Monte Kristo Kontu

By ClassicsTR

8.5K 309 47

Dumas klasik romanın kilometre taşlarından biri olan bu yapıtında, Doğu'ya, klasik mitolojiye ve insan psikol... More

1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56
57
58
59
60
61

32

83 1 0
By ClassicsTR

EVLİLİK TABLOSU

Üç genç XV. Louis meydanında ayrıldılar. Morrel bulvarlara, Château-Renaud devrim köprüsüne gitti, Debray de rıhtımı izledi.

Morrel ve Château-Renaud büyük bir olasılıkla, Meclis kürsüsündeki güzel konuşmalarda ve Richelieu sokağındaki tiyatroda iyi yazılmış oyunlarda söylendiği gibi aile ocağına döndüler ama Debray için aynı şey söylenemez, Louvre'un küçük kapısının önüne gelince sola döndü, hiç oyalanmadan Carrousel'i geçti, Saint-Roch sokağına girdi, Michodi-ere sokağından çıktı ve Mösyö de Villefort'un, onu ve karısını bıraktıktan sonra baronesi evine getirmek için Saint-Honore'ye gelmiş olan landosu ile aynı zamanda Mösyö Danglarsin kapısına ulaştı.

Evle içlidışlı bir adam olarak avluya önce Debray girdi, dizginleri evin uşağının eline attı, sonra da Madam Danglars'ı indirmek için arabanın kapısına geldi, kolunu Madam Danglars'a uzattı, eve girdiler.

Kapı kapanır kapanmaz, barones ve Debray avluda yalnız kalınca:

"Neyiniz var Hermine?" dedi Debray, "Bu öyküyü duyunca mı yoksa kontun anlattığı uydurma şeylerden mi fenalaştınız?"

"Bu gece son derece keyifsiz olduğum için dostum," dedi barones.

"Hayır Hermine," dedi Debray, "beni buna inandıramazsınız. Kontun evine geldiğinizde son derece keyifliydiniz. Mösyö Danglars'ın yüzü biraz asıktı, doğru; ama o keyifsiz olunca sizin ne durumda olduğunuzu biliyorum. Birisi size bir şey yaptı. Bana bunu anlatın; size bir saygısızlık yapıldığında her zaman acı duyduğumu iyi biliyorsunuz." "Yanılıyorsunuz, Lucien, inanın," dedi Madam Danglars, "her şey size anlattığım gibi, farkına vardığınız ve size sözüne etmeye değmeyeceğini düşündüğüm bir keyifsizlik işte." Madam Danglarsin, kadınların çoğu zaman ne olduklarını anlamadıkları ve Deb-, ray'nin tahmin ettiği sinirli kızgınlıklardan birinin etkisi altında olduğuna hiç kuşku yoktu, kimseye itiraf etmek istemediği gizli bir şok geçiriyordu. Kadınların yaşamının ayrılmaz parçalarından biri gibi olan rahatsızlıklara alışık bir adam olarak Debray yeniden bir soru sormak ya da proprio motu bir itiraf beklemek için uygun zamanı kollayarak daha çok üstelemedi.

Barones yatak odasının kapısında Matmazel Comelie'ye rastladı.

"Kızım ne yapıyor?" diye sordu Madam Danglars.

"Bütün gece çalıştı," diye yanıt verdi Matmazel Comelie, "sonra da yattı." "Piyanosunun sesini duyuyorum sanki."

"Matmazel yataktayken ona müzik dinleten Matmazel Louise d'Armilly'nin piyanosu." "İyi," dedi Madam Danglars, "gelin soyunmama yardım edin."

Yatak odasına girdiler. Debray büyük bir kanepeye uzandı, Madam Danglars Matmazel Comelie ile birlikte soyunma odasına geçti.

"Sevgili Mösyö Lucien," diye seslendi Madam Danglars odanm kapısından, "her zaman Eugenie'nin sizinle hiç konuşmadığından yakınırsınız, değil mi?"

"Madam," dedi Lucien, bir yandan da baronesin, onun evin dostu olduğunu bilerek Debray'ye bin bir maskaralık yapan küçük köpeği ile oynayarak, "bu acı yakınmalarda bulunan tek kişi ben değilim, geçen gün Morcerfin, nişanlısının ağzından tek sözcük alamadığından yakındığını duydum."

"Doğru," dedi Madam Danglars, "ama sanırım bir sabah her şey değişecek ve siz Eugenie'nin sizin çalışma odanıza girdiğini göreceksiniz."

"Çalışma odama mı, benim mi?"

"Yani bakanlıktaki odanıza."

"Neden?"

"Sizden opera için bir sözleşme istemek için! Gerçekten müziğe karşı hiç böyle bir hayranlık görmedim: yüksek sosyeteden biri için gülünç bir şey."

Debray gülümsedi.

"Pekala," dedi, "baronun ve sizin izninizle gelsin, onunla bu sözleşmeyi yaparız ve onunki kadar büyük bir yeteneğe uygun ödeme yapmak için çok fakir olmamıza karşın, değerine göre bir şey ayarlamaya çalışırız."

"Gidebilirsiniz Cornelie," dedi Madam Danglars, "artık size ihtiyacım yok."

Comelie çıktı, bir dakika sonra Madam Danglars çok güzel bir ev giysisiyle giyinme odasından çıktı ve gelip Lucien'in yanma oturdu.

Sonra dalgın dalgın küçük İspanyol cinsi köpeğini okşamaya başladı.

. Lucien bir an hiçbir şey söylemeden ona baktı.

"Haydi Hermine," dedi bir dakikanın sonunda, "içtenlikle yanıt verin: sizi inciten bir şey var, değil rai?"

"Hiçbir şey yok," dedi barones.

Ama yine de boğulur gibi ayağa kalktı, soluk almaya çalıştı ve aynada kendine bakmaya gitti.

"Bu akşam herkesi korkutmuş olmalıyım," dedi.

Debray bu son noktada baronesi sakinleştirmek için gülümseyerek yerinden kalktı, tam o sırada kapı açıldı.

Mösyö Danglars göründü; Debray tekrar yerine oturdu.

Madam Danglars kapının sesini duyunca döndü ve gizleme zahmetine bile girmediği bir şaşkınlıkla kocasına baktı.

"İyi akşamlar madam," dedi bankacı; "iyi akşamlar Mösyö Debray."

Barones kuşkusuz bu habersiz ziyaretin gün içinde baronun ağzından kaçan acı sözleri onarmak isteği gibi bir anlam taşıdığını sandı.

Soylu bir havayla önlemini aldı ve kocasına yanıt vermeyerek Lucien'e döndü:

"Bana bir şeyler okuyun Mösyö Debray," dedi.

Bu ziyaretin önceleri biraz kaygılandırdığı Debray de barones gibi sakinleşti ve ortasında altın kakmalı sedeften ağzı olan bir bıçak duran bir kitaba doğru elini uzattı.

"Bağışlayın ama," dedi bankacı, "bu kadar geç bir saate kadar uyanık kalarak yorulacaksınız, saat on bir, Mösyö Debray de çok uzakta oturuyor." Debray sadece Danglars'ın sesinin son derece sakin ve nazik olmasından değil, bu sakinlik ve nezaketin arkasında bu akşam karısının isteği dışında bir şey yapmak istemesinin gizlendiğini görerek şaşkınlıktan donup kaldı.

Barones de şaşkınlık içindeydi ve kocasına, eğer borsanm kapanışını incelediği gazeteye gözlerini dikmemiş olsaydı, onu düşündürecek bir bakışla bakarak şaşkınlığım gösterdi.

Bunun sonucu olarak da boşu boşuna o kadar kibirle bakmış oldu ve bakışı tümüyle etkisiz kaldı.

"Mösyö Lucien," dedi barones, "size uyumaya hiç niyetim olmadığım, size anlatacak binlerce şeyim olduğunu, ayakta uyuşanız da tüm geceyi beni dinleyerek geçireceğinizi bildiriyorum."

"Emredersiniz, madam," diye yanıt verdi soğuk bir biçimde Lucien.

"Sevgili Mösyö Debray," dedi bu kez bankacı, "bu gece Madam Danglars'ın çılgınlıklarını dinleyerek kendinizi öldürmeyin rica ederim, çünkü bunları yarın da dinlersiniz ama bu gece bana ait, bu geceyi kendime ayırıyorum ve eğer izin verirseniz bu geceyi karımla çok önemli şeyler konuşmaya ayıracağım."

Bu kez darbe o kadar doğrudan ve o kadar sağlam gelmişti ki, Lucien'i de baronesi de şaşırttı; ikisi de bu saldırıya karşı birbirlerinden yardım ister gibi gözleriyle birbirlerini sorguladılar; ama evin efendisinin karşı koyulmaz gücü galip geldi ve güç kocada kaldı.

"Sakın sizi kovduğumu sanmayın sevgili Debray," diye devam etti Danglars; "hayır, kesinlikle değil: beklenmedik bir durum bu gece beni baronesle konuşmak zorunda bıraktı, bu bana hınç duyulmasını gerektirmeyecek kadar ender olan bir şeydir."

Debray birkaç sözcük mırıldandı, selam verdi ve Mathan'ın Athalie'de yaptığı gibi köşelere çarparak çıktı.

"Bu inanılmaz," dedi kapı arkasından kapanır kapanmaz, "o kadar gülünç bulduğumuz bu kocalar, bize karşı ne kolay üstünlük sağlıyorlar!"

Lucien gider gitmez Danglars kanepede onun yerine oturdu, açık kalmış kitabı kapadı ve son derece kendim beğenmiş bir hal takınarak köpekle oynamaya devam etti. Ama ona Debray kadar yakınlık duymayan köpek onu ısırmak isteyince köpeği boyun derisinden tuttu ve odanın öbür köşesindeki şezlongun üstüne attı.

Hayvan odayı boydan boya geçerken bir çığlık attı ama yerine ulaşınca bir yastığın arkasına büzülüp saklandı ve hiç alışık olmadığı bu davranıştan şaşkına dönerek ses çıkarmadan, kımıldamadan kalakaldı.

"ilerleme gösterdiğinizi biliyor musunuz mösyö?" dedi barones istifini bozmadan, "genelde sadece kabasımzdır ama bu akşam hoyratsınız da."

"Bu akşam her zamankinden daha keyifsiz olduğum içindir," diye yamt verdi Danglars. Hermine bankacıya büyük bir küçümseme ile baktı. Genelde böyle bakışlar gururlu Danglars'ı çileden çıkarırdı; ama bu akşam buna sanki önem vermiyor gibiydi.

"Sizin keyifsizliğinizden bana ne?" diye yanıt verdi barones, kocasının duyarsızlığına sinirlenerek, "böyle şeyler beni ilgilendirir mi? Keyifsizliğinizi kendinize saklayın ya da büronuzda bırakın, para ödediğiniz memurlanmz olduğuna göre hıncınızı onlardan çıkarın!" "Hayır, öyle yapmayacağım," diye yanıt verdi Danglars, "siz öğütlerinizde yanılıyorsunuz madam, ben onları izlemeyeceğim. Benim bürolarım, sanırım Mösyö Desmouti-ers'nin dediği gibi, benim gelir kaynağımdır ve onların akışım bozmak ve dinginliğini zedelemek istemem. Memurlarım bana servetimi kazandıran ve kazandırdıklarına bakıldığında hak ettiklerinin çok altında ücret verdiğim dürüst insanlardır; bu nedenle onlara kızamam, kızacaklarını benim yemeğimi yiyen, atlarımı yoran ve kasamı boşaltanlardır." "Kasanızı boşaltanlar kimlermiş bakalım? Rica ederim daha açık konuşun mösyö." "Ah! Sakin olun, bilmece gibi konuşuyorsam da o sözcüğü size uzun süre aratmayı düşünmüyorum," dedi Danglars. "Kasamı boşaltanlar, bir saatte kasamdan beş yüz bin frank çekenlerdir."

"Sizi anlayamadım mösyö," dedi barones hem sesindeki heyecanı hem yüzünün kızarmasını gizlemeye çalışarak.

"Tersine çok iyi anladınız," dedi Danglars, "ama kötü niyetinizi sürdürürseniz size şunu söyleyebilirim, Ispanyol tahvillerinden yedi yüz bin frank kaybettim."

"Ha! Şu mesele," dedi barones alayla gülümseyerek, "sizin bu kaybınızdan ben mi sorumluyum?"

"Neden olmasın?"

"Yedi yüz bin frank kaybetmeniz benim suçum mu?"

"Ne olursa olsun benim suçum değil."

"Size son kez söylüyorum mösyö, bana hiçbir zaman kasanızdan söz etmeyiniz; bu benim ne ana babamın evinde ne ilk kocamın evinde öğrendiğim bir dil."

"Doğrusu buna inanırım," dedi Danglars, "çünkü ne birinin ne öbürlerinin meteliği yoktu."

"Sabahtan akşama dek burada kulaklarımı tırmalayan bankacılık argosunu onların evinde öğrenmememin bir nedeni daha; tekrar tekrar sayılan ekülerin çıkardığı ses benim için dayanılmaz ve sizin sesiniz ise bilmem neden bana daha da sevimsiz geliyor."

"Gerçekten de bu çok tuhaf," dedi Danglars, "ben ise yaptığım işlerle çok yakından ilgilendiğinizi sanıyordum."

"Sizin böyle aptalca bir şeye inanmanızı sağlayan ben miyim?"

"Siz ya!"

"Ah! Demek öyle!"

"Kuşkusuz."

"Bunu hangi durumda yaptığımı bana açıklamanızı isterdim."

"Ah! Tanrım! Bu çok kolay. Geçen şubat ayında bana Haiti fonlarından ilk söz eden siz oldunuz; bir geminin Havre limanına girdiğini ve bu geminin çıkmaz aym son çarşambası yapılacağı sanılan bir ödemenin gerçekleşeceğini düşünüzde görmüştünüz. Uykunuzun ne kadar bilinçli olduğunu biliyorum; Haiti borçlarının bulabildiğim tüm kuponlarını elimde topladım ve dört yüz bin frank kazandım, bunun yüz bini size titizlikle ödendi. Bunları istediğiniz gibi kullandınız, bu beni ilgilendirmez.

"Mart ayında bir demiryolu arazisi söz konusuydu. Eşit garantiler gösteren üç şirket ortaya çıktı. Siz bana içgüdülerinizin, her ne kadar vurgunlara yabancı olduğunu iddia etseniz de, ben tam tersine bazı konularda içgüdülerinizin çok gelişmiş olduğuna inanıyorum, içgüdülerinizin size bu ayrıcalığın Güney adlı bir şirkete verileceğini söylediğini bildirdiniz.

"Hemen o anda bu şirketin hisse senetlerinin üçte ikisi için başvurdum. Gerçekten de ayrıcalık ona verildi; öngördüğünüz gibi hisse senetleri üç katı değer kazandı, benim kasama bir milyon girdi, iki yüz elli bin frank da size komisyon gibi verildi. Bu iki yüz elli bin frankı nasıl kullandınız? Bu beni hiç ilgilendirmez."

"Nereye varmak istiyorsunuz mösyö?" diye haykırdı barones kızgınlık ve sabırsızlıkla ürpererek.

"Sabırlı olun madam, geliyorum."

"Aman ne iyi!"

"Nisan ayında bakanlıkta akşam yemeğine gitmiştiniz; Ispanya'dan söz edildi ve siz gizli bir konuşmaya tanık oldunuz; Don Carlos'un devrilmesi söz konusuydu; hemen İspanyol fonlarından aldım. Don Carlos devrildi ve V. Charles'ın Bidassoa'yı geçtiği gün altı yüz bin frank kazandım. Bu altı yüz bin franktan siz elli bin ekü aldınız; bu para sizin-di, bunu gönlünüzün istediği gibi kullandınız ve ben size hesap sormadım, bu yıl beş yüz bin frankı aldığınız da doğru."

"Peki sonra mösyö?"

"Ah! Evet, sonra! İşte tam da bundan sonra işler kötüye gidiyor."

"Öyle şeyler söylüyorsunuz ki... aslında..."

"Bunlar benim düşüncelerimi yansıtıyor, bana gerekli olan da bu... Sonra, üç gün önce olanlar, işte sonrası bu. Üç gün önce Mösyö Debray ile siyaset hakkında konuştunuz ve onun sözlerinden Don Carlos'un Ispanya'ya girdiğini anladığınızı sandınız; o zaman ben de kazandıklarımı sattım, haber yayıldı, panik oldu, satmayı kestim, verdim; ertesi gün haberin yanlış olduğu ortaya çıktı ve ben bu yanlış haber yüzünden yedi yüz bin frank kaybettim!"

"Yani?"

"Yani, kazandığım zaman ben size kazandığımın dörtte birini veriyorsam siz de kaybettiğimde bana dörtte birini borçlusunuz; yedi yüz binin dörtte biri yüz yetmiş beş bin frank eder."

"Ama sizin şimdi söyledikleriniz çok saçma, gerçekten anlamıyorum, neden bu işin içine Mösyö Debray'nin adını karıştırıyorsunuz?"

"Çünkü eğer istediğim yüz yetmiş beş bin frank sizde yoksa bunu dostlarınızdan ödünç alabilirsiniz. Mösyö Debray de dostlanmzdandır."

"Yazıklar olsun!" diye haykırdı barones.

"Ah! Bağırıp çağırmayın madam, modem dram yaratmayın yoksa beni bazı şeyleri söylemeye zorlayacaksınız. Örneğin bu yıl kendisine verdiğiniz beş yüz bin frankın yanında bıyık altından gülerek en becerikli oyuncuların hiçbir zaman keşfedemedikleri şeyi sonunda bulduğunu, yani oyuna katılmadan kazandıran ve kaybedildiği zaman kaybettirmeyen bir rulet bulduğunu kendi kendine söyleyen Mösyö Debray'yi buradan görür gibiyim." Barones öfkeden çatlayacağını sandı.

"Sefil!" dedi, "bugün beni suçlamaya cesaret ettiğiniz şeyi önceden bilmediğinizi söylemeye cesaret edebilir misiniz?"

"Size bildiğimi söylemiyorum, hiç bilmediğimi de söylemiyorum: artık karım olmadığınız ve benim de kocanız olmadığım dört yıldan bu yana davranışıma bakınız, göreceksiniz ki bu her zaman tutarlı olmuştur. Ayrılmamızdan bir süre önce İtalyan tiyatrosunda büyük bir başarı kazanarak işe başlayan şu ünlü baritonla müzik çalışmak istediniz: ben de Londra'da büyük ün yapan şu dansçı ile dans çalışmak istedim. Bu size olduğu kadar bana da pahalıya, yaklaşık yüz bin franka maloldu. Hiçbir şey söylemedim çünkü evliliklerde uyum gerekir. Bir kadınla bir erkeğin dansı ve müziği iyi öğrenmesi için yüz bin frank çok pahalı bir şey değildir. Daha sonra şandan usandınız ve bir bakanlık sekreteriyle siyaset üzerine çalışma geldi aklınıza; sizi öğrenmeniz için özgür bıraktım. Anlıyorsunuz ya, dersleri kendi paranızla ödediğinize göre bu beni ilgilendirmezdi. Ama bugün parayı benden çektiğinizi ve bu öğrenciliğinizin bana ayda yedi yüz bin franka malolabile-ceğini fark ediyorum. Artık yeter! Madam, çünkü bu böyle devam edemez. Ya diplomat dersleri bedava verecek ve ben de bunu hoş göreceğim, ya da bir daha benim evime ayak basmayacak anlıyor musunuz madam?"

"Ah! Bu kadarı da çok fazla mösyö!" diye haykırdı Hermine soluğu tıkanmış gibi, "iğrençliğin sınırlarını aşıyorsunuz."

"Ama," dedi Danglars, "sevinerek görüyorum ki daha ileri gitmediniz ve yasanın şu sözlerine seve seve boyun eğiyorsunuz: 'Kadın kocasını izlemelidir.'"

"Hakaret, öyle mi?"

"Haklısınız: olanları bırakalım ve soğukkanlılıkla düşünelim. Ben sizin çıkarınız dışın-, da işlerinize hiç karışmadım; siz de öyle yapın. Benim kasam sizi ilgilendirmez mi diyorsunuz? Kabul; kendi kasanızı kendiniz çalıştırın, ama benimkini de ne doldurun ne boşaltın. Zaten tüm bunların siyasi bir Jamac darbesiolmadığını kim bilebilir; benim karşı çıkışlarıma kızan ve elde ettiğim halk sevgisini kıskanan bakan, beni iflas ettirmek için Mösyö Debray ile anlaşmış olmasın?"

"Bu büyük bir olasılık!"

"Kuşkusuz; nerede görülmüş bu... yanlış bir telgraf haberi, yani olanaksız bir şey, ya da hemen hemen olanaksız; son iki telgraf tarafından farklı verilen işaretler!... Aslında bu benim için özellikle yapılmış."

"Mösyö," dedi barones daha alçakgönüllü bir biçimde, "biliyorsunuz sanırım, bu memur kovuldu, hattâ ona karşı bir dava açılması söz konusuydu, tutuklanması emri çıkartıldı, ama bu emir yerine getirilemedi çünkü ilk aramalarda kaçmış olduğu görüldü, bu da çılgınlığını ya da suçluluğunu kanıtlıyordu... Bu bir yanılgı."

"Evet, budalaları güldüren, bakana kötü bir gece geçirten, dışişleri bakanlarının belgelerine gölge düşüren, ama bana yedi yüz bin franka malolan bir yanılgı."

"Ama mösyö," dedi birden Hermine, "mademki size göre tüm bunların nedeni Mösyö Debray, bunları doğrudan doğruya Mösyö Debray'ye söylemek yerine neden gelip bana söylüyorsunuz? Neden bir adama kızıp öfkenizi bir kadından alıyorsunuz?"

"Ben Mösyö Debray'yi tanıyor muyum?" dedi Danglars. "Onu tanımak istiyor muyum? Onun öğütler verdiğini bilmek istiyor muyum? Onlara uymak istiyor muyum? Ben borsada oynuyor muyum? Hayır, tüm bunları yapan sizsiniz, ben değilim!"

"Ama bence siz de bundan yararlandığınıza göre..."

Danglars omuz silkti.

"Tüm Paris'te gözleri kendi üzerlerine çekmeyecek biçimde bir ya da on entrika çevirdikleri için, kendilerini deha sanan şu kadınlar gerçekten çılgın yaratıklar! Düşünün bir kez, ahlakça gevşekliğinizi kocanızdan sakladınız, ki bu sanatın abc'sidir, ama kocaların çoğu görmek istemedikleri için siz de dostlarınız olan Paris sosyetesinin kadınlarının yarısının yaptığı şeyin sadece soluk bir kopyası oldunuz. Bu benim için öyle değil; ben gördüm, her zaman gördüm; yaklaşık on altı yıldır benden belki düşüncenizi sakladınız ama bir tek davranışınızı, bir tek hareketinizi, bir tek yanlışınızı saklayamadmız. Üstelik becerinizden kıvanç duyuyordunuz ve beni aldattığınızı sanıyordunuz: bu ne sonuç getirdi? Benim Mösyö de Villefort'dan Mösyö Debray'ye kadar uzanan sözümona bilmezliğim sayesinde benim önümde titremeyen tek bir dostunuz bile olmadı. Bana evin efendisi gibi davranmayan bir kişi bile olmadı, bu benim sizin yanınızdaki tek üstün tarafımdı ve aralarından hiçbiri benim hakkımda, bugün benim size onlar hakkında söylediklerimi söylemeye cesaret edemedi. Beni çekilmez hale getirmenize izin veriyorum, ama beni gülünç duruma düşürmenizi engelleyeceğim, özellikle de ve her şeyden önemlisi, beni mahvetmenizi kesinlikle yasaklıyorum."

Villefort adının geçtiği âna kadar barones oldukça iyi dayanmıştı ama bu adı duyunca rengi attı ve bir yayla fırlatılmış gibi ayağa kalktı, bir hayaleti kovmak ister gibi ellerini uzattı ve sanki Danglars'ın bilmediği ya da belki hemen hemen tüm hesapları gibi iğrenç bir niyetle tümüyle açıklamadığı bir sırrın sonunu ondan kaçırmak ister gibi kocasına doğru üç adım attı.

"Mösyö de Villefort mu! Bu da ne demek? Ne demek istiyorsunuz?"

"Bu şu demek madam, ilk kocanız Mösyö de Nargonne ne felsefeciydi ne de bankacı ya da belki her ikisiydi de, işte o, krallık savcısından hiçbir yarar sağlayamayacağını anlayan kocanız, dokuz ay ortadan yok olduktan sonra sizi altı aylık hamile görünce üzüntüden belki de öfkeden öldü. Ben belki kabayım, bunu sadece bilmekle kalmıyorum, bununla övünüyorum da: bu benim ticaretteki işlerimde başarı kazanma yollarımdan biridir. Neden başkasını öldüreceğine kendini öldürdü? Çünkü kurtarılacak bir kasası yoktu. Ortağım Mösyö Debray bana yedi yüz bin frank kaybettirdi, şimdi o da kendi payım kaybetmeye razı olsun ve işlerimize devam edelim; yoksa bu yüz yetmiş beş bin frank için hileli iflasa gitsin ve hileli iflas yapanlar gibi ortadan yok olsun. Hay Allah! Bu sevimli bir çocuk, biliyorum ama haberleri doğru olduğunda; haberleri doğru olmadığında ise Paris sosyetesinde ondan daha iyi elli kişi daha var."

Madam Danglars yıldırım çarpmış gibi olmuştu; yine de bu son saldırıya karşılık vermek için olağanüstü bir çaba harcadı. Villefort'u, akşam yemeğindeki olayları, birkaç günden bu yana birbiri ardına evinin üstüne çöken ve evliliğinin sakin sessizliğini utanç verici tartışmalara dönüştüren bir dizi garip felaketi düşünerek bir koltuğa çöktü. Her ne kadar bayılmaya çalışsa da Danglars ona bakmadı bile. Tek sözcük daha etmeden yatak odasının kapısını açtı ve odasına girdi; öyle ki yarı baygınlıktan sonra kendine gelen Madam Danglars kötü bir düş gördüğünü sandı.

EVLİLİK TASARILARI

Bu olayın ertesi günü, Mösyö Danglarsin bürosuna giderken her zaman Madam Danglars'a küçük bir ziyaret yapmak için seçtiği saatte, kupa arabası avluda yoktu.

O saatte, yani öğlen saat yarıma doğru Madam Danglars arabasını istedi ve dışarı çıktı.

Bir perdenin arkasına geçmiş olan Danglars beklediği bu çıkışı gözlüyordu. Madam döner, dönmez kendisine haber verilmesini emretti; ama iki saat sonra madam hâlâ dönmemişti.

Saat ikide Danglars arabasını istedi, Meclis'e gitti ve bütçeye karşı konuşmak için adını yazdırdı.

Danglars, öğlen on ikiden ikiye kadar, telgraflarını açarak, gitgide içi karararak, rakamları üst üste sıralayarak, bankacı ile olan işini sonuçlandırmak için bir gün önce kararlaştırılmış saatte gelen her zamanki kadar mavi, dik ve dakik Binbaşı Cavalcanti'yi de başka ziyaretçiler gibi kabul ederek çalışma odasında kaldı.

Meclis'ten çıkınca, oturum sırasında şiddetli sıkıntı belirtileri gösteren ve özellikle bakanlığa karşı hiçbir zaman olmadığı kadar sert davranan Danglars arabasına bindi ve arabacıya kendisini Champs-Elysees 30 numaraya götürmesini emretti.

Monte Kristo evindeydi; sadece yanında birisi vardı ve Danglars'dan kısa bir süre salonda beklemesini rica ediyordu.

Bankacı beklerken kapı açıldı ve Danglars, onun gibi bekleyecek yerde evle kuşkusuz ondan daha içlidışlı olan rahip gibi giyinmiş bir adamın içeri girdiğini gördü, adam onu selamladı, dairelerin olduğu bölüme girdi ve kayboldu.

Bir dakika sonra rahibin içeri girdiği kapı yeniden açıldı ve Monte Kristo göründü.

"Bağışlayın, sevgili baron," dedi, "ama iyi dostlarımdan biri olan ve biraz önce geçtiğini gördüğünüz Rahip Busoni Paris'e yeni geldi; çok uzun zamandır ayrıydık ve onun yanından hemen ayrılamadım. Bunu göz önüne alarak sizi bekletmiş olmamı bağışlayacağınızı umuyorum."

"Rica ederim," dedi Danglars, "bu çok doğal; ben kötü bir zaman seçmişim, hemen gideyim."

"Gitmeyin, tam tersine lütfen oturun. Aman Tanrım! Neyiniz var? Çok kaygılı görünüyorsunuz; gerçekten beni korkutuyorsunuz. Üzüntülü bir kapitalist, kuyrukluyıldız gibidir, dünyaya her zaman büyük bir felaketi haber verir."

"Sevgili dostum," dedi Danglars, "birkaç günden beri şansım çok kötü gidiyor, sadece felaket haberleri alıyorum."

"Hay Allah!" dedi Monte Kristo, "yoksa borsa mı düştü?"

"Hayır, hiç olmazsa birkaç gün için durumu düzelttim, şimdi sadece Trieste'de bir hileli iflas ile karşı karşıyayım."

"Sahi mi? Hileli iflasçmız Jacobo Manfredi olmasın?"

"işte o! Uzun yıllardır benimle yılda sekiz ya da dokuz yüz bin franklık iş yapan bir adamı düşünebiliyor musunuz? Bir prens gibi ödeme yapan... yapmakta olan yiğit bir adam. Ona bir milyon avans verdim, işte şimdi benim iyi Jacobo Manfredi'ın ödemelerini askıya alıyor." "Aslında?"

"Bu duyulmamış bir felaket. Ondan altı yüz bin frank çekmek istiyorum, ödenemiyor, üstelik kendisi tarafından imzalanmış ve Paris'teki ortağı tarafından ay sonunda bana ödenecek dört yüz bin franklık bonoların sahibiyim. Bugün aym otuzu, parayı almak için birini yolladım, ama ne göreyim, ortak yok olmuş. Ispanya işini de eklerseniz iyi bir ay sonu geçiriyorum doğrusu."

"Gerçekten şu İspanya işiniz ciddi bir kayba neden oldu mu?"

"Elbette, kasamdan yedi yüz bin frank çıktı, daha ne olsun."

"Hay Allah! Siz eskiden beri paranızın hesabını iyi bilirsiniz nasıl oldu da böyle bir şey yaptınız?"

"Eh! Bu karımın hatası. Düşünde Don Carlos'un Ispanya'ya girdiğini görmüş; düşlere inanır. Bu bir tür manyetizma," dedi Danglars, "bir şeyi düşünde gördü mü bu şey, hiç yanılgısız, olur. İnanışına göre ben onun oynamasını sağlıyorum; onun kendi kasası ve borsa görevlisi var: oynuyor ve kaybediyor. Bu benim param değil, doğru, kendi parasıyla oynuyor. Yine de önemli, kadının cebinden yedi yüz bin frank çıkınca kocasının bunu her zaman biraz hissedeceğini anlıyorsunuz elbette. Nasıl? Bunu bilmiyor muydunuz? Ama bu olay büyük gürültü kopardı."

"Evet, bundan söz edildiğini duymuştum ama ayrıntıları bilmiyordum; sonra borsa-da olan bitenlerden en habersiz kişi benimdir herhalde."

"Siz borsada oynamıyor musunuz?"

"Ben mi? Neden oynayayım? Gelirlerimi idare etmek için bunca güçlük çeken ben, kahyam dışında bir de bir kasa memuru ve bir borsa görevlisi tutmak zorunda kalacağım. Ama Ispanya konusunda sanırım barones Don Carlos'un dönüşünü tümüyle düşünde görmemiş. Gazeteler böyle bir şeyden söz etmemişler miydi?"

"Siz gazetelere inanıyor musunuz?"

"Ben mi? Hiç inanmıyorum; ama şu dürüst Messager'nin kuraldışı tutulması gerektiğini, kesin haberleri, telgraf haberlerini verdiğini sanıyorum."

"işte açıklanamaz olan da bu," dedi Danglars, "Don Carlos'un dönüşü gerçekten de bir telgraf haberiydi."

"Böylece," dedi Monte Kristo, "bu ay yaklaşık bir milyon yedi yüz bin frank mı kaybettiniz?"

"Yaklaşık diye bir şey yok, bu tam rakam."

"Hay Allah!" dedi Monte Kristo acımayla, "üçüncü sınıf bir servet için bu zor bir darbe."

"Üçüncü sınıf mı!" dedi Danglars biraz aşağılanmış gibi; "Hay Allah, bununla ne demek istiyorsunuz?"

"Kuşkusuz," diye devam etti Monte Kristo, "ben servetleri üç kategoriye ayırıyorum: topraklar, madenler, Fransa, Avusturya, Ingiltere gibi devletlerden sağlanan gelir gibi elinin altındaki hâzinelerden oluşan servete birinci sınıf diyorum, yeter ki bu hazineler, bu madenler, bu gelir yüz milyon kadar bir tutar oluştursun; fabrika işletmeleri, ortaklık yoluyla yapılan girişimler, genel valilik, geliri bir milyon beş yüz bin frankı aşmayan prenslikler, tümü elli milyon civarında bir anaparayı oluşturan servetlere ikinci sınıf diyorum; dağınık faizlerle artan anaparalar, bir başkasının iradesine ya da rastlantıya bağlı, bir hileli iflasın zarar verdiği, bir telgraf haberinin sarstığı servetlere üçüncü sınıf diyorum; olası vurgunlar, doğal güç sayılan zorlayıcı nedenlerle karşılaştırıldığında zorlayıcı olmayan diyebileceğimiz yazgının rastlantılarına bağlı işler; hepsi on beş milyonluk gerçek ya da saymaca bir anapara oluşturan servet. Sizin durumunuz hemen hemen bu değil mi?"

"Elbette öyle!" diye yanıt verdi Danglars.

"Sonuçta, bu kez olduğu gibi altı ay sonu geçirdiğinizde," diye devam etti Monte Kristo soğukkanlılıkla, "üçüncü sınıf bir banka can çekişecek."

"Evet," dedi Danglars çok soluk bir gülümsemeyle, "dediğiniz gibi."

"Yedi ay diyelim," diye karşılık verdi Monte Kristo aynı ses tonuyla. "Söyleyin bana, yedi kere bir milyon yedi yüz bin frankın on iki milyon ya da yaklaşık on iki milyon ettiğini hiç düşündünüz mü?... Hayır mı? Pekala! Haklısınız çünkü uygar insan için derisi ne ise, tüccar için de anaparası odur ve böyle düşüncelerle anaparalar işletilemez. Az çok şatafatlı giysilerimiz var, bunlar bize kredi sağlar, ama insan ölünce üstünde sadece derisi kalır; işlerden ayrılınca da öyledir, elinizde sadece, olsa olsa beş altı milyonluk, gerçek servetiniz kalır; çünkü üçüncü sınıf servetler göründüklerinin yalnızca üçte ya da dörtte biri kadardır, tıpkı bir tren yolundaki lokomotif gibi, o da kendisini saran ve büyük gösteren dumanların ortasında her zaman daha çok ya da daha az güçlü gibi görünür. Pekala! Sizin gerçekten elinizde bulunan ve alacağınız olan beş milyondan yaklaşık ikisini kaybettiniz; bu da sizin servetinizi ya da kredinizi azaltıyor, yani sevgili Mösyö Danglars, deriniz kan vermek için açıldı, bu dört kez yapılırsa beraberinde ölümü de getirecektir. Eh! Dikkatli olun sevgili Mösyö Danglars. Paraya ihtiyacınız var mı? Size borç vermemi ister misiniz?"

"Kötü bir hesap uzmanısınız!" diye haykırdı Danglars, görünüşte tüm sinsiliğini ve tüm felsefesini kullanarak; "daha o anda başarılı olmuş başka vurgunlarla, para kasalarıma yeniden girdi. Kan alınırken kan çıktı ama beslenmeyle yeniden geri geldi. Ispanya'da bir savaş kaybettim, Trieste'de yenildim; ama Hindistan'daki deniz kuvvetlerim birkaç kalyon daha aldılar; Meksika'daki öncü kuvvetlerim bir maden keşfettiler."

"Çok iyi, çok iyi! Ama yara izi kalır, ilk kayıpta yara yeniden açılır."

"Hayır, çünkü kesin olan şeyler üzerinde ilerliyorum," diye sözlerini sürdürdü Danglars kredisini övmek zorunda olan bir şarlatanın bayağı ve kolay konuşmasıyla, "beni devirmek için üç hükümetin çökmesi gerek."

"Demeyin! Bu daha önce görüldü."

"Toprakta ürünün bitmesi gerek!"

"Yedi semirmiş inekle yedi zayıf ineği anımsayınız."

"Ya da denizin suyunun çekilmesi gerek, Firavunların zamanında olduğu gibi; daha birçok deniz var ve gemiler kervan oluştursalar da bu zor durumdan kurtulacaklar." "Çok iyi, bin kez daha iyi sevgili Mösyö Danglars," dedi Monte Kristo, "yanıldığımı görüyorum, siz ikinci sınıf servetler kategorisine giriyorsunuz."

"Bu onuru yürekten isteyebilirim sanırım," dedi Danglars, yüzünde, Monte Cris-to'nun üzerinde kötü ressamların yıkıntı resimleri çizerken kullanmayı pek sevdikleri yapış yapış ay ışığım görmüş gibi bir etki bırakan basmakalıp gülümsemelerinden biriyle; "ama işten söz edeceğimize göre," diye ekledi konuşmanın gidişini değiştirmek için bir neden bulmaktan çok mutlu olarak, "bana biraz Mösyö Cavalcanti için ne yapabileceğimi söyler misiniz?"

"Sizde kredisi varsa ve bu kredi size uygun geliyorsa, ona para verebilirsiniz." "Harika! Bu sabah bana Busoni imzalı sizin tarafınızdan ciro edilerek gönderilmiş, gösterildiğinde ödenecek kırk bin franklık bir bono ile geldi. Hemen o anda ona kırk binini ödediğimi anlamışsınızdır."

Monte Kristo başıyla kabul ettiğini gösteren bir hareket yaptı.

"Hepsi bu değil," diye devam etti Danglars; "bende oğlu için de bir hesap açtı." "Saygısızlık olmazsa, genç adama ne kadar verdiğini sorabilir miyim?"

"Ayda beş bin frank."

"Yılda altmış bin frank. Ben de böyle düşünmüştüm," dedi Monte Kristo omuz silkerek; "Cavalcantüer bayağı adamlar. Genç bir adam ayda beş bin frankla ne yapabilir?" "Ama eğer bu genç adamın birkaç bin frank fazlasına ihtiyacı olursa anlıyorsunuz ya..." "Hiçbir şey-yapmayın, baba bu parayı sizin hesabınıza yatıracaktır; siz Alpler'in ötesindeki tüm milyonerleri tanımazsınız: bunlar gerçek cimrilerdir. Bu krediyi kimden aldı?" "Floransa'nın en iyilerinden biri olan Fenzi bankasından."

"Kaybedeceğinizi söylemek istemiyorum, tam tersine; ama yine de mektubun sınırları içinde kaimiz."

"Bu Cavalcanti'ye güveniniz yok mu?"

"Benim mi? imzası karşılığı ona on milyon verirdim. Bu size biraz önce sözünü ettiğim ikinci sınıf servetlere girer, sevgili Mösyö Danglars."

"O zaman bu çok kolay! Ben de onu sadece binbaşı olarak görürüm."

"Ona onur vermiş olursunuz; çünkü haklısınız, dış görünüşü pek güven vermiyor. Onu ilk kez gördüğümde saçaksız apoletleriyle üzerimde küflenmiş yaşlı bir teğmen etkisi yaptı. Ama tüm Italyanlar böyledir, Doğunun büyücüleri gibi göz kamaştırmadıkları zaman yaşlı Yahudilere benzerler."

"Genç adam daha iyi," dedi Danglars.

"Evet, belki biraz utangaç, ama sonuçta bana doğru dürüst biri gibi geldi. Ondan yana biraz kaygılıydım."

"Neden kaygılıydınız?"

"Çünkü onu benim evimde gördüğünüzde, en azından bana söylenenlere göre, Paris sosyetesine ilk girişiydi. Çok katı bir eğitmenle yolculuklar yapmıştı ve Paris'e hiç gelmemişti."

"Bütün soylu İtalyanların aralarında evlenme alışkanlığı vardır değil mi?" diye aldırmaz gibi sordu Danglars; "servetlerini birleştirmeyi seviyorlar."

"Genellikle böyle yaparlar, doğru, ama Cavalcanti hiçbir şeyi başkaları gibi yapmayan ilginç biridir. Oğlunu kendine bir eş bulması için Fransa'ya göndermesi hiç aklımdan çıkmıyor."

"Buna inanıyor musunuz?"

"Bundan eminim."

"Servetinden söz edildiğini duydunuz mu?"

"Sadece bundan söz ediliyor; yalnız, birileri onun milyonları olduğunu söylerken, başkaları bir meteliğinin bile olmadığım iddia ediyorlar."

"Ya sizin görüşünüz nedir?"

"Buna hiç güvenmemelisiniz; bu tümüyle kişiseldir."

"Ama ne de olsa..."

"Benim görüşüm şu: tüm bu eski belediye başkanlan, tüm bu eski komutanlar, çünkü bu Cavalcantiler ordulara kumanda ettiler, eyaletleri yönettiler, benim görüşüme göre bunlar sadece büyük çocuklarının bildiği ve onların da kuşaktan kuşağa büyük çocuklarına gösterecekleri köşelere milyonlar gömdüler; kanıtı da şu: onların hepsi Cumhuriyet dönemi florinleri gibi san ve kurudurlar, bu florinlere baka baka onlara benzemişlerdir." "Çok iyi!" dedi Danglars, "bu insanlara ait bir karış toprak bilinmediğine göre, bu doğru olmalı."

"Eh, biraz doğru; ben de Cavalcanti'nin sadece Lucca'da bir sarayının olduğunu biliyorum."

"Ah! demek bir sarayı var!" dedi Danglars gülerek; "Eh, bu da bir şey."

"Evet, kendisi küçük bir evde otururken, bu sarayı ticaret bakanlığına kiralıyor. Ah! Size daha önce de söylemiştim, onun eli sıkı bir adam olduğunu sanıyorum."

"Haydi, haydi, onu pek övmüyorsunuz."

"Dinleyin, onu çok az tanıyorum: onu hayatımda sanırım üç kez gördüm. Hakkında bildiklerim Rahip Busoni'nin ve kendisinin anlattıklarına dayanıyor; bu sabah bana oğlu ile ilgili tasarılarından söz ediyordu, önemli fonlarının İtalya'da en ufak bir kımıltı göstermemesinden usandığını ve milyonlarından Fransa'da ya da Ingiltere'de daha fazla gelir sağlamak için bir yol aradığını bana hissettirdi. Ama şuna çok dikkat ediniz, her ne kadar Rahip Busoni'ye kişisel olarak çok güvenim olsa da, ben hiçbir konuda güvence veremem." "Önemi yok, bana gönderdiğiniz müşteri için teşekkür ederim; sicil defterlerime yazılacak çok güzel bir ad bu, Cavalcantilerin kim olduğunu açıkladığımda veznedarım bundan çok gurur duydu. Söz açılmışken, bu önemsiz bir ayrıntı olacak, ama bu insanlar oğullarım evlendirirlerken drahoma veriyorlar mı?"

"Eh! Bu duruma bağlıdır. Toscana'nın en önemli adlarından birini taşıyan, altın madeni kadar zengin bir Italyan prens tanımıştım, oğulları kendi isteğine uygun evlendiklerinde onlara milyonlar veriyordu, onun isteğine karşı evlendiler mi onlara ayda sadece otuz ekülük bir gelir sağlamakla yetiniyordu. Diyelim Andrea babasının isteğine göre bir evlilik yaptı, babası ona belki bir, iki ya da üç milyon verir. Eğer bu evlilik bir bankacının kızı ile olursa örneğin, oğlunun kayınbabasmm bankası ile ilgilenebilir; ama bir de gelininin onun hoşuna gitmediğim düşünün: iyi akşamlar; baba Cavalcanti elini kasasının kilidi üstüne koyar, iki kez kilitler ve o zaman üstat Andrea, Parisli bir ailenin oğlu gibi iskambil kağıtlarına işaret koyarak ya da zar tutarak yaşamak zorunda kalır."

"Ya bu çocuk Bavyeralı ya da Perulu bir prenses bulur, bir krallık ya da imparatorluk tacı ister, Potose'un geçtiği bir Eldoradoisterse?"

"Hayır, dağların öte yanındaki bu büyük sinyorlar genellikle basit ölümlülerle evlenirler; onlar Jüpiter gibidirler, ırkların karışmasından hoşlanırlar. Tuhaf! Ama siz And-rea'yı evlendirmek için mi bana tüm bu soruları soruyorsunuz, sevgili Mösyö Danglars?" "İnanın," dedi Danglars "bu bana hiç de kötü bir iş gibi görünmüyor; ben bir vurguncuyum biliyorsunuz."

"Bu sakın Matmazel Danglars'la olmasın? Albert'in zavallı Andrea'nın boğazına sarılmasını istemiyorsunuz ya?"

"Albert!" dedi Danglars omuz silkerek; "Ah! Doğrusu evet, o bu konuda epey kaygılı." "Ama sanırım kızınızla nişanlı, öyle değil mi?"

"Yani Mösyö de Morcerf ve ben arada sırada bu evlilikten söz ettik ama Madam de Morcerf ve Albert.

"Bana Albert'in iyi bir kısmet olmadığım söylemeyeceksiniz ya?"

"Eh! Matmazel Danglars Mösyö de Morcerf den daha iyisine layık gibi geliyor bana." "Gerçekten de Matmazel Danglars'ın drahoması çok iyi olacak, bundan kuşkum yok, özellikle telgraf yeni bir azizlik yapmazsa."

"Ah! bu sadece drahoma sorunu değil. Yeri gelmişken, bana söyler misiniz..."

"Neyi?"

"Neden Morcerf ve ailesini yemeğe davet etmediniz?"

"Onları da davet etmiştim, ama Albert Madam de Morcerf ile Dieppe'e bir yolculuk yapmaları gerektiğini, doktorun ona deniz havası salık verdiğini bahane etti."

"Evet, evet," dedi Danglars gülerek, "bu ona iyi gelecektir."

"Neden böyle söylediniz?"

"Çünkü gençliğinde soluduğu havayı düşünürsek..."

Monte Kristo iğneleyici sözleri anlamazlıktan geldi.

"Neyse," dedi kont, "Albert Matmazel Danglars kadar zengin değil ise de iyi bir adının olduğunu yadsıyamazsınız."

"Öyle, ama ben kendiminkini yeğlerim," dedi Danglars.

"Kuşkusuz sizin adınız çok ünlü, süsleyeceğini sandıkları unvanı o süslüyor; ama siz çok fazla kök salmış bazı önyargıları söküp atmanın zor olduğunu anlayacak kadar zeki bir insansınız, bunlara göre beş yüzyıllık bir soyluluk yirmi yıllık bir soyluluktan daha değerlidir."

"İşte nedeni de bu ya," dedi Danglars alaycı göstermeye çalıştığı bir gülümsemeyle, "işte Mösyö Andrea Cavalcanti'yi Mösyö Albert de Morcerf e yeğlememin nedeni de bu ya." "Ama yine de," dedi Monte Kristo, "sanırım Morcerfler Cavalcantilerden aşağı kalmazlar."

"Morcerfler!... İşte sevgili kontum," dedi Danglars, "siz soylu bir adamsınız, değil mi?" "Sanırım."

"Üstelik armalar konusunda uzmansınız."

"Biraz."

"Pekala! Benimkinin rengine bakın; bu renk Morcerfin armasının renginden daha sağlamdır."

"Neden öyle?"

"Çünkü ben, doğuştan baron olmasam da hiç olmazsa adım Danglars."

"Yani?"

"Oysa, onun adı Morcerf değil."

"Nasıl? Onun adı Morcerf değil mi?"

"Kesinlikle değil."

"O zaman..."

"Biri beni baron yaptı, bu nedenle şimdi baronum; o kendi kendini kont yaptı, bu nedenle kont değil."

"Olamaz."

"Dinleyin sevgili kontum," diye devam etti Danglars, "Mösyö de Morcerf dostumdur ya da otuz yıllık tanıdığımdır; beni biliyorsunuz, ben nereden geldiğimi hiçbir zaman unutmadığım için armalarıma pek önem vermem."

"Bu büyük bir alçakgönüllülüğün ya da büyük bir gururluluğun kanıtıdır," dedi Monte Kristo.

"İşte ben küçük bir memur iken, Morcerf de basit bir balıkçıydı."

"O zaman adı neydi?"

"Fernand."

"Bu kadar mı?"

"Femand Mondego."

"Bundan emin misiniz?"

"Hay Allah! Bana o kadar çok balık sattı ki, onu tanımamam olanaksız."

"O zaman neden kızınızı ona veriyorsunuz?"

"Femand ve Danglars'ın ikisi de sonradan görme, ikisi de soylulaşmış, ikisi de zenginleşmiş oldukları için aslında birbirlerine denktirler, yine de onun hakkında söylenen

bazı şeyler benim için asla söylenmedi."

"Bunlar neler?"

"Hiçbir şey."

"A! Evet, anlıyorum; bana Femand Mondego ile ilgili söylemiş olduğunuz şeyler belleğimi tazeledi: Yunanistan'da bu addan söz edildiğini duymuştum."

"Ali Paşa davası hakkında mı?"

"Evet öyle."

"İşte gizem," dedi Danglars, "itiraf etmeliyim ki bunu keşfetmek için dünyayı verirdim."

"Bu kadar çok istiyorsanız, bu zor bir şey değil."

"Nasıl yani?"

"Kuşkusuz Yunanistan'da iş yaptığınız biri vardır."

"Doğru!"

"Yanya'da?"

"Her yerde var..."

"O zaman Yanya'da iş yaptığınız kişiye yazın ve ona Fernand adlı bir Fransız'ın Tepe-delenli Ali Paşa felaketinde nasıl bir rol oynadığını sorun."

"Haklısınız!" diye haykırdı Danglars birden ayağa kalkarak. "Hattâ bugün yazacağım!" "Bunu yapın!"

"Yapacağım!"

"Eğer çok rezilce bir haber alırsanız..."

"Size haber vereceğim."

"Memnun olurum."

Danglars daireden dışarı hızla çıktı ve bir sıçrayışta arabasına atladı.

Continue Reading

You'll Also Like

12.2K 403 40
1860'ların Fransa'sında, kuzeydeki maden işçileri, çetin çalışma koşullarında yaşam mücadelesi vermektedir. İşçiler, ocaklarda göçük ve grizu patlama...
1.8M 126K 29
Onların kaderi yıllar önce yaşanmış tek bir gece sayesinde birleşti. Bir anda karşısına çıkan ve peşini bırakmayan Atmanlı aşireti genç kızın bütün s...
3.9M 240K 81
* Siz: Ay acaba lamalar uçsa nasıl olurdu? Siz: Düşünsene, kafana tıpkı martının sıçması gibi tükürüyorlar. Siz: Çok komik olmaz mıydı? ÜSĞĞDDĞSPDĞPF...
18.9K 625 30
Madam Bovary, 19. yüzyıl Fransız kadınının kıstırılmış hayatını ve iç dünyasını oldukça şeffaf bir şekilde ele alırken, dönemin kadın erkek ilişkiler...