeye başlardı. Tabii Baran'ı saymıyordu bile... O da mecburen onlarla sofraya oturmuş, kendi geleceğine yön veren konuşmaları dinlemeye mahkum kalmıştı.

Kahvenin köpüğünün cızırtılı yükselişinin sesi onu kendine getirirken arkasında bir hareketlilik hissetti. Cezveyi ateşten ayırarak omuzunun üstünden gelen kişiye baktı. Baran, ellerini cebine sokmuş, gömleğinin üstten birkaç düğmesi açılmış şekilde görüntü sergileyerek ona bakıyordu.

Bakışlarındaki o saplantıyı gördüğünde ise bedeninden buz gibi bir akım geçti ve tüm tüyleri diken diken oldu. Tekrar önüne döndü. Titreyen elleriyle kahvenin köpüğünü fincanlara koymaya başladı. Onunla baş başa kalmaktan hiç hoşlanmıyordu.

"Konuşmamız lazım."

Hazan ona bakmadığı gibi seste çıkarmadı. 'Geç kaldın' dedi içinden. Hâlâ kahvenin köpüğünü fincanlara bölüştürüyordu. Baran onun sessiz kalışına karşın kendini sakin olmaya zorladı. Genç kızın üzerinde uzun, açık mavi tonunda bir elbise vardı. Başında ise ona yakın renkte eşarp takmıştı. Kafasındaki iğnelerden birinin çıkmak üzere olduğunu görüp, elini cebinden çıkardığında Hazan'a uzattı. Fakat kız sıçrayarak geriye çekildi ve ona bakarken kaşığın içindeki kahve tepsiye döküldü.

"Şöyle davranmayı kes!" dedi Baran, sinirlenerek. Onun gözlerinde korku görmek ve bu korkunun temelinin kendisinden kaynaklandığını bilmek onu daha çok öfkelendiriyordu.

Genç kız gülümsemeye çalıştı ama olmadı. Ona karşı koyduğu mesafeyi aşmak istemiyordu. "Dalmışım."

Baran, daha yumuşak davranmaya çalışarak, "İğne çıkmış." dedi ve bu sefer elini uzatmak yerine sadece gözleriyle işaret etti.

Hazan, elini atıp iğneyi yerine itti. Sonra bir bez ile tepsinin içini sildi. Ne demeye gelmişti, onunla konuşmak falan istemiyordu.

"Onlar sürekli markete geliyor mu?"

Kaşları çatılan Hazan, ne demek istediğini anlamak için Baran'ın yüzüne baktı. "Kimler?"

Baran'ın yüz ifadesi katı bir tutum aldığında, "Fırat'la Mücahit'ten bahsediyorum." dedi. "Sen onlarla sohbet etmişsin. Öyle söylediler."

Onun ses tonu sakin çıkıyor olabilirdi ama Hazan, altında yatan öfkeyi görmüştü. Fakat şu an onun öfkesini bastıran başka bir öfke hızla genç kızın bünyesine yükleniyordu. "Ne saçmalıyorsun sen, ne konuşayım onlarla, bir merhabamız bile yok!" Derin bir öfke bulutun içine girerken cezveyi yeniden ateşin üzerine koydu.

Baran ise hiç tatmin olmuş gibi durmuyordu. Elini tekrar cebine soktuğunda, "Eğer kızacağımı düşünüp yalan söylüyorsan çekinmene gerek yok, düzgünce anlatabilirsin." dedi. Soğuk bir tebessüm yüzünü aydınlatmış, ses tonu avını tuzağa çekmek isteyen bir avcının ki gibi kurnazcaydı.

Hazan'ın sinirleri tepesine çıkarken, ona acıyan gözlerle baktı ve kaynayan kahveyi fincanlara bölerken başını olumsuz bir şekilde salladı. Geri zekalı, onu ne sanıyordu acaba?

"Birisi bana kızacak diye asla yalana sığınmam!" dedi. "Kaldı ki senin bana kızmaya hakkın bile yok."

O kim oluyordu da kendisine kızacaktı ki!?

Baran dişlerini sıktı. "Adam gibi konuşmaya çalışıyorum Hazan. Bana düzgün cevaplar ver."

"Sen daha beni tanıyamamışsın. Arkadaşlarının lafına inanıp bana hesap soruyorsun. Allah aşkına hangi adamlıktan bahsediyorsun?"

Baran onun çıkışı üzerine rahat bir nefes aldı. İyi, güzel en azından yalan söyleyen o değildi. Anlamıştı. Arkadaşlarına kin güderken, Hazan'a olan hiddeti biraz olsun dinmişti ama son sözleri onurunu zedeledi. "Benimle düzgün konuş, farkında mısın bilmiyorum ama biz sözlüyüz. Senin bana hesap sormaya hakkın olduğu gibi benim de sana sormaya hakkım var."

Hazan'ın asla kabullenemediği kelimeler beynine tokmak gibi indi. "Neyin hesabını soruyorsun? Ben seni abi olarak görüyorum bu seni hiç mi rahatsız etmiyor?"

Az önce anlık yaşadığı sakinlik derhâl bedenini terk etti ve Baran'ın esmer yüzü hiddetle karardı. Kendine hakim olmaya çalışıyor onunla konuşmaya uğraşıyordu ama Hazan onu kışkırtıyordu. "Etmiyor." dedi sinirli bir sesle. "Zamanla sen de beni seveceksin. Haftaya nişanlanıyoruz. Okulun bitince de evleneceğiz. Sok artık şunu kafana."

Genç kız cezvenin sapını sıkıca kavramış, onun kafasına vura vura 'bu iş olmaz' diye haykırmak istiyordu. Gerçi içerideki herkesin beynini dağıtmak istiyordu orası da ayrı bir meseleydi ama özellikle Baran'ın bu kadar ısrarcı, takıntılı olması delirmesine sebep olacaktı.

"Hadi onlar saçma sapan bir namus meselesini güdüyor. Peki sen neden bu kadar ısrar ediyorsun?" dedi, Hazan. Bu dayatmalardan artık bıkıp usanmıştı. "Onlarla konuşup bu işin olmayacağını söylesene, neden kendine seni sevecek birini bulmuyorsun?"

Baran elini cebinden çıkarıp, onun beklemediği bir hamle yaparak kolunu sıkıca kavradığında genç kız elindeki cezveyi yere düşürdü. Birinin yeşil gözleri ürkekçe bakarken, diğerinin bakışları kararmıştı. "Dedenin kefareti ödenecek!" Dişlerini sıktı. "Sen de ister sev ister sevme benimle evleneceksin. Kendini bu fikre alıştırsan iyi olur."

Hazan cesaretini toplayıp, her şeye rağmen ona sertçe baktı. "Evlenmek istemiyorum!"

Onu istemiyor oluşu Baran'ın öfkesini kabarttı ve genç kızın kolunu istemsizce sıktı. Üstüne basa basa, "Evleneceğiz!" dedi. "Evlenince her şey yoluna girecek."

Onun yakın mesafesi kızı rahatsız ettiğinde, beynini delen sözler çirkin bir sesle kulağında yankılandı. Bu çirkef düşüncelerine, içinden kusmak geliyordu. "Bu zorla olacak bir şey mi?" dedi. Kendini temasından kurtarıp geriye çekmek istedi fakat Baran tutuşunu sıkılaştırıp ona biraz daha yaklaştı.

"Zorla falan olmayacak. Sen de beni isteyeceksin. Şu ürkek bakışların bir gün değişecek ve her kadın gibi kocanı sevmeyi öğreneceksin." Kolunu çekmek istemesine aldırmadı. Aksine, sakince biraz daha yaklaşıp, edepsiz gözlerini dudaklarına sapkınca dikti. Karşısında düşman gibi dikilmesi değil; kollarında, yatağında, hayatında olması gerekiyordu... Ellerini üzerinde özgürce dolaştırması gerekiyordu. Ancak o zaman huzura erebilirdi.

Hazan onun kelimelerinin dehşetini atlatamadan, baktığı yeri hissettiğinde nefesi genzine sıkışıp kaldı. Dudağının arasına sıkışmış kelimeler çıkmak için onu zorlasa da susuyor, dudaklarını sımsıkı birbirine bastırarak onları gizlemeyi umuyordu. Dünyada bir tek o kalsa, yine de dönüp bakmazdı! Sebebi onu aşağı görmesi falan değildi, abi gibi görmesinden kaynaklanıyordu. Peki bunun kalın kafası minnacık detayı niçin almıyordu?

İçine çektiği nefesleri ciğerlerinde donarken, "Uzaklaş biraz." dedi panikle. "Şimdi birisi gelecek." Konuşuyordu fakat karşısındaki adamın duyduğundan bile şüpheliydi.

"Onlar bizim sözlü olduğumuzu biliyor, Hazan. Anlamayan tek kişi sensin."

İzmaritin parfüme karışan kokusu, genç kızın genzini yakmaya başlayınca, nefes almaktan bile vazgeçti. Kendini geriye çekmeye çalışarak, "Bırak diyorum sana." dedi. "Çekil!"

Baran dişlerini sıkarak başını ona doğru uzattı ve zayıf boynundaki derileri gerginleşti. "Şuraya insan gibi konuşmaya geldim ama sen insanlıktan anlamıyorsun." dedi kızgınca. "Şimdi daha fazla saçmalayıp benim canımı sıkma. Aklına da iyice kazı, iki dünya bir araya gelse, senden asla vazgeçmem! Evleneceğiz."

Genç kızın kolunu bıraktı ve onu dağılmış bir hâlde arkasında bırakıp içeriye geçti. Hazan'ın gözbebekleri titrerken sırtını tezgâha yaslayıp başını yere eğdi. Kaçınılmazlığın dehşeti üstüne çökmüş, sığınacak bir liman bulamıyordu.

"Allah'ım sen kurtar beni." diye dua yakardı fısıltıyla. "Ben çıkamıyorum bu işin içinden, sen çıkart." Duası, yatsı ezanının ferahlatan sesine karıştığında ellerini semaya açtı. "Her şeyi gören sensin. Ne olur beni bunların eline bırakma Rabbim."

🍁

Baran ve ailesi yemeğin ardından kahvelerini içmiş, haftaya yapılacak nişan için ayrılan salon hakkında konuşup gitmişlerdi. Hazan ise dalgın bir vaziyette, mutfakta yere düşen cezvenin içinden dökülen kahve kalıntılarını temizliyordu.

Görüş alanına düşen bir çift ayakla dalgınlığından sıyrılıp, başını kaldırarak annesine baktı. Kadının yüzündeki memnuniyetsizlik gözlerinden okunuyordu.

"Mecbur olmasalar onlar bile almaz senin gibi sakar birini." dedi iğrenen bir tonla. Ardından bir kase alıp içine çekirdek koymaya başladı.

Hazan her zamanki gibi ses etmek istemezdi ama birisi onu boğuyormuş gibi nefes almakta güçlük çekiyordu. Hâlâ dizlerinin üzerinde otururken, "Ben sana ne yaptım, anne." dedi sitemli sesiyle. "Neden bana bu kadar kötü davranıyorsun? Neden babamın ve kardeşimin acısını benden çıkarıyorsun?"

Annesinin elindeki çekirdek poşeti dondu ve ateş saçan gözlerini ona çevirdi. Ona öyle bir bakışı vardı ki Hazan o bakışların altında eziliyordu.

"Seni lanet okuldan almaya gitmeseydi ölmeyecekti, baban!" dedi bağırarak. "Ben de onun acısıyla bebeğimi düşürmeyecektim. Hâlâ neden diye soruyor, yüzsüz!"

Her zamanki aşağılayıcı sözlerin nereye varacağını daha ilk bakışında anlamıştı genç kız, ama bu sözler çok ağırdı. "Anne onların yiyecek ekmeği olsa Rabbim ömür vermez miydi? Neden kadere rıza göstermiyorsun, niye bunun sorumlusu olarak benden nefret ediyorsun?"

Kızının dolan gözleri bile öfkesini yumuşatmadı. Hoş gözünün önünde acıdan kıvransa yine umurunda olmazdı. "O arabanın frenlerinin arızalı olduğunu bile bile ısrarla seni almasını istedin." dedi. "Benim düşük tehlikemin olduğunu bildiğin hâlde kardeşini kıskanıp onu okula gelmeye mecbur ettin! Şimdi bana kaderi öne sürüp durma! Sanki yeni duyuyormuş gibi söyletme bana şu lafları."

Ama Hazan daha çocuktu. Arabanın frenlerinin arızalı olduğunu nereden bilecekti ki? Üstelik babası alkol aldığı için kaza yapmıştı. Küçüktü ama hatırlıyordu. Dedesi dayısıyla konuşurken defalarca şahit olmuştu. Kardeşini ise çocukluğun verdiği hassasiyetle kıskanmıştı fakat onların ölümünü asla istemezdi. Annesi onun çocuk olduğunu ne zaman anlayacaktı?

"O benim babamdı, anne." dedi ağlamaklı bir yüz ifadesiyle. "Karnındaki de benim kardeşim. Ben çocuktum, neden bu kadar büyük bir yükü ufacık bir çocuğun üstüne yıkıyorsun?"

Annesinin kaşları daha da çatıldı. "Alma onların adını ağzına, dedesi kılıklı." dedi kızgınca. "Zaten onun yediği naneler yüzünden alkole düştü, kocam. Babaannenle adam gibi evlenseydi ortada beşik kertmesi falan olmayacaktı. Kocam da senin akıbetini düşünüp alkolik olmayacaktı. Deden de sen de lanetlisiniz! Bıktım sizden şu evden bir def olup gitseydiniz kurtulurdum ama nerede? Sen gidersin de o deden beni bile gömer. Ölmedi gitti."

Dedesinin evinde oturup, hâlâ onun ekmeğini yerken bile yaptığı nankörlüğe daha fazla sessiz kalamazdı. Kendisine istediğini söyleyebilirdi, acı da olsa alışmıştı ama dedesi hakkında böyle konuşmasına katlanamıyordu. Zor olsa da her zamanki gibi saygısını koruyacaktı fakat işin içine dedesi girince nevri döndü.

Dizlerinin üzerinden ayağa kalkıp karşısına dikildi ve kirli bezi tezgâhın üstüne attı. "Bize dedem bakıyor." diye konuştu soğukça. "Şu yaşında hâlâ o marketin başını bekliyor. Nasıl böyle nankörlük yapabiliyorsun?"

Kadın alışık olmadığı savunma karşısında, kısa süren şaşkınlığını bertaraf edip kaşlarını çattı. "Sen benimle ne biçim konuşuyorsun kız?"

"Bana istediğini söyle ama ona laf etme!" dedi Hazan.

Annesi bir an sersemledi ve kaşlarını kaldırıp onun diklenişine baktı. "Allah belasını versin onun." Bakışları iğrenir bir şekle büründü. "Beddualı pislik. Milletin ahını aldı, ceremesini ben çekiyorum."

Hazan'ın gözleri karardı. "Dedem hakkında düzgün konuş anne. Hem onun ekmeğini yiyip hem de böyle adice konuşamaz-"

Havada yankılanan kırbaç gibi bir ses, yanağında hissettiği acıyla tamamlanırken sözleri yarıda kesildi. İlk değildi ama hepsi biriktiği için yaşanılanlar artık ağırına gidiyordu. Yana çevrilen başını yavaşça döndürürken, "Şu yaptıklarından sonra nasıl can vereceksin acaba." dedi dişlerinin arasından. Çenesi titriyor, yıpranan sinirleri sayesinde eli ayağı boşalmış gibi hissediyordu. "Bana ve dedeme ettiğin bu zulmün karşılığını ahirette nasıl alacaksın gerçekten merak ediyorum."

Annesi yeniden elini kaldırdığında ondan hızlı davranıp kolunu tuttu. Annesi öfkeyle kudururken onun içi kan ağlıyordu. Yaralarını sarması gerekirken ha bire yenisini ekleyen bu kadının öz annesi olduğundan bile şüpheliydi artık.

"Biliyor musun her gece ağlayarak dua ediyorum senin için." diye fısıldadığında, yanağından kayan birkaç damla çenesine doğru süzülüp yere düştü. "Rabbim yüreğine merhamet versin diye yalvarıyorum. Bir gün bana kızım diye sarılıp başımı okşaman için ağlayarak uyuyorum." Konuşabilmek için titrek bir nefes aldı. "Ne zaman benim annem olacaksın?"

Annesinin gözlerinde bir parça bile vicdan belirtisi olmadı. Üstüne üstlük gözleri daha da katılaşmıştı. Onun tuttuğu kolundan silkelenerek geriye çekildiğinde hiçbir şey söylemeden mutfaktan çıkıp içeriye gitti.

Hazan ise olduğu yerde kalmış, onun bıraktığı boşluğa bakıyordu. Yoktu işte, annesi yoktu. Babası yoktu. Bir dedesi vardı, onu da öfkesine yenik düşüp kırmıştı. Yalnızdı. Yapayalnız.

Hıçkırarak ağlamaya başladığında, vücudunda derman kalmamış gibi yeniden dizlerinin üstüne çöktü. Artık dayanamıyordu. Rabbinden başka tutunacak hiçbir dalı yoktu. Şu koca dünyaya sığmıyordu, sığdırmıyorlardı. Bunu yapan insanlar en yakınlarıydı değil mi? İçini çekerek bulunduğu yerde kıpırdamadan dakikalarca ağladı. Düşündükçe daha dibe batıyor, tutunmaya çalıştığı dallar birer birer elinde kırılıyordu.

🍁

Tufan, mekânın cam bölmesinde, aşağıda eğlenen insanları izlerken telefonu elinde çevirip duruyordu. Emre'yi o günden beri aramıştı ama ya telefonu kapalıydı ya da açmıyordu. Kasıtlı olduğunu düşünmek istemiyordu ama bu durum iyice can sıkıcı bir hâl almaya başlamıştı.

"Emin misin?" diye seslendi Ali. "Ara da öyle git. Başına ekşimesin sonra."

Dalgınlığından sıyrılan Tufan. Gündeme dönüş yaptı. Ali ile oturup konuşmuşlar içerdeki haini bulduktan sonra gitmeye karar vermişti. Yönünü ona çevirip masanın önündeki koltuğa doğru ilerlediğinde oturup sırtını yasladı. Emre'yi yeniden aradı ve kapalı olduğunu görünce ağzının içinden okkalı bir küfür savurdu.

"Birazdan arayıp konuşurum." dedi bezgince. "Burada yapılacak bir şey kalmadı. Sorun olursa sen zaten buradasın. İçinden çıkamadığın bir durum olursa da atlayıp gelirim."

Ali başını salladı. "Ona şüphe yok ama Hamza Bey kızacakmış gibi hissediyorum. Senin burada bir iki ay kalacağını söylemişti."

Gömleğinin üstten iki düğmesini açan Tufan nefes alamıyormuş gibi etrafına bakındı. "Boğuluyorum." dedi. "Bir yarım orada kalmışken ve burada kalmam için bir neden yokken hiçbir kuvvet beni birkaç ay daha Ankara'da tutamaz."

"Sen bilirsin." dedi ayaklanırken. "Ben İlhan Bey'le konuştum, gözünü dört açacak. Elemanlara gelince hepsiyle tek tek ilgilenirim aklın kalmasın."

Tufan başını hafifçe eğip, "Eyvallah." dedi. "Ondan şüphem yok."

"Ne zaman gitmeyi düşünüyorsun?"

Tufan belli belirsiz başını sarstı. "Yarın gitmeyi düşünüyorum ama ertesi güne de sarkabilir. Yani gelmezsem merak etmeyin."

Ali onu yorgun görmüyordu ama bitik gibi bir ifadesi vardı. Yalnız kalması gerektiğini düşündü. "Tamamdır, abi. Ben çıkıyorum. Gitmeden bir iki tek atarız öyle gidersin."

Başını sallayan Tufan, "Söyle de sıkı bir şeyler getirsinler. Sana eşlik etmeye daha var." dedi alayla. "O zamana kadar aşağıya inmeyi düşünmüyorum."

Onu onaylayan Ali dışarıya çıkıp kapıyı kapattı. Tufan'ın kafasından bin bir düşünce geçiyordu. Emre'nin konuşmaları canını fena hâlde sıkmıştı ve ona ulaşamamak bu sıkıntısını arttırmaktan başka bir şeye yaramıyordu. Gözleri boşluğa odaklanmış, amaçsızca bakarken telefonu ise hâlâ avucunun içindeydi. Kaç kez aramıştı bilmiyordu ama yine aradı. Bu sefer kapalı değildi, çalıyordu. Dalgınlığından sıyrılarak çalan telefona adapte oldu. Cevap vereceğinden pek emin değildi ama açana kadar aramaya devam edecekti. Kaçışı yoktu.

Üçüncü kez çalan telefon sonunda açıldığında, "Efendim." diye karşılık verdi, Emre.

"Oo Emre Bey, açtınız sonunda telefonu." dedi Tufan alayla. "Neredesin iki gündür? Arıyorum ulaşamıyorum."

Karşı tarafta kısa bir sessizlik olduğunda, "Telefon sıkıntılıydı, abi." diye konuştu, Emre. "Açılıp kapanıyor. Önemli bir şey mi oldu? Niye aradın?"

Tufan'ın kaşlarının ortası derinleşti. "Beni aradın, hatırlamıyor musun?"

Yine sessizlik oldu ve Emre boğazını temizledi. "Çok içmişim abi, bir şeyler geveledim ama çok hatırlamıyorum."

İçkinin insanlar üzerinde oluşturduğu pervasızlığı Tufan çok iyi bilirdi. Bazıları içip içip yaptığı bir çok çirkinliği onun üzerine yıkabiliyordu ama içinde kalan gizli saklı ne varsa sarhoşluğun tesiriyle döktüğünü de biliyordu. O yüzden sadece ona hatırlatması yeterliydi. Çünkü ondan sarhoşken ne yaptığını değil, onu sarhoş eden meseleyi duymak istiyordu.

"O zaman ben sana şöyle sorayım." dedi Tufan. "Anlat bakalım, 'Benden adam olmaz, benim çevremdekilerden adam olmaz' derken ne demek istedin. Aslı'yla ilgili benim bilmediğim bir durum mu var?"

Tufan'ın gözleri kısılmış alacağı cevabı beklerken Emre sessiz kalarak onu yine bekletti. Şu yaptığı davranış bile yılların kurdu olan Tufan'ı işkillendirmek için yeterliydi ama Emre bunu bilmiyordu.

"Ya abi biliyorsun Aslı'yla liseye kadar beraber okuduk. Üniversitede sık görüşmüyorduk ama kampüste yine beraberdik." Sesi ilk baştaki gibi tedirgin değil artık üzgün çıkıyordu. "Ne ben ne arkadaşları yeterince onun yanında olamadık demek ki. Belki aramızdaki bağı güçlendirmiş olsaydık, derdi her neyse yanında olup, onu bulunduğu çıkmazdan kurtarırdık."

Bu sefer sessiz kalan Tufan'dı. Kardeşinin ismi geçtiği an içindeki dinmek bilmeyen sızı yeniden baş göstermiş, Emre'nin yaptığı vicdan muhasebesiyle kendini sorgularken bulmuştu. Gerçi hep kendini sorguluyor, suçu üzerine alıyordu ama konu açılınca olay yine ilk günkü tazeliğiyle yüreğine çöreklenip kalıyordu.

Konuya tekrar hakim olmak için düşündü. İçinden bir ses onun sözlerinin doğruluğunu sorgularken beyni hâlâ içinde başka bir bit yeniği arıyordu.

"Senin ona bu kadar değer verdiğini bilmiyordum." dedi kuşkulu bir sesle. "Başka bir şey olmadığına emin misin?"

Emre'nin soluk alış verişi bile değişmişti. "Bunlar benim içime oturdu abi, çıkmıyor." dedi. "Kendimi sorumlu tutmamaya çalışıyorum ama yanında olamadığım için vicdanım beni rahat bırakmıyor. Yıllardır tanıdığım birine nasıl değer vermem?"

Belki doğru söylüyor belki de zırvalıyordu ama kendi çapında düşününce hak vermeden de edemiyordu. Yine bir umut daha içinde sönüp giderken, nefesini bezgince verdi.

"Vicdan yapmanı gerektiren bir durum yok." dedi soğuk sesiyle. "Ben bile yanında olamadıysam kimseye laf edemem."

Emre içini çekip, "Hiçbirimiz yanında olamadık." dedi. "Hep seninle dertleşmek istiyordum ama yarana tuz basmamak için yanına gelemedim. O günde alkolün tesiriyle cesaret bulup seni aramışım. Kusuruma bakma, abi."

Kapı çalındığında görevlinin biri başını uzatıp, "Gelebilir miyim?" diye sordu.

Tufan'ın dalgın gözleri hâlâ aynı yerde kilitli kalmıştı. Başıyla gelmesini işaret etti ve içkisini sehpanın üzerine bırakan garson oradan ayrıldı. Kadehini eline alıp, "Kusur yok." dedi. "Benim acım hep tuzla kavruluyor zaten, sadece konuşmalarının nereye varacağını öğrenmek için aradım seni."

"Öyle işte, başka bir şey yok."

İçkisinden bir yudum alan Tufan sanki o görüyormuş gibi başını ağırca salladı. "Kulağın delik olsun yine de, benim bilmediğim bir şey olursa haber edersin."

"Ederim, abi. Kapatıyorum şimdi. Kendine dikkat et."

Dikkat edilecek bir bedeni ya da ruhu bile kalmamıştı. "Olur."

Telefonu kapattı ve bir bacağını çaprazlamasına diğerinin üstüne atıp kadeh tutan elini bacağına yasladı. Başını arkaya attığında ise gözlerini kapatıp derince içini çekti. Geçmiyordu. Acı, kaya misali göğsünün üstüne oturmuş, ona nefes alacak alan bırakmıyordu.

Başını kaldırıp derhâl Hamza Bey'i aradı. Gitmeyi zaten kafasına koymuştu ama en azından patronuna haber vermesi gerekiyordu.

"Alo."

"Nasılsınız Hamza Bey?" diye sordu Tufan. "Müsait misiniz?"

Hamza Bey'in gürültülü bir ortamda olduğu belliydi. Eh müsait değilse de olacaktı, yapacak bir şey yoktu. "Dur, bir saniye." dedi Hamza Bey. "Burası kalabalık dışarıya çıkıyorum."

Tufan onu beklerken içkisinden bir yudum daha aldı. Ne vardı sanki sarhoş olup tüm dertlerinden arınabilseydi? İlk zamanlar kafası biraz olsun güzel oluyordu ama şimdi o da yoktu.

"Seni dinliyorum."

Hamza Bey'in otoriter sesi ile, "Bizim köstebek içeriden çıktı." diye rapor verdi, Tufan. "Aradığımız adamı bulup konuşturduk, sonra da ufak bir ceza verdik. Anlayacağınız burası temiz. Aklı olan kimse satış yapamaz artık."

Hamza Bey duraksadı. "Aferin sana, neden seni gönderdiğimi artık anlamışsındır. Neyse ki sen oradayken böyle olaylarla karşılaşmayız. Biliyorsun mekânların adı kirlenirse bu hepimizi etkiler."

"Mekândan yana sıkıntınız olmasın, içeriye kuş uçmaz." diye konuştu ve lafı daha fazla dolandırmadan konuya girmeye karar verdi. "Demem o ki, ben meseleyi çözüme bağladım. Kalmam için bir sebep yok. Yarın ya da ertesi gün yola çıkıyorum. Haber vermek için aradım."

"Ne?" Hamza Bey'in şaşkınlığı hattın ucundan bile anlaşılıyordu. "Ne yola çıkması, oğlum. Bir iki ay kalacaksın demiştim unuttun mu?"

"Onu işler çözülene kadar demiştiniz yanlış hatırlamıyorsam. Ben de mekânı o pisliklerden ayıkladım diyorum. Böyle konuşmamış mıydık?"

Hamza Bey yine sessiz kaldı. "Öyle konuştuk ama..." Ne diyeceğini bilemeden durakladığında, "Kalman mekân için daha iyi olur." dedi. "En azından bir ay kadar kalırsan elemanları da gözlemlemiş olursun."

Tufan, konunun bu kadar uzamasına anlam veremiyordu. Geniş omuzlarını esnetip, gergin bedenini rahatlatmaya çalışırken, "Ali, gözü açık bir adam benden daha iyi tanıyorsunuz." dedi üstüne basa basa. "Gerek İlhan, gerekse diğer çalışanlar olmak üzere, gözü hepsinin üstünde olacak merak etmeyin. Önemli bir şey olursa çıkar gelirim. Ama işimin bittiğini düşünüyorum. Hem orada yapacak işlerim var."

Onun sıkıntılı nefeslerini duyuyor, canının neye daraldığını bir türlü anlayamıyordu.

"Kendini toparlaman da önemli, Tufan." Hamza Bey'in sesi sertti. "Oraya en çok da bu yüzden gönderdim seni. Kafan dağılsın, kendine gel diye." Tufan'a düşünmesi için birkaç saniye vererek sustu. "Bu kadar kısa sürede kendine geldiğine emin misin?"

Genç adamın ifadesiz yüzü sert bir hâl aldı. "Olduğu kadar, Hamza Bey. Geldiğimde duruma bakarsınız, gelişme yoksa işi bırakırım olur biter. Kimse kimseye mecbur değil."

Arkadan konuşma sesleri gelmeye başladığında Hamza Bey'in nefesini bıkkınca üflediği duyuldu. "Ne diyeyim gel o zaman, ben gelme desem de gelecek gibisin zaten."

İyi bari, onu burada daha fazla tutamayacağını anlamıştı en azından.

Telefonu kapattı ve içkisini bitirip etrafına bakındı. Ortalıkta şişe falan görünmüyordu. Arayıp isteyebilirdi ama Ali'yle son geceleri olduğu için aşağıya inmeye karar verdi. Zil zurna sarhoş olana kadar içmeyi isterdi ama o da biliyordu, içki artık ona istediğini vermiyordu.

🍁

Continue Reading

You'll Also Like

737K 45.9K 50
GERÇEK AİLE KURGUSU İlk kitabım olduğu için yazım yanlışları ve mantık hataları olabilir. *13.11.2023*
599K 21.9K 31
Arkadaşımın abisine aşık olmak yapacağım en büyük saçmalıktı ama bazen işler bizim isteğimiz dışında gerçekleşebiliyordu. Serhat; Anlamıyorsun kızıl ...
567K 35.6K 12
Melis, annesinin kaderini yaşayan bir genç kızdı. Babası ve abisi tarafından evin hizmetlisi gibi görülür ve onlar için para kaynağı olmaktan ileri g...
157K 1.3K 11
Aile baskısı olan bir genç ne kadar cesaretli olabilir? Hayallerini yaşamak sadece rüya mı? Belki de elinden tutacak bir ele ihtiyacı vardır. O el s...