Monte Kristo Kontu

ClassicsTR tarafından

8.5K 309 47

Dumas klasik romanın kilometre taşlarından biri olan bu yapıtında, Doğu'ya, klasik mitolojiye ve insan psikol... Daha Fazla

1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
49
50
51
53
54
55
56
57
58
59
60
61

52

42 3 0
ClassicsTR tarafından

YEŞİL ÇEKİRGE

Valentine yalnız kaldı; başka iki saat sarkacı da Saint-Philippe du Roule'ün sarkacından daha sonra, farklı uzaklıklardan gece yarısını vurdu.

Sonra, uzaktaki birkaç arabanın uğultusu dışında her şey yeniden sessizliğe gömüldü.

O zaman Valentine'in tüm dikkati odasında, bir ibresi saniyeleri gösteren saatin sarkacında toplandı.

Genç kız saniyeleri saymaya başladı ve saniyelerin, kalbinin atışından iki kat daha yavaş ilerlediğini fark etti. Yine de kuşkusu vardı; kimseye zaran olmayan Valentine, birisinin onun ölümünü isteyeceğini düşünemiyordu; neden? Hangi amaçla? Bir düşman edinmek için kime ne kötülük yapmıştı?

Korkudan uyuyamıyordu.

Tek bir düşünce, korkunç bir düşünce gergin ruhuna egemendi; o da bu dünyada onu öldürmek isteyen birinin olduğu ve bunu yine denemek isteyeceğiydi.

Eğer bu kez bu kişi zehirin etkisiz olduğunu görmekten bıkmışsa, Monte Kristo'nun dediği gibi, kılıca başvuracaktı. Ya kontun yardıma koşacak kadar zamanı olmazsa! Ya şu an son saniyelerini yaşıyorsa! Ya Morrel'i bir daha göremeyecekse!

Valentine hem benzini solduran, hem de onu buz gibi tere boğan bu düşünceyle az kalsın çıngırağın kordonunu yakalayıp yardım isteyecekti.

Ama kitaplığın kapı aralığından kontun gözlerinin parladığını görür gibi oluyordu, bu bakışlar anılarım etkiliyor, düşündüğünde utançtan öylesine eziliyordu ki konta karşı duyduğu minnettarlığın, bir gün onun zamansız dostluğunun bu can sıkıcı etkisini silip silemeyeceğini kendi kendine soruyordu.

Yirmi dakika, sonsuzluk kadar uzun bir yirmi dakika böyle geçti, sonra bir on dakika daha geçti, sonunda saatin sarkacı bir saniye erken gıcırdayarak zile vurdu.

Tam o anda kitaplığın tahtası üzerinde belli belirsiz bir tırnak tıkırtısı Valentine'e, kontun beklediğini ve kendisine de beklemesini salık verdiğini anlattı.

Gerçekten de Valentine karşı taraftan, yani Edouard'ın odası tarafından döşemenin gıcırdadığını duyar gibi oldu; neredeyse soluğunu tutarak kulak verdi, kilidin dili tıkırdadı ve kapı menteşeleri üzerinde döndü.

Valentine dirseği üzerinde doğrulmuştu, ancak kendini yatağa atıp gözlerini koluyla saklayacak zaman buldu.

Sonra heyecanla ve titreyerek, kalbi anlaşılmaz bir korkuyla sıkışarak bekledi.

Biri yatağa yaklaştı ve perdelere hafifçe dokunup geçti.

Valentine tüm gücünü topladı, sakin sakin uyuyormuş gibi düzenli soluk alıp vermeye başladı.

"Valentine," dedi bir ses yavaşça.

Genç kız iliklerine kadar titredi ama hiç yanıt vermedi.

"Valentine," diye yineledi aynı ses.

Aynı sessizlik: Valentine hiç uyanmayacağına söz vermişti.

Sonra her şey kımıltısız kaldı.

Sadece Valentine biraz önce boşalttığı bardağa doldurulan sıvının belli belirsiz sesini duydu.

O zaman uzanmış kolunun altından gözkapaklarım aralamaya cesaret etti.

Ve daha önceden küçük bir şişede hazırlanmış bir sıvıyı bardağına boşaltan beyaz sa-bahlıklı bir kadın gördü.

Bu kısa sürede Valentine belki soluğunu tuttu, belki de bir hareket yaptı, çünkü kadın kaygıyla durdu, Valentine'in gerçekten uyuyup uyumadığını daha iyi görmek için yatağa eğildi: bu kadın Madam de Villefort'du.

Üvey annesini tanıyan Valentine acı bir ürpermeyle titredi, bu da yatağı salladı.

Madam de Villefort hemen duvarın gölgesine çekildi ve orada yatağın perdesinin arkasına sığınarak sessiz ve dikkatli, Valentine'in en küçük bir hareketini gözetlemeye başladı.

Valentine, Monte Kristo'nun korkunç sözlerini anımsadı; kadının diğer elinde bir tür uzun ve keskin bıçağın parıldadığını görür gibi oldu. O zaman iradesinin tüm gücünü toplayıp gözlerini kapamaya çalıştı, ama her zaman o kadar kolay olan bu işlev, duyularımızın bu en ürkek işlevi, o anda yapılması neredeyse olanaksız bir şeydi, doymak bilmeyen bir merak gözkapaklarım açık tutmak ve gerçeği anlamak için çaba harcıyordu.

Ama sessizliğin içinde Valentine'in düzenli soluk alıp verişinden çıkan sesin yeniden başlaması ile onun uyuduğundan emin olan Madam de Villefort kolunu yeniden uzattı ve yatağın başucuna toplanmış perdelerin arasına yarı gizlenmiş durarak, şişenin içindekini sonuna kadar Valentine'in bardağına boşalttı.

Sonra en küçük bir gürültü çıkarmadan gitti, öyle ki Valentine onun gidişini duymadı bile.

Valentine sadece kolun kaybolduğunu görmüştü, hepsi bu; bu kol, yirmi beş yaşında genç ve güzel bir kadının ölüm akıtan soğuk ve tombul koluydu.

Madam de Villefort'un odasında kaldığı bu bir buçuk dakikada, Valentine'in hissettiklerini açıklamak olanaksızdı.

Kitaplıktan gelen tırnak tıkırtısı genç kızı duyularını yitirmiş gibi içine gömüldüğü uyuşukluktan çekip çıkardı.

Çaba harcayarak başını kaldırdı.

Kapı yine sessizce, ikinci bir kez menteşeleri üzerinde döndü ve Monte Kristo Kontu göründü.

"Pekala! Hâlâ kuşkunuz var mı?" diye sordu kont.

"Aman Tanrım!" diye mırıldandı genç kız.

"Gördünüz mü?"

"Ne yazık ki evet!"

"Tanıdınız mı?"

Valentine bir inilti kopardı.

"Evet," dedi, "ama inanamıyorum."

"O zaman ölmeyi ve Maximilien'i de öldürmeyi yeğliyorsunuz!..."

"Tanrım, Tanrım!" diye yineledi genç kız neredeyse kendini kaybederek; "ama evden gidemez miyim, kurtulamaz mıyım?"

"Valentine, sizi izleyen el sizi her yerde bulur: para gücüyle hizmetçileriniz kandırılır ve ölüm kılık değiştirmiş olarak, kaynağından içtiğiniz suda, ağaçtan kopardığınız meyvede, her görünüm altında karşınıza çıkacaktır."

"Ama siz dedeciğimin önleminin bana zehire karşı bağışıklık kazandırdığını söylememiş miydiniz?"

"Bir zehire karşı ve henüz güçlü bir dozda kullanılmamış zehire karşı; zehir değiştirilecek, dozu da artırılacaktır."

Kont bardağı aldı ve dudaklarını değdirdi.

"İşte bakın," dedi, "bunu yapmış bile. Artık sizi brüsin ile zehirlemiyor, basit bir uyuşturucuyla zehirliyor. Bu zehirin içinde eritildiği alkolün tadını biliyorum. Eğer Madam de Villefort'un bu bardağa biraz önce boşalttığı zehiri içmiş olsaydınız ölmüştünüz."

"Aman Tanrım!" diye haykırdı genç kız, "benden ne istiyor?"

"Nasıl! Siz o kadar tatlı, o kadar iyisiniz ve kötülüğe o kadar inanmıyorsunuz ki, bunu anlayamıyorsunuz değil mi Valentine?"

"Hayır," dedi genç kız; "ben ona hiç kötülük yapmadım."

"Ama siz zenginsiniz Valentine; sizin iki yüz bin frank geliriniz var ve bu iki yüz bin franklık geliri siz onun oğlunun elinden alıyorsunuz."

"Nasıl yani? Benim servetim hiç de onun serveti değil, bana büyükannemden ve büyükbabamdan kaldı."

"Elbette, işte Mösyö ve Madam de Saint-Meran bunun için öldüler: siz onların mirasçısı olasınız diye; işte sizi mirasçısı yaptığı gün Mösyö Noirtier bu nedenle mahkum oldu; işte bu nedenle siz de ölmelisiniz Valentine; böylece babanız sizin mirasçınız olacak, erkek kardeşiniz de tek çocuk olduğu için babanızın mirasçısı olacak."

"Edouard! Zavallı çocuk, tüm bu cinayetler onun için mi işleniyor?"

"Ah! Sonunda anladınız."

"Aman Tanrım! Dilerim tüm bu suçlar onun üstüne kalmaz!"

"Siz bir meleksiniz Valentine."

"Peki büyükbabam, onu öldürmekten vaz mı geçtiler?"

"Düşündüler ki, siz mirastan yoksun bırakılmadıkça, öldüğünüzde bu miras doğal olarak erkek kardeşinize kalacağına göre bu, sonuçta yararsız bir cinayet olacaktı, üstelik-iki nedenden tehlikeli olacaktı."

"Ve böyle bir çözüm bir kadının kafasından çıktı! Aman Tanrım! Aman Tanrım!" "Perugia'yı anımsayın, posta otelinin çardağını, kahverengi paltolu adamı anımsayın, üvey anneniz aqua-tofana ile ilgili sorular soruyordu; işte, daha o zamandan bu korkunç tasarı kafasında olgunlaşıyordu."

"Ah! Mösyö," diye haykırdı tatlı genç kız gözyaşlarına boğularak, "şimdi anlıyorum, eğer durum böyleyse ben ölüme mahkum oldum demektir."

"Hayır, Valentine, hayır, çünkü tüm bu komploları önceden düşündüm; hayır, çünkü düşmanımız, ne yapacağını önceden bildiğimize göre, yenildi demektir; hayır, yaşayacaksınız Valentine, sevmek ve sevilmek için yaşayacaksınız, mutlu olmak ve soylu bir yüreği mutlu etmek için yaşayacaksınız; ama yaşamak için Valentine, bana çok güvenmeniz gerek."

"Emredin mösyö, ne yapmam gerek?"

"Size verdiğimi gözü kapalı yiyip içeceksiniz."

"Ah! Tanrı şahidim olsun," diye haykırdı Valentine, "eğer tek başıma olsaydım ölmeyi yeğlerdim."

"Kimseye güvenmeyeceksiniz, babanıza bile."

"Babam bu korkunç komploda yer almıyor, değil mi mösyö?" dedi Valentine ellerini kavuşturarak.

"Hayır, ama babanız, yasal suçlamalara alışık bir insan olan babanız evindeki tüm bu ölümlerin hiç de doğal olmadığından kuşku duymalıydı. Sizin başınızda bekleyen kişi babanız olmalıydı, bu saatte benim olduğum yerde babanız olmalıydı; bu bardağı o boşaltmış olmalıydı; katilin dikilen o olmalıydı. Hayalet hayalete karşı," diye fısıldadı, cümlesini yüksek sesle bitirirken.

"Mösyö," dedi Valentine, "yaşamak için her şeyi yapacağım, çünkü beni ben ölürsem ölecek kadar seven iki kişi var dünyada: büyükbabam ve Maximilien."

"Sizi kolladığım gibi onları da kollayacağım."

"Pekala mösyö, bana istediğinizi yapın," dedi Valentine. Sonra yüksek sesle: "Ah Tanrım! Ah Tanrım!" dedi, "daha başıma neler gelecek?"

"Başınıza bir şey gelince hiç korkmayın Valentine, eğer acı çekerseniz, gözünüz görmez, kulağınız duymaz olup dokunma duyunuzu yitirirseniz de hiç korkmayın, nerede olduğunuzu bilmeden uyanırsanız korkmayın, uyandığınızda kendinizi bir mezarın içinde ya da çivilenmiş bir tabutun içinde bulursanız da korkmayın, konuştuklarımızı anımsayın ve şöyle deyin: 'şu anda, bir dost, bir baba, benim ve Maximilien'in mutluluğunu isteyen bir adam, işte o adam beni koruyor.'"

"Ne yazık! Ne korkunç durum!"

"Valentine, üvey annenizi ele vermeyi mi yeğlerdiniz?"

"Bunu yapmaktansa yüz kez ölürüm daha iyi! Ah! Evet, ölmek."

"Hayır ölmeyeceksiniz, başınıza ne gelirse gelsin, bana söz verin, hiç yakınmayacaksınız, hep umut edeceksiniz, söz mü?"

"Maximilien'i düşüneceğim."

"Siz benim sevgili kızlınsınız Valentine, tek başıma sizi kurtarabilirim ve kurtaracağım."

Valentine korkunun doruğunda, ellerini birleştirdi çünkü Tanrıdan cesaret istemenin zamanının geldiğini hissediyordu, ve durmadan sözcükler mırıldanarak ve beyaz omuzlarını uzun saçlarından başka kapatan bir örtü olmadığı unutarak dua etmek için doğruldu, geceliğinin ince danteli altından kalbinin çarptığı görülüyordu.

Kont elini yavaşça genç kızın koluna koydu, kadife yatak örtüsünü boynuna kadar çekti ve bir baba gibi gülümseyerek:

"Kızım," dedi, "Tanrımn iyiliğine ve Maximilien'in aşkına inandığınız gibi benim bağlılığıma da inanın."

Valentine ona minnettarlık dolu bakışlarla baktı ve onun koruyucu kanatları altındaki bir çocuk gibi uysallaştı.

O zaman kont yeleğinin cebinden zümrüt bir şeker kutusu çıkardı, onun altından kapağını kaldırdı ve Valentine'in sağ eline bezelye büyüklüğünde küçük yuvarlak bir pastil bıraktı.

Valentine öbür eliyle onu aldı, konta dikkatle baktı: bu gözüpek koruyucunun yüz çizgilerinde ilahi gücün ve görkemin yansıması vardı. Valentine'in ona bakışıyla soru sorduğu belliydi.

"Evet," diye yanıt verdi kont.

Valentine pastili ağzına koydu ve yuttu.

"Şimdi hoşçakal yavrum," dedi kont, "ben uyumaya gidiyorum, çünkü kurtuldunuz."

"Gidin," dedi Valentine, "başıma ne gelirse gelsin korkmayacağıma söz veriyorum."

Monte Kristo gözlerini uzun zaman genç kızdan ayıramadı, Valentine kontun ona verdiği uyuşturucunun etkisiyle yavaş yavaş uyumaya başlamıştı.

O zaman kont bardağı aldı, onun dörtte üçünü, sanki Valentine içmiş gibi, şömineye boşalttı, sonra bardağı başucundaki masanın üstüne koydu, daha sonra kitaplığın kapısına gitti ve Tanrının ayakları dibine yatmış bir melek saflığı ve güveniyle uyuyan Valenti-ne'e son bir kez baktıktan sonra ortadan kayboldu.

VALENTİNE

Gece lambası Valentine'in şöminesi üzerinde yanmaya devam ediyordu, suyun üstünde yüzen son birkaç damla yağ tükenmek üzereydi; daha şimdiden kızılımsı bir halka fanusun içinde yüzdüğü kaymaktaşmı renklendirmişti, henüz canlı olan alevden, cansız varlıklarda, insan denen zavallı yaratıktaki can çekişme kasılmalarına benzeyen son çıtırtılar çıkmaya başlamıştı; basık ve sıkıntılı bir günün değişken renkli yansımaları genç kızın çarşaflarına ve beyaz perdelere düşüyordu.

Bu kez sokaktaki tüm sesler kesilmişti ve içerdeki sessizlik ürkütücüydü.

Bu sırada Edouard'ın odasının kapısı açıldı, kapının karşısındaki aynada daha önce gördüğümüz yüz belirdi: bu, hazırladığı içeceğin etkisini görmek için gelen Madam de Villefort'du.

Eşikte durdu, hiçbir şey yokmuş gibi sessiz görünen bu odada duyulan tek ses olan lambanın çıtırtısını dinledi, sonra Valentine'in bardağının boş olup olmadığını görmek için başucundaki masaya yavaşça yaklaştı.

Dediğimiz gibi bardağın dörtte biri doluydu.

Madam de Villefort bardağı aldı, onu küllerin içine boşaltmaya gitti, sıvıyı daha çabuk emmesi için külleri karıştırdı, sonra kristal bardağı özenle ovarak yıkadı, kendi mendiliyle kuruladı ve yeniden masanın üstüne bıraktı.

Odanın içini görebilen biri Madam de Villefort'un gözlerini Valentine'e dikerken ve yatağa yaklaşırken gösterdiği duraksamayı fark edebilirdi.

Bu iç karartıcı ışık, bu sessizlik, gecenin bu korkunç şiiri, kuşkusuz onun bilincinin korkunç şiiri ile bağdaşıyordu: zehirleyen kişi yaptığı işten korkuyordu.

Sonunda cesaret buldu, perdeyi çekti, yatağın başucuna yaslandı ve Valentine'e baktı.

Genç kız artık soluk almıyordu, yarı sıkılmış dişleri arasından yaşam belirtisi olan küçücük bir soluk bile çıkmıyordu; bembeyaz dudakları artık ürpermiyordu; derisinden süzülmüş gibi görünen mor bir buhara gömülmüş gözleri, fanusun ışığının düştüğü yerde daha beyaz bir çıkıntı oluşturuyordu, uzun siyah kirpikleri şimdiden balmumu gibi matlaşmış teninde çizgi çizgi görünüyordu sanki.

Madam de Villefort hareketsizliği içinde bu kadar anlamlı bir ifade taşıyan bu yüzü seyretti, sonra yine cesaret buldu, örtüyü kaldırarak elini genç kızın kalbine koydu.

Kalbi sessiz ve buz gibiydi.

Elinin altında atan kendi parmaklarındaki atardamardı; ürpererek elini geri çekti.

Valentine'in kolu yataktan aşağı sarkmıştı; bu kol, omzuna bağlanan bölümden dirseğinin içine kadar uzanıyordu ve Germain Pilon'un Tanrıçalarından birinin kolunun örneğiydi sanki, ama ön kolun biçimi, kasılma nedeniyle hafifçe bozulmuştu, son derece güzel bir biçimi olan bileği biraz katılaşmış, parmakları açılmış olarak maun ağacına yaslanmıştı.

Tırnak dipleri mavimsiydi.

Madam de Villefort'un artık kuşkusu kalmamıştı: her şey bitmişti, korkunç iş, yaptığı son iş sonunda başarıya ulaşmıştı.

Zehirleyicinin bu odada artık yapacağı bir şey kalmamıştı; o kadar ihtiyatla geri geri gidiyordu ki, ayaklarının halı üzerinde çıkardığı sesten kuşkulandığı açıkça görülüyordu, ama geri geri giderken kendisi için dayanılmaz bir çekiciliği olan ölüm gösterisine kendini kaptırarak eliyle perdeyi kaldırmış tutuyordu. Ölüm kokuşma değil, sadece hareketsizlik olarak kaldıkça, gizemli oldukça, henüz iğrenilecek bir şey değildir.

Dakikalar geçiyordu; Madam de Villefort Valentine'in başının üstünde bir kefen gibi asılı tuttuğu perdeyi bırakamıyordu. Düşünün bedelini ödemişti: cinayet düşü, bu vicdan azabı olmalıydı.

O sırada gece lambasının çıtırtısı arttı.

Madam de Villefort bu ses üzerine ürperdi ve perdeyi bıraktı.

Aynı anda gece lambası söndü ve oda ürkütücü bir karanlığa gömüldü.

Bu karanlığın ortasında saatin sarkacı harekete geçti ve dört buçuğu vurdu.

Zehirleyici; bu art arda gelen darbelerden ürküp eliyle tutuna tutuna kapıya geldi ve yüzü iç sıkıntısından terlemiş halde odasına girdi.

Karanlık daha iki saat devam etti.

Sonra, yavaş yavaş soluk bir aydınlık panjurların aralıklarından içeri süzülerek odayı kapladı; yavaş yavaş arttı, eşyalara ve insanlara bir renk ve biçim vermeye başladı.

İşte o sırada, hastayı bekleyen kadının öksürüğü merdivenlerde duyuldu ve kadın elinde bir fincanla Valentine'in odasına girdi.

Bir baba ve bir âşık için ilk bakış kesin bir sonuca götürür, Valentine ölmüştür; ama bu ücretli çalışan kadın için Valentine sadece uyuyordu.

"İyi," dedi başucundaki masaya yaklaşarak, "sulu ilacının bir kısmını içmiş, bardağın üçte ikisi boş."

Sonra şömineye gitti, ateşi yeniden yaktı, koltuğuna yerleşti, yatağından yeni kalkmış olmasına karşın, birkaç dakika daha uyumak için Valentine'in uyumasından yararlandı.

Saatin sarkacı saat sekizi vurarak onu uyandırdı.

O zaman, genç kızın içinde bulunduğu sürekli uyku haline şaşırarak, yatağın dışına sarkan bu koldan ve uyuyanın kendine gelmemesinden korkarak yatağa doğru ilerledi ve ancak o zaman genç kızın soğuk dudaklarının ve buz gibi göğsünün farkına vardı.

Kolu bedenin yanma koymak istedi, ama kol bir hastabakıcının yanılamayacağı kadar ürkütücü bir sertlikle bu isteğe uymadı.

Kadın korkunç bir çığlık attı.

Sonra kapıya koşarak:

"Yardım edin, yardım edin!" diye bağırdı.

"Yardım edin de ne demek!" diye yanıt verdi Mösyö d'Avrigny'nin sesi merdivenin altından.

Bu saat doktorun her zamanki geliş saatiydi.

"Yardım edin de ne demek!" diye haykırdı çalışma odasından hemen çıkan Villefort'un sesi; "doktor, yardım isteyen çığlığı duymadınız mı?"

"Evet, duydum; yukarı çıkalım," diye yanıt verdi d'Avrigny, "çabuk Valentine'in odasına çıkalım."

Ama doktor ve baba odaya girmeden önce, o katta odalarında ya da koridorlarda bulunan hizmetçiler içeri girdiler, Valentine'i yatağında solgun ve hareketsiz görünce ellerini göğe kaldırdılar ve başları dönmüş gibi sendelemeye başladılar.

"Madam de Villefort'u çağırın! Madam de Villefort'u uyandırın!" diye haykırdı krallık savcısı, odadan içeri girmeye cesaret edemiyormuş gibi kapıdan seslenerek.

Ama hizmetçiler yanıt vereceklerine içeri girmiş, Valentine'e doğru koşmuş ve onu kollarına alıp kaldırmış olan Mösyö d'Avrigny'ye bakıyorlardı.

"Yine mi bu!..." diye mırıldandı kızı kollarından bırakarak. "Ah Tanrım, Tanrım, ne zaman usanacaksınız?"

Villefort odaya daldı.

"Ne diyorsunuz, Tanrım!" diye haykırdı iki elini göğe kaldırarak. "Doktor!... doktor!..."

"Valentine'in öldüğünü söylüyorum!" diye yanıt verdi d'Avrigny törensel ve törensel olduğu kadar korkunç bir sesle.

Mösyö de Villefort bacakları kırılmış gibi olduğu yere yığıldı ve başı Valentine'in yatağının üstüne düştü.

Doktorun sözleri, babanın çığlıkları üzerine dehşete kapılan hizmetçiler gizli beddualar okuyarak kaçtılar; merdivenlerden ve koridorlardan hızlı ayak sesleri duyuldu, sonra da avluda büyük bir hareket oldu, hepsi o kadar; gürültü bitti: hizmetçilerin hepsi bu lanetli evi terk edip gitmişti.

O sırada sabahlığının kolunu yarıya kadar giymiş bir halde gelen Madam de Villefort kapıya asılmış halıyı kaldırdı, orada bulunanlara soru sorar gibi bakarken bir yandan da gözlerini yaşartmaya çalışarak bir an eşikte durdu.

Birden bir adım attı, ya da daha doğrusu ellerini masaya doğru uzatarak öne doğru atıldı.

D'Avrigny'nin merakla masaya eğildiğini ve gece boşalttığından emin olduğu bardağı aldığını görmüştü.

Bardağın, tıpkı içindekini küllerin üstüne boşalttığı zamanki gibi, üçte biri doluydu.

Valentine'in hayaleti zehirleyicinin önünde doğrulsaydı, onun üzerinde daha az etki yapardı.

Gerçekten de bu sıvının rengi, Valentine'in bardağına boşalttığı ve içtiği sıvı ile aynıydı; Mösyö d'Avrigny'nin dikkatle baktığı bu zehirdi, doktorun gözleri yanılmıyordu: bu kuşkusuz katilin önlemlerine karşın orada kalmış, cinayeti ele veren bir iz, bir kanıttı, Tanrının bir mucizesiydi.

Bu sırada Madam de Villefort Korku heykeli gibi kımıldamadan dururken, Villefort başını ölünün yatak çarşaflarına gömmüş, çevresinde olan bitenden hiçbir şey anlamazken, d'Avrigny bardağın içindekini daha iyi görmek için pencereye yaklaşmış, parmağının ucuyla bardağın içindekinden bir damla alarak tadına bakmıştı.

"Ah!" diye mırıldandı, "bu kez brüsin değil, bakalım neymiş."

Hemen Valentine'in odasındaki dolaplardan eczaneye dönüştürülmüş olana koştu, gümüş bir gözden bir şişe nitrik asit aldı, opal rengi sıvının içine birkaç damla bu asitten damlattı, sıvı hemen parlak kırmızı bir renk aldı.

D'Avrigny, bir problemi çözen bilginin sevincine, gerçeği ortaya çıkaran yargıcın korkusu karışmış gibi "Ah!" dedi.

Madam de Villefort bir an olduğu yerde geri döndü, gözleri alev saçıyordu, sonra alevler karardı; genç kadm sendeleyerek eliyle kapıyı aradı ve ortadan yok oldu.

Bir dakika sonra, uzakta döşemeye düşen birinin gürültüsü duyuldu.

Ama bu kimsenin dikkatini çekmedi. Hastabakıcı kimyasal analize bakıyordu, Villefort ise bitkindi.

Sadece Mösyö d'Avrigny gözleriyle Madam de Villefort'u izlemiş ve onun acele çıkışını fark etmişti.

Valentine'in oda kapısındaki halıyı kaldırdı, bakışları Edouard'ın odasından Madam de Villefort'un dairesine uzandı ve onun döşemenin üzerinde hareketsiz yattığını gördü.

"Madam de Villefort'un yardımına koşun," dedi hastabakıcıya, "Madam de Villefort kötü bir durumda."

"Ya Matmazel Valentine?" diye kekeledi hastabakıcı.

"Matmazel Valentine'in artık yardıma ihtiyacı yok," dedi d'Avrigny, "çünkü öldü."

"Öldü! Öldü!" diye içini çekti Villefort, bu taş gibi kalp için yeni, bilinmeyen ve duyulmamış olduğu kadar iç paralayan bir acınm doruğunda.

"Öldü mü? Ne diyorsunuz?" diye haykırdı üçüncü bir ses, "Valentine'in öldüğünü kim söyledi?"

İki adam geri döndüler ve kapıda Morrel'in ayakta, solgun, altüst olmuş ve korkunç bir durumda durduğunu gördüler.

işte olanlar:

Morrel her zamanki saatte, Noirtier'ye çıkan küçük kapının önündeydi.

Her zamankinin tersine kapıyı açık buldu, kapıyı çalmaya gerek yoktu, bu nedenle de içeri girdi.

Girişte bir an durdu ve kendisini yaşlı Noirtier'nin yanma götüren hizmetçiyi çağırdı.

Ama kimse yanıt vermedi, bildiğiniz gibi hizmetçiler evi terk etmişti.

Morrel'in o gün kaygı duyması için hiçbir özel neden yoktu: Valentine'in yaşayacağı konusunda Monte Kristo'nun sözü vardı ve o zamana dek bu söz tutulmuştu. Her akşam kont ona iyi haberler veriyordu, ertesi gün de bu haberler Noirtier tarafından doğrulanıyordu.

Yine de sessizlik ona garip geldi; ikinci bir kez, üçüncü bir kez seslendi, yine aynı sessizlik.

O zaman yukarı çıkmaya karar verdi.

Noirtier'nin kapısı da öbür kapılar gibi açıktı.

Gördüğü ilk şey ihtiyarın her zamanki yerinde, koltuğunda olduğuydu; büyümüş gözleri, içindeki büyük korkuyu anlatır gibiydi, yüzüne yayılmış garip solukluk da bunu doğruluyordu.

"Nasılsınız efendim?" diye sordu genç adam kalbi biraz sıkışarak.

"İyi!" dedi ihtiyar gözlerini kırparak, "iyi."

Ama yüzü kaygıyla büyümüş gibiydi.

"Kafanızı meşgul eden bir düşünce var," diye devam etti Morrel, "bir şeye ihtiyacınız var. Adamlarınızdan birini çağırmamı ister misiniz?"

"Evet," dedi Noirtier.

Morrel çıngırağın ziline asıldı, koparacak kadar çekti, ama boşuna, kimse gelmedi.

Noirtier'ye döndü. İhtiyarın yüzündeki iç sıkıntısı ve kaygı giderek artıyordu.

"Tanrım! Tanrım!" dedi Morrel, "neden kimse gelmiyor? Evde hasta biri mi var?"

Noirtier'nin gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi.

"Ama sizin neyiniz var?" diye devam etti Morrel, "beni korkutuyorsunuz. Valentine! Valentine!"

"Evet, evet!" dedi Noirtier.

Maximilien bir şey söylemek için ağzını açtı, ama ağzından tek sözcük çıkmadı: sendeledi ve duvara yaslandı.

Sonra elini kapıya doğru uzattı.

"Evet, evet, evet," diye devam etti ihtiyar.

Maximilien küçük merdivene atıldı, iki sıçrayışta çıktı, Noirtier ona gözleriyle şöyle diyordu sanki:

"Daha çabuk! Daha çabuk!"

Evin geri kalanı gibi ıssız bir sürü odayı geçmek ve Valentine'in odasına gelmek için genç adama bir dakika yetti.

Kapıyı itmesine gerek kalmadı, kapı ardına kadar- açıktı.

Farkına vardığı ilk ses bir hıçkırık oldu. Bir bulutun arkasındaymış gibi diz çökmüş ve beyaz çarşaflardan karmakarışık bir yığın içinde kaybolmuş siyah bir yüz gördü. Korkuyla, ürkütücü bir korkuyla eşiğe çakılıp kalmıştı.

O zaman, "Valentine öldü" diyen bir ses duydu, ikinci ses bir yankı gibi yanıt veriyordu:

"Öldü! Öldü!"

Okumaya devam et

Bunları da Beğeneceksin

1.9M 132K 30
Onların kaderi yıllar önce yaşanmış tek bir gece sayesinde birleşti. Bir anda karşısına çıkan ve peşini bırakmayan Atmanlı aşireti genç kızın bütün s...
12.2K 403 40
1860'ların Fransa'sında, kuzeydeki maden işçileri, çetin çalışma koşullarında yaşam mücadelesi vermektedir. İşçiler, ocaklarda göçük ve grizu patlama...
35.2K 1.3K 7
Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910): Anna Karenina, Savaş ve Barış, Kreutzer Sonat ve Diriliş'in büyük yazarı, yaşamının son otuz yılında kendini ins...
18.3K 766 53
"Quasimodo", Paskalya'dan sonraki ilk pazara verilen addır aslında. XX. yüzyıl Parisi'nde Notre-Dame Kilisesi'nin ön avlusundaki kerevete, kimsesiz b...