Monte Kristo Kontu

By ClassicsTR

8.5K 309 47

Dumas klasik romanın kilometre taşlarından biri olan bu yapıtında, Doğu'ya, klasik mitolojiye ve insan psikol... More

1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
27
28
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56
57
58
59
60
61

26

114 1 0
By ClassicsTR

TOKSİKOLOJİ

Bu gerçekten de krallık savcısının ona yaptığı ziyarete karşılık verme amacıyla Madam de Villefort'un evine gelmiş olan Mösyö Monte Kristo Kontuydu ve anlaşılacağı gibi bu ad duyulunca herkes heyecana kapılmıştı.

Kontun geldiği haber verildiğinde salonda bulunan Madam de Villefort konta teşekkürlerini yinelemesi amacıyla hemen oğlunu getirtti, iki gündür durmadan bu önemli kişiden söz edildiğini duyan Edouard, annesinin dediğini yapmak için değil, meraktan ve annesine, "Ah! kötü çocuk! Ama onu affetmem gerek, o kadar akıllı ki!" dedirten şakalarından birini yapacağı bir fırsat yakalama umuduyla koşup geldi.

İlk nezaket sözlerinden sonra kont, Mösyö de Villefort'u sordu.

"Kocam adalet bakanıyla yemekte," diye yanıt verdi genç kadın; "biraz önce gitti, sizi görme zevkinden yoksun kaldığı için eminim çok üzülecek."

Salona konttan önce gelmiş ve ona yiyecekmiş gibi bakan iki ziyaretçi, hem nezaket ve hem de meraktan, uygun bir süre kaldıktan sonra ayrıldılar.

"Sırası gelmişken, kız kardeşin Valentine ne yapıyor?" dedi Madam de Villefort Edo-uard'a; "sayın konta tanıtma onuruna ermem için çağırsınlar onu."

"Bir kızınız mı var madam?" diye sordu kont, "Küçük olmalı."

"Mösyö de Villefort'un kızı," diye yanıt verdi genç kadın; "birinci evliliğinden olan bir kız, uzun boylu ve güzel bir kız."

"Ama melankolik," diye onun sözünü kesti Edouard. Şapkasına sorguç yapmak için çok güzel bir Amerikan papağanının kuyruğundan tüyler yoluyor, hayvan acıdan yaldızlı tüneğinde çığlıklar atıyordu.

Madam de Villefort, "Sessiz ol Edouard!" demekle yetindi.

"Bu küçük şaşkın hemen hemen haklı, benim birçok kez acıyla söylemiş olduğum şeyleri yineliyor; çünkü Matmazel de Villefort, onu neşelendirmek için gösterdiğimiz tüm çabalara karşın hüzünlü bir yapıya sahip ve suskun doğası çoğu zaman güzelliğinin etkisini azaltıyor. Ama bir türlü gelmek bilmedi; Edouard, gidip bakın bakalım neden gelmiyor."

, "Çünkü onu olmadığı yerde arıyorlar."

"Onu nerede arıyorlar?"

"Büyükbaba Noirtier'nin yanında."

"Orada olmadığını mı düşünüyorsunuz?"

"Hayır, hayır, hayır, hayır, orada değil," diye yanıt verdi Edouard şarkı söyler gibi.

"Ya nerede? Biliyorsanız söyleyin."

"Büyük kestane ağacının altında," diye devam etti yaramaz çocuk, annesinin çığlıklarına karşın bu tür avlara karşı çok iştahlı olan papağana canlı sinekler vererek.

Madam de Villefort çıngırağı çalmak ve oda hizmetçisine Valentine'i nerede bulacağını söylemek için elini uzatırken Valentine içeri girdi. Gerçekten de üzgün görünüyordu ve dikkatli bakıldığında kurumuş gözyaşlarının izi fark edilebilirdi.

Anlatının hızına kapılıp okuyucularımıza betimlemeden tanıttığımız Valentine on dokuz yaşında, uzun boylu, dal gibi, açık kestane rengi saçlı, lacivert gözlü, sakin yürüyüş-lü ve annesinin özelliği olan eşsiz zerafetin izlerini taşıyan bir genç kızdı; beyaz ve uzun parmaklı elleri, sedef gibi parlak boynu, mermer gibi hareli renkli yanakları ile, görünüşleri, son derece şiirsel bir yaklaşımla, kendini hayranlıkla seyreden kuğulara benzetilen güzel Ingiliz kızlarından birini andırıyordu ilk bakışta.

İçeri girdi, annesinin yanında o kadar söz edildiğini duyduğu yabancıyı görünce, genç kızlara özgü cilvelerden hiçbirini yapmadan, gözlerini kaçırmadan kontun dikkatini daha da çok çeken bir zerafetle onu selamladı.

Kont ayağa kalktı.

"Matmazel de Villefort, üvey kızım," dedi Madam de Villefort Monte Kristo'ya, oturduğu kanepede eğilip eliyle Valentine'i göstererek.

"Mösyö Monte Kristo Kontu, Çin kralı, Koşinşin imparatoru," dedi küçük rezil, kız kardeşine sinsi bir göz atarak.

Bu kez Madam de Villefort sarardı, az kalsın Edouard adındaki bu baş belasına sinirlenecekti; ama tam tersine kont gülümsüyordu ve çocuğa sanki sevgiyle bakıyordu, bu da anneyi neşeye ve heyecana boğdu.

"Ama madam," dedi kont konuşmayı sürdürerek ve bir Madam de Villefort'a bir Va-lentine'e bakarak, "sizi ve matmazeli daha önce bir yerde görme onuruna ermemiş miydim? Biraz önce de bunu düşünüyordum; matmazel içeri girince görünüşü bu bulanık anıyı, bu sözcük için beni bağışlayınız, biraz daha aydınlattı."

"Bu olamaz mösyö; Matmazel de Villefort Paris sosyetesinden pek hoşlanmaz, ender olarak dışarı çıkarız," dedi genç kadm.

"Zaten matmazeli, sizi ve küçük afacanı Paris sosyetesinde görmedim. Paris çevresi benim için kesinlikle yabancı üstelik, çünkü size ancak birkaç gündür Paris'te olduğumu söyleme onuruna erişmiştim sanırım. Hayır, izin verirseniz anımsamaya çalışayım... durunuz..."

Kont tüm anılarım toplamaya çalışıyormuş gibi elini alnına götürdü.

"Hayır, dışarıdaydı... nerede... bilmiyorum... ama bu anı sanki parlak bir güneş ve bir tür dinsel şenlikle birlikte geliyor... matmazelin elinde çiçekler vardı; çocuk bir bahçede ta-vuskuşunun peşinde koşuyordu ve siz madam beşik biçiminde bir asma çardağının altındaydınız... Bana yardım ediniz madam, söylediğim şeyler size hiçbir şey anımsatmıyor mu?"

"Hayır, gerçekten de anımsatmıyor," diye yanıt verdi Madam de Villefort; "ama eğer size bir yerde rastlamış olsaydım anınız belleğimde kalırdı."

"Sayın kont bizi belki de İtalya'da görmüştür," dedi Valentine utangaç bir biçimde. "Doğru, İtalya'da... bu olabilir," dedi Monte Kristo. "İtalya'ya hiç gittiniz mi matmazel?"

"Madam ve ben iki yıl önce gittik. Doktorlar benim verem olmamdan korkuyorlardı ve bana Napoli havasının iyi geleceğini söylemişlerdi. Bologna'dan, Perugia'dan ve Ro-ma'dan geçtik."

"Ah! Doğru matmazel," diye bağırdı Monte Kristo, bu basit işaret tüm anılarım toparlamasına yetmiş gibi. "Perugia'da şaraplı ekmek yortusu günü, Posta Oteli'nin bahçesinde, sizi, matmazeli, oğlunuzu ve beni bir araya getirmişti kader, sizi görme onuruna eriştiğimi anımsıyorum."

"Perugia'yı, çok iyi anımsıyorum mösyö, Posta Oteli'ni ve bana sözünü ettiğiniz yortuyu da," dedi Madam de Villefort; "ama belleğimi ne kadar zorlasam da sizi görme onuruna erdiğimi anımsayamıyorum, kötü bir belleğim olduğu için utanıyorum."

"Garip ama ben de anımsamıyorum," dedi Valentine güzel gözlerini Monte Kristo'ya kaldırarak.

"Ah! Ben anımsıyorum," dedi Edouard.

"Size yardımcı olayım madam," dedi kont. "Kavurucu bir sıcak vardı; tören nedeniyle bir türlü gelemeyen atlarınızı bekliyordunuz. Matmazel bahçenin derinliklerine doğru uzaklaştı, oğlunuz bir kuşun peşinde koşarak gözden kayboldu."

"Kuşu yakalamıştım anne, biliyorsun," dedi Edouard, "kuyruğundan üç tane tüy koparmıştım."

"Siz madam, beşik biçimindeki asma çardağının altında kaldınız; taş bir bankta oturuyordunuz, size söylediğim gibi Matmazel de Villefort ve oğlunuz yanınızda değilken birisiyle uzun uzun konuştuğunuzu anımsamıyor musunuz?"

"Evet, doğru, evet," dedi genç kadın kızararak, "anımsıyorum, uzun yün bir paltoya sarınmış bir adamla... bir doktorla sanırım."-

"Evet öyle madam; o adam bendim; on beş gündür o otelde kalıyordum, özel uşağımın yüksek ateşini, otel sahibinin de sarılığını tedavi etmiştim, bu nedenle beni önemli bir doktor gibi görüyorlardı. Uzun süre konuştuk madam, çeşitli konulardan, Perugia'dan, Raphael'den, geleneklerden, âdetlerden, sanırım size söylediklerine göre birkaç kişinin Perugia'da hâlâ gizini sakladığı şu ünlü aqua-tofana'dan söz ettik."

"Ah! Doğru," dedi hemen Madam de Villefort, belli bir kaygıyla, "anımsıyorum." "Bana ne dediğinizi artık ayrıntılarıyla bilemiyorum madam," dedi kont çok sakin, "ama siz de benim hakkımdaki genel yanılgıya kapılarak Matmazel de Villefortün sağlığı konusunda bana danışmıştınız."

"Ama yine de mösyö, hastaları iyileştirdiğinize göre siz gerçekten bir doktordunuz," dedi Madam de Villefort.

"Moliere ya da Beaumarchais, 'öyle olmadığım için hastalarımı ben iyileştirmedim, hastalar kendileri iyileştiler' derlerdi yanıt olarak; ama ben size kimyayı ve doğal bilimleri çok iyi ama tamamen meraklı biri olarak incelediğimi söylemekle yetineceğim... anlıyorsunuz değil mi?"

O anda saat altıyı vurdu.

"İşte saat altı oldu," dedi Madam de-Villefort gözle görünür biçimde tedirgin; "büyükbabanızın akşam yemeğinin hazır olup olmadığına bakmak için gitmeyecek misiniz Valentine?"

Valentine kalktı, kontu selamlayarak tek söz etmeden odadan çıktı.

"Ah! Tanrım, benim yüzümden mi Matmazel de Villefort'u dışarı çıkardınız yoksa madam?" dedi kont, Valentine çıktıktan sonra.

"Hiç de değil," dedi hemen genç kadın; "ama şimdi Mösyö Noirtier'ye acınacak varlığım destekleyecek acınacak yemeğini verme saati. Kocamın babasının ne kadar kötü bir durumda olduğunu biliyor musunuz mösyö?"

"Evet madam, Mösyö de Villefort bana bundan söz etti; bir felç sanırım."

"Ne yazık ki evet; bu zavallı ihtiyar hiç hareket edemiyor, bu insan denen makinede sadece ruh kalmış, üstelik solgun ve titrek, sönmek üzere olan bir lamba gibi. Ama size ev içi mutsuzluklarımızdan söz ettiğim için bağışlayın, bana çok usta bir kimyacı olduğunuzu anlatırken sözünüzü kestim."

"Ah! bunu söylemiyordum madam," diye yanıt verdi kont bir gülümseme ile; "tam tersine kimyayı inceledim, çünkü özellikle Doğu'da yaşamaya karar verdiğim için Kral Mithridates'in izinden gitmek istedim."

"Mithridates rex Ponticus," dedi afacan, çok güzel bir albümden insan resimleri kopararak; "her sabah kahvaltıda bir fincan kremalı zehir içen kişi."

"Edouard! Kötü çocuk!" diye bağırdı Madam de Villefort parçalanmış kitabı oğlunun elinden çekerek, "dayanılmazsınız, bizi şaşkına çeviriyorsunuz. Bizi rahat bırakın, sevgili büyükbaba Noirtier'nin odasına, kız kardeşinizin yanma gidin haydi."

"Albüm..." dedi Edouard.

"Ne olmuş albüme?"

"Evet, albümü istiyorum..."

"Neden resimleri kestiniz?"

"Çünkü bu beni eğlendiriyor."

"Gidin! Haydi gidin!"

"Albümü vermezseniz gitmem," dedi hiçbir zaman vazgeçmeye alışmamış çocuk büyük bir koltuğa yerleşerek.

"Alın da bizi rahat bırakın," dedi Madam de Villefort.

Ve albümü çocuğa vererek, onunla birlikte kapıya kadar gitti.

Kont, Madam de Villefort'u gözleriyle izledi.

"Bakalım çocuğun arkasından kapıyı kapatacak mı," diye mırıldandı.

Madam de Villefort çocuğun arkasından kapıyı büyük bir dikkatle kapadı; kont bunu fark etmemiş göründü.

Sonra genç kadın çevresine bir göz atarak iki kişilik kanepeye gelip oturdu.

"Şuna dikkatinizi çekmeme izin veriniz madam," dedi kont o çok iyi bildiğimiz saf haliyle, "bu sevimli afacana karşı çok sertsiniz."

"Öyle gerekiyor mösyö," diye yanıt verdi Madam de Villefort bir annenin kendine olan güveniyle.

"Mösyö Edouard Kral Mithridates'ten söz ederken Cornelius Nepus'u ezberden okuyordu," dedi kont, "siz öğretmeninin onunla hiç zaman yitirmediğini ve oğlunuzun yaşma göre çok ileri olduğunu kanıtlayan alıntıyı yaparken onun sözünü kestiniz."

"Konu, onun çok yetenekli olması ve istediği her şeyi öğrenmesi, sayın kont," dedi yumuşak bir biçimde gururu okşanmış olan anne. "Sadece bir hatası var, o da inatçı olması; ama onun söyledikleriyle ilgili olarak, örneğin Mithridates'in bu önlemleri aldığına ve bu önlemlerin etkili olduğuna inanıyor musunuz sayın kont?"

"Buna çok inanıyorum madam, size bunu söyleyebilirim, çünkü Napoli'de, Smyma'da, Palermo'da zehirlenmemek için bu yolu kullandım, yani eğer bu önlemleri al-masaydım üç kez yaşamımı yitireceğim durumla karşılaştım."

"Bu yol sizde başarılı oldu mu yani?"

"Çok başarılı."

"Evet, doğru; bana Perugia'da böyle bir şeyden söz ettiğinizi anımsıyorum."

"Sahi mi?" dedi kont çok iyi oynadığı bir şaşkınlıkla; "ben hiç anımsamıyorum."

"Size zehirlerin kuzeyli insanlarla güneyli insanlar üstünde aynı biçimde ve benzer bir güçle mi etki yaptıklarım sormuştum, siz de bana kuzeylilerin soğuk ve akılcı beden ya-pılarının güney insanının zengin ve güçlü doğası ile aynı elverişliliği göstermediğini söylemiştiniz,"

"Bu doğru," dedi Monte Kristo; "Rusların hiç rahatsız olmadan bir Napoliliyi ya da bir Arabi hemen öldürebilecek bitkisel maddeleri oburca gövdeye indirdiklerini gördüm." "Bu nedenle sonucun bizde Doğululara göre daha emin olacağına, bizim sislerimizin ve yağmurlarımızın ortasındaki bir insanın daha sıcak iklimdekine göre zehirin derece derece artan emilimine daha kolay alışacağına mı inanıyorsunuz?"

"Elbette; ama yine de şunu belirtmek gerekir ki, sadece alışılacak olan zehire karşı önlem alınmış olacaktır."

"Evet, anlıyorum; örneğin siz nasıl alışırdınız ya da daha doğrusu nasıl alıştınız?"

"Bu çok kolay. Önceden size karşı hangi zehiri kullanacaklarını bildiğinizi düşünelim... bu zehirin, örneğin brüsin olduğunu varsayalım..."

"Brüsin yalancı angustura kabuğundan çekilir, sanırım," dedi Madam de Villefort. "Çok doğru madam," diye yanıt verdi Monte Kristo; ama size öğreteceğim pek fazla bir şey yok sanıyorum; övgülerimi kabul ediniz: Kadınlarda bu tür bilgilere ender rastlanır."

"Ah! Bunu itiraf etmeliyim," dedi Madam de Villefort, "bir şiir gibi imgeleme seslenen, bir cebir denklemi gibi rakamlarla çözüm getiren büyü ilimlerine karşı çok büyük bir tutkum vardır; ama devam edelim lütfen: Söyledikleriniz beni son derece ilgilendiriyor."

"Pekala!" diye yeniden söze başladı Monte Kristo, "varsayalım bu zehir örneğin brü-sin olsun ve siz ilk gün bir miligram, ikinci gün iki miligram alıyorsunuz, pekala onuncu günün sonunda bir santigram alacaksınız; yirmi günün sonunda, her gün bir miligram artırarak üç santigram, yani hiç rahatsız olmadan dayanabileceğiniz ve sizin gibi önlem almamış bir başkası için çok tehlikeli olacak bir doza ulaşacaksınız; bir aym sonunda, aynı anda, aynı sürahiden su içtiğiniz kişiyi öldüreceksiniz ve siz ise, herhangi bir zehirli madde karışmış bu suyun neden olduğu basit bir rahatsızlıktan başka bir şey hissetmeyeceksiniz."

"Başka bir panzehir bilmiyor musunuz?"

"Bilmiyorum."

"Mithridates'in bu öyküsünü defalarca okudum," dedi Madam de Villefort, düşünceli bir biçimde, "ama onu uydurma sanmıştım."

"Hayır madam; tarih geleneğine karşın bu bir gerçektir. Ama daha iki yıl önce bana buna benzer sorular sorduğunuza ve şimdi Mithridates'in bu öyküsünün uzun zamandan beri kafanızı kurcaladığını söylediğinize göre bana söylediğiniz şey, benden istediğiniz şey madam, geçici bir hevesle sorulmuş bir soru değil."

"Doğru, mösyö, gençliğimde en hoşlandığım çalışmalar bitkibilim ve madenbilimle ilgili olanlardı, sonra çiçekler nasıl Doğulu insanların aşk hakkmdaki düşüncelerini açıklıyorsa, bitkilerin ilaç gibi kullanılışının da Doğu halklarının tüm tarihini, bireylerinin tüm yaşamlarını açıkladığını öğrendiğimde bir Flamel, bir Fontana ya da bir Cabanis olmak için erkek doğmadığıma pişman oldum."

"Üstelik madam," dedi Monte Kristo, Doğulular Mithridates gibi zehirleri kendilerine zırh yapmakla yetinmezler, ondan kendilerine bir hançer de yaparlar; bilim onların elinde sadece bir savunma silahı değil çoğu zaman bir saldırı silahıdır; biri kendi bedensel acılarına karşıdır, öbürü düşmanlarına karşı; afyonla, güzelavratotu ile, yalancı angustu-ra ile, karayılan ağacı ile, karayemişle kendilerini uyandırmak isteyenleri uyuşturarak uyuturlar. Sizin kocakarı dediğiniz Mısırlı, Türk ya da Yunanlı kadınlardan biri yoktur ki kimya konusunda bir doktoru şaşırtacak, psikoloji konusunda bir günah çıkaranı ürkütecek şeyler bilmesin."

"Sahi mi?" dedi bu konuşma sırasında gözleri tuhaf bir ateşle parlayan Madam de Villefort.

"Ah! Tanrım! evet, madam," diye sürdürdü sözlerini Monte Kristo, "âşık eden bitkiden öldüren bitkiye kadar; cenneti önünüze seren şuruptan bir insanı cehenneme sürükleyen şuruba kadar Doğu'nun gizemli dramları böyle kurulur, böyle çözülür. İnsan doğasında bedensel ve ruhsal olarak ne kadar kapris ve tuhaflık varsa tüm türlerde de o kadar ince ayrımlar vardır; dahası, bu kimyacıların sanatı hayran olunacak bir biçimde, aşk gereksinimlerine ya da intikam isteklerine göre özel olarak iyi ya da kötü çözümler hazırlar."

"Ama mösyö," diye söze yeniden başladı genç kadın, "yaşamınızın bir bölümünü aralarında geçirdiğiniz Doğulu toplumlar, bize ülkelerinden gelen masallar gibi olağanüstü mü? Bu gerçekten Mösyö Galland'ın Basra'sı ya da Bağdat'ı mı? Bu toplumları yöneten ve Fransa'da hükümet adı verilen şeyi oluşturan sultanlar ve vezirler, Harun el Reşidler ve Craffarlar mı sahiden? Eğer cinayet ustaca işlenmişse zehirleyeni sadece bağışlamakla kalmayıp onu başbakan yapan ve böylece sıkıldıkları saatlerde eğlenmek için tarihe adlarını altın harflerle yazdıranlar mı?"

"Hayır, madam, düşsellik artık Doğu'da da yok; orada da kendini başka adla tanıtan, başka kılıklarda gizlenen polis komiserleri, sorgu yargıçları, krallık savcıları ve bilirkişiler var. Orada insanları asarlar, kellelerini uçururlar, orada da caniler pekala kazığa oturtulurlar; ama usta birer madrabaz olan caniler insanların adaletini yanıltmayı ve yaptıkları işin başarısını becerikli çözümlerle sağlama bağlamayı bilirler. Bizde ortadan kaldırılacak bir düşmanı ya da yok edilecek dedesi nenesi olan, nefret ya da açgözlülük şeytanına çarpılmış bir budala, bir bakkala gider, gerçek adını çok belli edecek sahte bir isim verir, farelerin onu uyutmadığı bahanesiyle beş altı gram arsenik alır; eğer çok becerikliyse beş altı bakkal dolaşır, bu nedenle de beş altı kez daha iyi tanınır, sonra özgül ilacını eline alınca bir mamutu ya da mastodonu çatlatıp öldürecek ve beklenmedik bir biçimde kurbana tüm mahalleyi heyecana boğacak çığlıklar attıran bir doz arseniği düşmanına, dedesine ninesine zerk eder. O zaman bir sürü polis ve jandarma gelir; ölünün içini açacak bir doktor aranır, o da ölünün midesinde ve bağırsaklarında bir kaşık arsenik bulur. Ertesi gün yüz gazete kurbanın ve katilin adıyla olayı anlatır. Hemen o akşam bakkal ya da bakkallar gelip şöyle derler: 'O beye arseniği ben sattım.' Satın alan kişiyi tanımamış olmaktansa, yirmi kişinin o olduğunu söylerler; o zaman cani budala yakalanır, hapse atılır, sorgulanır, yüzleştirilir, mahkum edilir ve giyotinle kafası uçurulur. Ya da bu önemli bir kadınsa yaşam boyu hapse mahkum olur, işte sizin güneylilerin kimya anlayışı madam. Yine de Desrues bundan daha güçlüydü, bunu itiraf etmeliyim."

"Elden ne gelir, mösyö," dedi genç kadın gülerek, "insan elinden geleni yapar. Herkes Medicislerin ya da Borgaların sırrını bilemez."

"Şimdi," dedi kont omuz silkerek, "size tüm bu anlamsızlıkların nedenini söyleyeyim mi? Tiyatrolarınızda, en azından oralarda oynanan oyunları okuyarak değerlendirebildi-ğim kadarıyla, insanların her zaman küçük bir şişenin içindekini içtikleri ya da bir yüzük taşını ısırdıkları, sonra da birdenbire düşüp öldükleri görülüyor: Beş dakika sonra perde kapanıyor; izleyiciler dağılıyor. Cinayetin arkasından'olup bitenler bilinmiyor; hiçbir zaman ne nişan kurdelesiyle polis komiseri ne de dört adamıyla onbaşı görülüyor ve bu çok zavallı beynin, işlerin böyle olup bittiğini sanmasına yol açıyor. Ama biraz Fransa'dan çıkınız, ya Halep'e ya Kahire'ye ya da sadece Milano'ya ve Roma'ya gidiniz, sokaklardan dimdik, dinç, pembe insanların geçtiğini göreceksiniz ve kör şeytan, eğer paltosu size hafifçe dokunursa, size şöyle diyebilir: 'Şu adam üç hafta önce zehirlendi, bir ay sonra kesinlikle ölmüş olacak.'"

"Ama o zaman," dedi Madam de Villefort, "onlar bana Perugia'da yitip gittiği söylenen ünlü aqua-tofana'nm sırnnı bulmuş olmalılar."

"Aman Tanrım! İnsanın elinde bir şey kaybolur mu hiç madam! Sanatlar yer değiştirir ve tüm dünyayı dolaşırlar, olan bu, halk yığınları bunda yanılır; ama sonuç her zaman aynıdır; zehir şu ya da bu organ üzerinde etkili olur; biri midede, öbürü beyinde, bir başkası da bağırsaklarda. Böylece zehir bir öksürük yapar, öksürük göğüste kan toplanmasına ya da bilim kitaplarında yer almış başka bir hastalığa neden olur, bu da onun kesinlikle ölümcül olmasını engellemez, eğer ölümcül değilse, genellikle çok kötü kimyacılar olan ve isteğinize göre hastalığın yamnda veya karşısında yer alacak aptal doktorların verdikleri ilaçlar sayesinde kesinlikle ölümcül olacaktır; dostlarımdan, Sicilya'da bu ulusal olayları çok iyi incelemiş eşsiz bir rahip ve korkunç bir kimyacı olan Adelmonte de Taor-mine'nin dediği gibi, işte size sanatla ve tüm kurallara uygun olarak öldürülmüş bir adam ve burada adaletin yapabileceği bir şey yoktur."

"Bu ürkütücü, ama hayranlık uyandırıcı," dedi genç kadın dikkat kesilmiş; "tüm bu öykülerin, itiraf edeyim, ortaçağa ait olduğunu sanıyordum."

"Evet, kuşkusuz, ama günümüzde geliştirilmişlerdir. Zaman, yüreklendirmeler, madalyalar, nişanlar, Montyon ödülleri toplumu en büyük olgunluğa taşımak için değilse ne işe yarar dersiniz? Oysa insan Tanrı gibi yaratmayı ve yok etmeyi bildiğinde ancak kusursuz olacaktır; zaten yok etmeyi biliyor, bu da yolun yarısı eder."

"Yani," diye yeniden söze başladı Madam de Villefort hiç sekmeden kendi amacına dönerek, "modem dramın ve romamn çok kullandığı Borgiaların, Medicislerin, Renelerin, Ruggierilerin, daha sonra belki de Baron de Trenk'in zehirleri gibi..."

"Bunlar sanat nesneleridir, madam, başka bir şey değil," diye yanıt verdi kont. "Gerçek bilginin bayağı bir biçimde bireye mi seslendiğini sanıyorsunuz? Hayır, ona seslenmez. Bilim, doğruyu söylemek gerekirse, sekmeleri, el çabukluklarım, fanteziyi sever. Örneğin biraz önce size sözünü ettiğim rahip Adelmonte bu konuda şaşırtıcı deneyler yapmıştır."

"Öyle mi?"

"Evet, size sadece bir tanesini anlatayım. Sebze, meyve ve çiçek dolu çok güzel bir bahçesi vardı; bu sebzelerin içinden en sadesini, örneğin bir lahanayı seçiyordu. Üç gün boyunca bu lahanayı arsenik eriyiği ile suluyordu; üçüncü gün lahana hastalanıyor ve sararıyordu, bu onu kesme zamanıydı; bu lahana herkese olgunlaşmış gibi görünüyor ve doğal görünüşünü koruyordu: sadece Rahip Adelmonte onun zehirli olduğunu biliyordu. O zaman rahip bir tavşan alıyordu -Rahip Âdelmonte'nin sebze, çiçek ve meyve koleksiyonundan hiç de aşağı kalmayan bir tavşan, kedi ve hintdomuzu koleksiyonu vardı- işte Rahip Adelmonte bir tavşan alıyordu, ona lahana yapraklarını yediriyordu ve tavşan ölüyordu. Hangi sorgu yargıcı bunda bir kusur bulmaya cesaret edebilir, hangi krallık savcısı Mösyö Magendie ya da Mösyö Flourens'a karşı öldürdükleri tavşanlar, hintdomuzlan ve kediler hakkında bir soruşturma başlatmayı akimdan geçirebilir? Hiçbiri. İşte adaletin soruşturamayacağı ölü bir tavşan. Tavşan ölünce Rahip Adelmonte onun içini aşçısına boşalttırıyor ve bağırsaklarını bir gübrenin üstüne atıyor. Bu gübrenin üstünde bir tavuk duruyor, tavuk bu bağırsakları gagalıyor, o da hastalanıyor ve ertesi gün ölüyor. Tavuk can çekişip kıvranırken oradan bir akbaba geçiyor -Adelmonte'nin ülkesinde çok akbaba vardır- akbaba kadavraya saldmyor, onu bir kayanın üzerine taşıyor ve orada yiyor. Üç gün geçince, bu yemekten sonra kendini sürekli rahatsız hisseden zavallı akbaba bulutların en tepesinde bir baş dönmesi hissediyor; boşlukta yalpalıyor ve gülle gibi canlı balık havuzunuza düşüyor; tumabalığı, yılanbalığı ve müren bildiğiniz gibi oburdurlar, işte bu balıklar akbabayı parçalayıp yiyorlar. Diyelim ertesi gün konuğunuza sofranızda, dördüncü kuşak olarak zehirlenmiş bu tumabalığı, yılanbalığı ya da müren sunuluyor, o da beşinci kuşak olarak zehirleniyor ve sekizinci ya da onuncu günün sonunda bağırsak hastalığından, kalp sektesinden, pilor iltihabından ölüyor. Otopsi yapılıyor ve doktorlar şöyle diyor:

"Hasta, bir karaciğer urundan ya da tifodan ölmüştür."

"Ama," dedi Madam de Villefort, "art arda sıraladığınız tüm bu durumlar küçük bir aksilik yüzünden yarıda kesilebilir; akbaba tam o sırada geçmeyebilir ya da canlı balık havuzunuzun elli metre ötesine düşebilir."

"İşte sanat da tam burada ortaya çıkıyor: Doğu'da büyük bir kimyacı olmak için yazgıyı yönlendirmek gerekir; o zaman amaca ulaşılır."

Madam de Villefort dalgındı ve dinliyordu.

"Ama," dedi, "arsenik zamanla yok olmaz; nasıl emilirse emilsin, ölüme neden olacak yeterli miktarda girdiği andan başlayarak insan bedeninde bulunacaktır."

"Güzel!" dedi Monte Kristo, "güzel! işte benim de sevgili Adelmonte'ye söylediğim buydu.

"Düşündü, gülümsedi ve bana bir Sicilya atasözü ile, ama sanırım bu aynı zamanda bir Fransız atasözü, yanıt verdi: 'Evladım, dünya bir günde değil yedi günde kuruldu; pazar günü geliniz.'

"Pazar günü yine gittim; bu kez lahanasını arsenik yerine esas maddesi striknin olan, bilginlerin strydınos colubrina dedikleri bir eriyikle sulamıştı. Bu kez lahananın hiç de hasta hali yoktu; tavşan da hiçbir şeyden kuşkulanmadı; yine de tavşan beş dakika sonra ölmüştü; tavuk tavşanı yedi, ertesi gün o da ölmüştü. O zaman biz de akbaba yerine tavuğu oradan aldık ve içini açtık. Bu kez tüm özel belirtiler yok olmuştu, sadece genel belirttiler kalmıştı. Hiçbir organda hiçbir özel belirti yoktu; sadece sinir sistemi zedelenmişti, hepsi buydu, beyin kanamasıydı söz konusu olan, başka bir şey değil; tavuk zehirlenme-mişti, beyin kanamasından ölmüştü. Bu, tavuklarda ender rastlanan bir durumdur, biliyorum ama insanlarda çok rastlanır."

Madam de Villefort giderek daha dalgmlaşmıştı.

"iyi ki böyle maddeler sadece kimyacılar tarafından hazırlanabiliyor," dedi, "çünkü gerçekten de dünyadaki insanların yarısı öbür yarısını zehirlerdi."

"Kimyacılar ya da kimya ile ilgilenenler tarafından," dedi Monte Kristo kayıtsızlıkla.

"Hem sonra," dedi Madam de Villefort, düşüncelerini uzaklaştırmak için çaba harcayarak, "ne kadar ustaca hazırlanmış olursa olsun cinayet her zaman cinayettir: İnsanların gözünden kaçar, ama Tanrı'nın gözünden kaçamaz. Bilinç konusunda Doğulular bizden daha güçlüler, cehennemi bizden daha ihtiyatlı bir biçimde ortadan kaldırmışlar, hepsi bu."

"Eh! Madam, bu sizinki gibi dürüst bir ruhta doğal olarak oluşması gereken, ama kısa bir süre sonra mantıkla kökünden sökülüp atılacak bir tedirginlik. İnsan düşüncesinin kötü yanı Jean-Jacques Rousseau'nun bildiğiniz şu aykırı düşüncesi ile özetlenebilir her zaman: 'Beş bin fersah öteden parmağımızın ucunu kaldırıp öldürdüğümüz mandarin İnsan yaşamı böyle şeyler yapmakla geçiyor, insan zekası bunları düşünmekten yorgun düşüyor. Çok az insanın birden gidip kendi cinsinden birinin kalbine bir bıçak sapladığını ya da onu yeryüzünden yok etmek için biraz önce sözünü ettiğimiz arsenikten bir miktar verdiğini görürsünüz. Bu gerçekten de bir tuhaflık ya da bir budalalıktır. Bunu yapmak için kanın otuz altı derecede kaynaması, yüreğin doksan atması, ruhun her zamanki sınırlarının dışına çıkması gerekir; ama eğer, iğrenç bir cinayet işlerseniz, ya da filolojide uygulandığı gibi, sözcüğün yumuşatılmış eşanlamlısı ile söylersek, basit bir eleme yaparsanız, eğer sadece ve sadece sizi tedirgin eden kişiyi yolunuzdan uzaklaştırır ve bunu, şok yaşatmadan, şiddete başvurmadan, bir işkenceye dönüşen ve kurbanı bir şehit, uygulayıcıyı da sözcüğün tam anlamıyla bir akbaba haline getiren ızdırap aracını kullanmadan yaparsanız, ve işin içinde kan, inleme, kasılma, özellikle de amaca ulaşmadaki korkunç ve tehlikeli anilik olmazsa, o zaman size 'Toplumu sarsma!' diyen insanların yasasından kaçabilirsiniz. İşte belli bir önem taşıyan elverişli durumlarda zaman sorunlarını pek tasa etmeyen Doğu'nun ciddi ve soğukkanlı insanlarının nasıl davrandıkları ve nasıl başarıya ulaştıkları."

"Geriye bilinç kalıyor," dedi Madam de Villefort heyecanlı bir ses ve boğuk bir iç çekişle.

"Evet," dedi Monte Kristo, "evet, iyi ki bilinç kalıyor yoksa onsuz çok mutsuz olurduk. Biraz sert her eylemden sonra bizi kurtaran bilinçtir, çünkü bilinç bize kendimizin tek yargıç olduğumuz binlerce haklı neden bulur; ve bu nedenler her ne kadar bizim uykusuz kalmamamızı sağlayacak kadar iyi olsalar da bir mahkeme önünde hayatta kalmamız için belki de önemsiz olacaklardır. İşte bu nedenle örneğin III. Richard, IV. Edo-uard'ın iki çocuğunu ortadan kaldırdıktan sonra bilincinden olağanüstü bir biçimde yararlanmıştır; gerçekten de kendi kendine şöyle demiş olmalı: 'Babaları acımasız ve kıyıcı kralın kötü yanlarını miras olarak almış bu iki çocuğun gençlikteki eğilimlerini bir tek ben görebildim; bu iki çocuk kaçınılmaz bir biçimde mutsuzluk verecekleri Ingiliz halkını benim mutlu etmemi engelliyorlardı.' Yine Shakespeare ne derse desin bir tahtı kocasına değil oğluna vermek isteyen Lady Macbeth de bilincinden yararlanmıştır. Ah! analık aşkı öyle büyük bir erdem, öyle güçlü bir dürtüdür ki birçok şeyi bağışlatır; Duncan'ın ölümünden sonra bilinci olmasaydı Lady Macbeth çok mutsuz olacaktı."

Madam de Villefort kontun kendine özgü o doğal alaycılığı ile ayrıntılarıyla dile getirdiği bu ürkütücü savları ve korkunç çelişkileri açgözlülükle içine çekiyordu sanki.

Kısa bir sessizlikten sonra:

"Korkunç bir kanıtlayıcı olduğunuzu ve dünyayı soluk bir ışık altında gördüğünüzü biliyor musunuz sayın kontum?" dedi, "insanlığa imbiklerden ve karnilerden geçirerek baktığınız için mi onu böyle yargılıyorsunuz? Çünkü haklısınız, büyük bir kimyacısınız

ve oğluma içirdiğiniz ve onu hemen yaşama döndüren o iksir..."

"Ah! ona pek güvenmeyiniz madam," dedi Monte Kristo, "o iksirden bir damla, ölmekte olan o çocuğu yaşama döndürmeye yetti, ama üç damla onun kanım ciğerlerine doldurur ve çarpıntı yapardı; altı damla soluğunu keser ve onu içinde bulunduğu durumdan çok daha ciddi bir baygınlığa sürüklerdi; nihayet on damla onu bir anda öldürürdü. Onu ihtiyatsızlıkla dokunduğu şişelerden hemen nasıl uzaklaştırdığımı biliyorsunuz madam."

"Korkunç bir zehir öyleyse?"

"Ah! Tanrım, hayır! Önce, zehirlerin en şiddetlileri tıpta yerine göre çok yararlı ilaçlar olarak kullanıldıklarına göre zehir diye bir sözcüğün olmadığını kabul edelim." "Öyleyse neydi?"

"O dostum eşsiz rahip Adelmonte'nin ustaca hazırladığı ve kullanılışını bana öğrettiği bir bileşimdi."

"Ah!" dedi Madam de Villefort, "bu eşsiz bir spazm çözücü olmalı."

"En iyisi, madam, siz de gördünüz," diye yanıtladı kont, "onu sık sık kullanırım, olabildiğince ihtiyatla elbette," diye ekledi gülerek.

"Buna inanıyorum," diye karşılık verdi Madam de Villefort aynı tonla. "Bana gelince, o kadar sinirli, o kadar çabuk bayılan biriyim ki daha iyi soluk almamı sağlayacak ve bir gün boğularak ölme korkumu giderecek çareler bulması için bir doktor Adelmonte'ye ihtiyacım var aslında. Bu arada bunu Paris'te bulmak zor olduğu, rahibiniz de benim için Paris yolculuğu yapmaya belki de hazır olmadığına göre ben de Mösyö Planche'ın spazm çözücüleriyle yetiniyorum; Hoffmann'ın damlaları ve nane şurupları bende çok etkili oluyor. Bakın kendim için özel yaptırdığım pastiller; bunlar çift dozdur."

Monte Kristo genç kadının ona gösterdiği kabuktan kutuyu açtı ve bu karışıma değer biçebilecek bir meraklı olarak pastillerin kokusunu içine çekti.

"Bunlar çok hoş," dedi, "ama çoğu zaman bayılmış bir kişinin yerine getirmesi olanaksız olan bir eyleme, yutma gerekliliğine dayalı pastiller. Ben kendi özgül ilacımı yeğlerim." "Ben de kuşkusuz etkilerini gördükten sonra onu yeğlerim, ama bu herhalde bir sır ve sizden bunu isteyecek kadar saygısız değilim."

"Ben de, madam," dedi Monte Kristo ayağa kalkarak, "size bunu sunacak kadar nazik biriyim."

"Ah! Mösyö."

"Sadece bir şeyi anımsayınız: Küçük bir doz ilaçtır, güçlü bir doz zehirdir. Bir damlası, gördüğünüz gibi, hayat verir; beş ya da altı damlası kesinlikle öldürür, çok daha korkunç olan, bir bardak şarabın içinde bu damlalar hiçbir tat değişikliği yapmaz. Ama artık bir şey söylememeliyim madam, neredeyse size bunu salık veriyor gibiyim."

Saat altı buçuk olmuştu, Madam de Villefort'a bir arkadaşının yemeğe geldiğim haber verdiler.

"Sayın kont," dedi Madam de Villefort, "sizinle ikinci kez değil de, üçüncü ya da dördüncü kez bir arada bulunma ve sadece size borçlu biri değil de dostunuz olma onuruna erişmiş olsaydım, yemeğe kalmanız için üsteler ve davetimi ilk seferinde geri çevirseniz bile ısrarlı olurdum."

"Binlerce teşekkür, madam," diye yamt verdi Monte Kristo, "benim de yerine getirmekten kaçınamayacağım bir yükümlülüğüm var. Henüz Büyük Operayı görmemiş ve kendisini oraya götüreceğim konusunda bana güvenen, dostlarımdan Yunanlı bir prensesi gösteriye götürmeye söz verdim."

"Pekala mösyö, ama benim reçetemi unutmayınız."

"Nasıl unuturum madam! Bunun için sizin yanınızda geçirdiğim sohbet saatini unutmam gerek, bu da kesinlikle olanaksız."

Monte Kristo selam verdi ve çıktı.

Madam de Villefort düşleriyle baş başa kalmıştı.

"İşte tuhaf bir adam," dedi, "bana vaftiz adı Adelmonte imiş gibi geldi."

Monte Kristo'ya gelince sonuç, beklentisinin ötesine geçmişti.

"Haydi bakalım," dedi giderken, "işte iyi bir toprak; buraya düşecek tohumun boşa gitmeyeceğinden eminim."

Ertesi gün sözünü tutarak istenen reçeteyi gönderdi.

ŞEYTAN ROBERT

Opera bahanesi, bulunabilecek en iyi gerekçeydi, çünkü o akşam Krallık Müzik Aka-demisi'nde tören vardı. Levasseur, büyük bir rahatsızlıktan sonra Bertram rolüyle sahneye dönüyordu ve her zamanki gibi, çok tutulan müzik ustasının yapıtı Paris sosyetesinin en-gözde kişilerini buraya çekmişti.

Zengin gençlerin çoğu gibi MorcerPin de salonun ön sıralarında bir yeri, ayrıca aslanlar locasında hakkı olan yerin dışında, kendilerinden yer isteyebileceği on loca dolusu tanıdığı vardı.

Château-Renaud'nun yeri de onunkinin yanındaydı.

Beauchamp gazeteci olarak salonun kralıydı ve her tarafta yeri vardı.

O akşam Lucien Debray bakanın locasından yararlanma hakkına sahipti, o da bu yeri Kont de Morcerf e önermişti, ama o da, Mercedes'in geri çevirmesi üzerine, o akşam barones ve kızı kendilerine önerdiği locayı kabul ederlerse onları görmeye gideceğini söyleyerek bu yeri Danglars'a sunmuştu. Hanımların geri çevirmeye niyetleri yoktu. Bir milyoner olarak, bedava locadan kim hoşlanmaz?

Danglars'a gelince, o siyaset ilkeleri gereği ve muhalif milletvekili olarak bakanın locasına gidemeyeceğini bildirmişti. Sonuç olarak barones Lucien'e, Eugenie ile Opera'ya yalnız gidemeyeceği için gelip kendisini almasını yazmıştı.

Gerçekten de eğer iki kadın tek başlarına olsalardı bu çok kötü karşılanırdı; oysa Opera'ya annesi ve annesinin âşığı ile giden Matmazel Danglars'a hiçbir şey söylenemezdi: Düzeni olduğu gibi kabul etmek gerek.

Her zamanki gibi perde neredeyse salon bomboş iken kalktı. Gösteri başladıktan sonra salona girmek Paris modamızın bir alışkanlığıdır: Bunun sonucu olarak da birinci perde, daha önce gelmiş izleyicilerin oyunu seyretmesi ya da dinlemesi ile değil, salona yeni girenleri seyretmesiyle geçer, kapı gürültülerinden ve konuşma seslerinden başka hiçbir şey duyulmaz.

"İşte!" dedi birden Albert, ilk sıranın yanındaki bir locanın açıldığını görerek, "İşte! Kontes G...İ"

"Kontes G... de kim?" diye sordu Château-Renaud.

"Ah! Olur şey değil, baron, işte size yakıştıramadığım bir soru; Kontes G...'nin kim olduğunu mu soruyorsunuz?"

"Ah! doğru," dedi Château-Renaud; "şu güzel Venedikli değil mi?"

"Ta kendisi."

O sırada Kontes G... Albert'i fark etti ve gülümseyerek onunla selamlaştı.

"Onu tanıyor musunuz?" dedi Château-Renaud.

"Evet," dedi Albert; "ona Roma'da, Franz tarafından takdim edilmiştim."

"Franz'ın Roma'da size yaptığı hizmeti siz de bana Paris'te yapar mısınız?"

"Büyük bir zevkle."

"Şişt!" diye seslendi insanlar.

İki genç arka koltuklardaki izleyicilerin müzik dinleme isteklerine hiç aldırmadan konuşmalarını sürdürdüler.

"Kontes, Champ-de-Marsat yarışlarındaydı," dedi Château-Renaud.

"Bugün mü?"

"Evet."

"Hay Allah! Sahiden de yarış vardı. Oynadınız mı?"

"Ah! Çok küçük oynadım, elli Louis kadar."

"Kim kazandı?"

"Nautilus; ben ona oynamıştım."

"Ama üç yarış vardı değil mi?"

"Evet. Jokey Kulübü'nün bir ödülü, bir altın kupa vardı. Hattâ çok garip bir şey oldu." "Ne oldu?"

"Susun artık!" diye bağırdı insanlar.

"Yarışı hiç bilinmeyen bir at ve binicisi kazandı."

"Nasıl?"

"Ah! Tanrım, evet; birden çok güzel al bir atm ve yumruk iriliğinde bir binicinin ilerlediğini görünceye dek hiç kimse Vampa adıyla kayıtlı bir ata ve Job adıyla kayıtlı biniciye dikkat etmemişti; binicinin cebine yirmi tane yarım kiloluk kurşun koymak gerekti, ama bu onun kendisiyle birlikte koşan Ariel ve Barbaro'nun önünde üç boy farkla yarışı kazanmasını engellemedi."

"Atm ve binicinin kime ait olduğu öğrenilemedi mi?"

"Hayır."

"Atm hangi adla kaydolduğunu söylemiştiniz?"

"Vampa."

"O zaman sizden ilerdeyim, onun kime ait olduğunu biliyorum."

"Susun artık," diye üçüncü kez bağırdı parterdekiler.

Bu kez o kadar fazla kazan kaldırdılar ki iki genç sonunda insanların kendilerine seslendiklerini fark ettiler. Bir an için, saygısızlık gibi gördükleri şeyin sorumlusu olan adamı kalabalığın içinde arayarak sağa sola bakındılar; ama kimse çağrıyı yinelemedi, onlar da sahneye doğru döndüler.

O anda bakanın locası açıldı, Madam Danglars, kızı ve Lucien Debray yerlerine oturdular.

"Ah!" dedi Château-Renaud, "işte tanıdığınız kişiler, vikont. Hay Allah neden sağınıza bakıyorsunuz? Sizi arıyorlar."

Albert döndü, gözleri kendisine, yelpazesiyle küçük bir selam veren Madam Danglars'ın gözleriyle karşılaştı. Matmazel Eugenie'ye gelince, tam o sırada iri siyah gözlerini ön sıralara indirmeye tenezzül etmişti.

"Gerçekten de sevgili dostum," dedi Château-Renaud, "bu işten hiçbir şey anlamıyorum, tamam birbirinize denk değilsiniz, ama sizi bu kadar düşündüren şeyin de bu olduğunu hiç sanmıyorum; denk olmayan evlilik dışında Matmazel Danglars'a karşı neden olumsuzluk hissettiğinizi hiç anlamadığımı söylemeliyim; gerçekten de çok güzel biri." "Kesinlikle çok güzel," dedi Albert; "ama güzellik konusunda daha yumuşak, daha ince, daha kadınsı şeyleri yeğlediğimi itiraf etmeliyim."

"işte şimdiki gençler," dedi otuz yaşında bir erkek olarak Morcerfe karşı baba gibi davranan Château-Renaud, "hiçbir zaman hoşnut olmazlar. Ne yapalım sevgili dostum! Sizin için avcı Diana örneğine göre yapılmış bir nişanlı bulsak siz yine de hoşnut olmazsınız."

"Doğru, daha çok Milo ya da Capoua Venüs'ü türünde bir şeyi yeğlerim. Her zaman nympha'larınm ortasında olan şu avcı Diana beni biraz ürkütür; bana da Acteon gibi davranmasından korkarım."

Gerçekten de genç kıza kısa bir göz atınca Morcerfin itiraf etmiş olduğu duygular hemen hemen açıklanabiliyordu. Matmazel Danglars güzeldi, ama Albert'in söylediği gibi biraz donuk bir güzellikti bu: Saçları güzel bir siyahtı ama doğal dalgalarında onları kendine göre biçimlendirmek isteyen ele bir başkaldırı fark ediliyordu; sadece kimi zaman çatılmak gibi bir kusuru olan çok güzel kaşlarla çevrelenmiş, saçları gibi siyah gözleri, bir kadının bakışlarında rastlandığında şaşkınlık verici bir kararlılık ifadesiyle ilgi çekiyordu; burnu bir yontucunun Junon'un burnuna vermek isteyeceği kusursuz oranlara sahipti: sadece ağzı çok büyüktü, ama teninin solukluğu ile daha belirginleşen parlak lal rengi dudaklarının ortaya çıkardığı güzel dişlerle süslenmişti; ağzının kenarındaki, doğanın alışılmış bu tür keyfiyetine göre daha geniş olan siyah bir işaret bu yüz görünümüne Morcerf i biraz korkutan o kararlı kişiliği veriyordu.

Zaten Eugenie'nin kişiliğinin geri kalanı biraz önce betimlemeye çalıştığımız yüzüyle uyum sağlıyordu. Château-Renaud'nun dediği gibi bu bir avcı Diana'ydı ama güzelliğinde daha sarsılmaz, daha erkeksi bir yan vardı.

Aldığı eğitime gelince, eğer bir eleştiri getirilmek istenirse, yüz görünümünün kimi noktaları gibi eğitimi de biraz öbür cinse ait gibiydi. Gerçekten de iki ya da üç dil konuşuyordu, kolaylıkla resim yapıyor, dizeler yazıyor, beste yapıyordu; yatılı okuldaki arkadaşlarından genç ama serveti olmayan buna karşın çok iyi bir şarkıcı olmak için, söylenenlere göre, tüm yeteneklere sahip biri ile müzik alanında çalışıyor ve bu sanata karşı özel bir tutku besliyordu. Büyük bir bestecinin bu arkadaşı ile hemen hemen babası gibi ilgilendiği, onu, bir gün sesiyle bir servet kazanacağı umuduyla çalıştırdığı söyleniyordu. Matmazel Louise d'Armilly'nin -genç virtüözün adıydı bu- bir gün tiyatroya girme olasılığına karşın Matmazel Danglars, onu evine kabul etse de topluluk içinde onunla birlikte hiç görünmüyordu. Zaten bankacının evinde Louise'in, bîr dostun bağımsız durumuna sahip olmaksızın, sıradan eğiticilerinkine göre üstün bir konumu vardı.

Madam Danglars'ın locasına girmesinden birkaç saniye sonra perde indi, ve antraktların uzunluğunun izin verdiği, fuayede gezinme ya da yanm saat boyunca ziyaretlerde bulunma olanağı sayesinde koltuklar neredeyse boşalmıştı.

Morcerf ve Château-Renaud ilk çıkanlardı. Bir an Madam Danglars Albert'in acelesindeki amacının gelip kendisine saygılarını sunmak olduğunu düşünmüştü ve bu ziyareti haber vermek için kızının kulağına doğru eğilmişti; kızı gülümseyerek başını sallamakla yetindi; aynı anda Eugenie'nin yadsımasının ne kadar yerinde olduğunu kanıtlamak ister gibi Morcerf ilk sıranın yanındaki locada göründü. Bu loca Kontes G...'nin locasıydı.

"Ah! işte mösyö gezgin," dedi kontes eski bir tanıdığın tüm dostluğuyla ona elini uzatarak; "beni anımsamış olmanız ve özellikle ilk ziyareti yapmak için beni yeğlemeniz büyük nezaket."

"İnanın madam," diye yanıtladı Albert, "eğer Paris'e geldiğinizi duymuş ve adresinizi biliyor olsaydım bu kadar gecikmezdim. İzin verirseniz size Fransa'da artık ender rastlanan centilmenlerden biri olan dostum sayın Baron de Château-Renaud'yu tanıtmak istiyorum, Champ-de-Mars'taki yarışlarda olduğunuzu da ondan öğrendim."

Château-Renaud selam verdi.

"Ah! Yarışlarda mıydınız mösyö?" dedi hemen kontes.

"Evet, madam."

"Pekala," dedi canlı bir biçimde Madam G..., "Jokey Kulübü ödülünü kazanan atın kime ait olduğunu bana söyleyebilir misiniz?"

"Hayır, madam," dedi Château-Renaud, "biraz önce aynı soruyu Albert'e soruyordum."

"Buna çok mu önem veriyorsunuz sayın kontes?" diye sordu Albert.

"Neye?"

"Atm sahibini öğrenmeye."

"Çok merak ediyorum. Düşünebiliyor musunuz... Ama kim olduğunu biliyor musunuz acaba vikont?"

"Madam, bir öykü anlatacaktınız: 'Düşünebiliyor musunuz,' demiştiniz."

"Pekala, düşünebiliyor musunuz, bu sevimli al at ve pembe parlak ipekten binici ceketli sevimli küçük jokey ilk bakışta öyle canayakm göründüler ki hem biri hem öteki için, sanki servetimin yarısını onlara yatırmışım gibi, iyi dileklerde bulundum; üstelik onların başka atlara üç boy fark yapıp birinci geldiklerini görünce bir çılgın gibi ellerimi çırpmaya başladım. Bir de evime döndüğümde merdivenimde küçük pembe jokeyi bulduğumda şaşkınlığımı varın siz düşünün. Yarışı kazananla aynı binada oturduğumuzu sandım, salon kapımı açtığımda gördüğüm ilk şey bilinmeyen at ve jokeyin kazandığı ödül olan altın kupa oldu. Kupaya küçük bir not iliştirilmişti, üzerinde şu sözcükler yazılıydı: "Kontes G...'ye, Lord Ruthwen."

"Bu o," dedi Morcerf.

"Bu o mu? Ne demek istiyorsunuz?"

"Bunun Lord Ruthwen'in ta kendisi olduğunu söylemek istiyorum."

"Hangi Lord Ruthwen?"

"Bizimki, vampir olan, Argentina tiyatrosundaki."

"Sahi mi?" diye bağırdı kontes, "O burada mı yoksa?"

"Elbette."

"Onu görüyor musunuz? Evinize geliyor mu? Siz ona gidiyor musunuz?"

"O benim iyi dostum, Mösyö Château-Renaud da onu tanıma onuruna erişti."

"Size onun kazandığını düşündüren ne oldu?"

"Vampa adıyla kaydedilmiş atı."

"Peki, başka?"

"Beni esir alan ünlü haydutun adını anımsamıyor musunuz?"

"Ah! Doğru."

"Kontun beni mucize gibi elinden kurtardığı haydut?"

"Evet."

"Onun adı Vampa idi. Gördüğünüz gibi bu o adam."

"Ama neden bu kupayı bana gönderdi?"

"Önce sayın kontes, düşündüğünüz gibi ona sizden çok söz ettiğim için; sonra burada bir yurttaşını bulmuş ve bu yurttaşın onunla ilgilenmesinden mutluluk duymuş olduğu için."

"Onunla ilgili söylediğimiz çılgınca şeyleri ona hiç anlatmamış olmanızı umut ediyorum."

"Inanm bunun için yemin edemem ve Lord Ruthwen adı ile bu kupayı size armağan etme biçimi..."

"Ama bu korkunç, ölünceye kadar benden nefret edecek."

"Davranışı bir düşmanın davranışı mı?"

"Hayır, bunu itiraf edebilirim."

"İyi o zaman."

- "O Paris'te mi?"

"Evet."

"Nasıl bir izlenim uyandırdı?"

"Ama," dedi Albert, "sekiz gün ondan söz edildi, sonra İngiltere kraliçesinin taç giymesi ve Matmazel Mars'ın elmaslarının çalınması gündeme geldi ve artık bundan başka bir şey konuşulmaz oldu."

"Sevgili dostum," dedi Château-Renaud, "kontun dostunuz olduğu anlaşılıyor, onu böyle kabul ediyorsunuz, sonuç olarak. Albert'in size söylediklerine inanmayınız Madam kontes, tam tersine Paris'te sadece Monte Kristo Kontundan söz ediliyor. Önce Madam Danglars'a otuz bin frank değerinde atlar göndererek işe başladı, sonra Madam de Villefort'un hayatını kurtardı, daha sonra görünüşe bakılırsa Jokey Kulübü'nün yarışım kazandı. Morcerf onun hakkında ne söylerse söylesin ben tam tersi inancındayım, şimdi bile hâlâ kontla ilgilenildiğini, ilginçlikler yapmayı sürdürürse, ki bu onun zaten her zamanki yaşam biçimi gibi görünüyor, bir ay sonra onunla daha da çok ilgilenileceğini düşünüyorum."

"Bu olabilir," dedi Morcerf; "bu arada Rus konsolosunun locasım kim tuttu?" "Hangisini?" diye sordu kontes.

"İlk sırada sütunlar arasında olanı; bana kusursuz biçimde yenilenmiş gibi geldi." "Doğru," dedi Château-Renaud. "Birinci perde sırasında birisi var mıydı?"

"Nerede?"

"Bu locada."

"Hayır," dedi kontes, "ben kimseyi görmedim; demek," diye sürdürdü sözlerini ilk konuşma konusuna dönerek, "ödülü kazananın sizin Monte Kristo Kontunuz olduğunu sanıyorsunuz, öyle mi?"

"Bundan eminim."

"Kupayı gönderen de mi o?"

"Hiç kuşkusuz."

"Ama ben onu tanımıyorum," dedi kontes, "ve bu kupayı ona geri göndermeyi çok istiyorum."

"Ah! Hiçbir şey yapmayın; size safirden yontulmuş ya da yakutun içine oyulmuş başka bir tane gönderir. Bunlar onun yapabileceği şeyler; elden ne gelir? Onu olduğu gibi kabul etmek gerek."

O anda ikinci perdenin başlayacağını haber veren zili duydular. Albert yerine gitmek üzere ayağa kalktı.

"Sizi görecek miyim?" diye sordu kontes.

"Aralarda izin verirseniz, Paris'te sizin için neler yapabileceğimi öğrenmek için geleceğim."

"Beyler," dedi kontes, "her cumartesi akşamı Rivoli sokağı 22 numaradaki evimde dostlarımı ağırlıyorum. İşte siz de öğrendiniz."

Gençler selam verdiler ve çıktılar.

Salona girerken parterin ayakta olduğunu ve gözlerin tek bir noktaya dikilip kaldığını gördüler; gözlerim herkesin baktığı yöne çevirdiklerinde, buranın Rus konsolosunun eski locası olduğunu fark ettiler. Siyah giysili, otuz beş, kırk yaşlarında bir adam Doğulu giysileri giymiş bir kadınla içeri giriyordu. Kadın harika bir güzelliğe sahipti, giysisi çok zengindi ve söylediğimiz gibi tüm gözler hemen ona çevrilmişti.

"Eh!" dedi Albert, "bu Monte Kristo ve Yunanlı kadını."

Gerçekten de bunlar kont ve Haydee idi.

Kısa bir süre sonra genç kadın sadece parterin değil tüm salonun ilgi merkezi olmuştu; kadınlar bu elmas çağlayanının parlak ışıklar altında ışıldadığını görmek için localarından sarkıyorlardı.

ikinci perde topluluklarda önemli bir olay olduğunu gösteren şu boğuk uğultu içinde geçti. Hiç kimse susun demeyi düşünmedi. Bu kadar genç, bu kadar güzel, bu kadar göz kamaştırıcı bu kadın görülebilecek en ilginç gösteriydi.

Bu kez Madam Danglars'ın bir işareti Albert'e, sonraki perde arasında ziyaretini beklediğini açıkça belirtti.

Morcerf kendine açıkça beklendiği belirtildiğinde karşısındakini bekletmeyecek kadar İnce biriydi. Perde kapanınca sahne önü locasına çıkmak için acele etti.

İki hanımı selamladı ve elini Debray'ye uzattı.

Barones onu sevimli bir gülümseme ile karşıladı, Eugenie ise her zamanki soğukluğu ile.

"İnanın sevgili dostum," dedi Debray, "karşınızda sıfırı tüketmiş ve nöbeti devralmanız için yardımınızı isteyen bir adam görüyorsunuz. İşte beni kont hakkında soru yağmuruna tutan, benim onun nereli olduğunu, nereden geldiğini, nereye gittiğini bilmemi isteyen bir hanım; inanın ben Cagliostro değilim, bu işten sıyrılmak için şöyle dedim: 'bunların hepsini Morcerfe sorunuz, o Monte Kristo'yu avcunun içi gibi bilir'; o zaman size işaret etti."

"Emrinde yarım milyonluk örtülü ödenek olan birinin bundan daha iyi bilgilenmemiş olması inanılmaz değil mi?" dedi barones.

"Madam," dedi Lucien, "eğer emrimde yarım milyon olsaydı bunu, benim gözümde sadece bir Hint prensi gibi iki kat fazla serveti olmasından başka bir değer taşımayan Mösyö Monte Kristo hakkında bilgi toplamaktan başka bir şey için kullanırdım; ama sözü dostum Morcerfe bırakıyorum, onunla anlaşın, bu artık beni ilgilendirmiyor." *

"Bir Hint prensi bana kesinlikle kulaklarında her biri beş bin frank değerinde dört elmasla otuz bin franklık bir çift at göndermezdi."

"Ah! Elmaslar," dedi Morcerf gülerek; "bu onun manisidir. Potemkin gibi onun da cebinde her zaman elmaslar olduğunu ve Küçük Pourcet'nin geçtiği yollara çakıltaşları atması gibi, onun da yoluna elmaslar saçtığını sanıyorum."

"Bir maden bulmuş olmalı," dedi Madam Danglars; "baronun firmasında sınırsız kredisi olduğunu biliyor musunuz?"

"Hayır, bunu bilmiyordum," diye yanıtladı Albert, "ama öyle olmalı."

"Ya Mösyö Danglars'a Paris'te bir yıl kalmayı ve altı milyon harcamayı düşündüğünü söylediğini?"

"Bu adını gizleyerek yolculuk yapan Pers şahı olmalı."

"Ya o kadının ne kadar güzel olduğunu fark ettiniz mi Mösyö Lucien?" dedi Eugenie.

"Gerçekten de matmazel, kendi cinsinizden kişiler hakkında bu kadar güzel bir şey söyleyebilecek tek kadın sizsiniz."

Lucien cep dürbününü gözüne yerleştirdi.

"Harika!" dedi.

"Mösyö de Morcerf bu kadının kim olduğunu biliyor mu?"

"Matmazel," dedi Albert neredeyse doğrudan gelen bu soruya, "ilgilendiğimiz gizemli kişi hakkında her şeyi bildiğim gibi bunu da biliyorum. Bu kadın bir Yunanlıdır."

"Bu giysilerinden açıkça belli oluyor, bana tüm salonun da bizim gibi bildiği bir şeyi söylüyorsunuz."

"Bu kadar bilgisiz bir kılavuz olduğum için üzgünüm, ama bilgilerimin bu kadarla sınırlı olduğunu itiraf etmeliyim; bunun dışında, onun bir müzisyen olduğunu biliyorum, çünkü bir gün kontun evinde yemekte iken muhakkak ki onun çaldığı bir guzlanm sesini duymuştum."

"Kont evine konuk kabul ediyor mu?" diye sordu Madam Danglars.

"Hem de görkemli bir biçimde, size yemin ederim."

"Danglars'ı onu yemeğe, baloya çağırması için zorlamalıyım ki, o da bize karşılık versin."

"Nasıl? Onun evine mi gideceksiniz?"

"Neden olmasın? Kocamla elbet."

"Ama bu gizemli kont yalnız yaşıyor."

"Gördüğünüz gibi yalnız yaşamıyor," dedi barones gülerek ve güzel Yunanlıyı göstererek.

"Sizdeki yemekte kontun bize söylediğine göre bu kadın bir köle, anımsıyor musunuz Morcerf?"

"Onun daha çok bir prensese benzediğini kabul ediniz sevgili Lucien," dedi madam baron.

"Binbir Gece Masalları'ndan."

"Binbir. Gece Masalları'ndan olduğunu söylemiyorum; ama prensesleri yapan şey nedir sevgili dostum? Elmaslardır, o da elmaslara boğulmuş."

"Hattâ fazlasıyla elması var," dedi Eugenie; "onlar olmasa daha güzel olacak, çünkü biçimleri çok güzel olan boynu, bilekleri görülecek."

"Ah! Tam bir sanatçı. Bakınız," dedi Madam Danglars, "onun nasıl heyecanlandığını görüyor musunuz?"

"Güzel olan her şeyi severim," dedi Eugenie.

"O zaman kont için ne söyleyeceksiniz?" dedi Debray, "Bana öyle geliyor ki o da hiç fena değil."

"Kont mu?" dedi Eugenie, ona bakmayı hiç düşünmemiş gibi; "kont çok solgun." "Çok doğru," dedi Morcerf, "aradığımız giz bu solgunlukta saklı. Kontes G..., bildiğiniz gibi, onun bir vampir olduğunu ileri sürüyor."

"O, Kontes G... döndü mü?" diye sordu barones.

"Yandaki locada," dedi Eugenie, "neredeyse tam karşımızda anneciğim; şu kadın, çok güzel sarı saçlan olan, bu o."

"Ah! evet," dedi Madam Danglars; "ne yapmanız gerektiğini bilmiyor musunuz Morcerf?"

"Emrediniz madam."

"Sizin Monte Kristo Kontuna gidip onu buraya getirmeniz gerekiyor."

"Ne yapmak için?" dedi Eugenie.

"Onunla konuşmamız için; onu merak etmiyor musun?"

"Hiç merak etmiyorum."

"Garip çocuk!" diye mırıldandı barones.

"Ah!" dedi Morcerf, "Belki de kendi gelecektir. Bakın, sizi gördü, size selam veriyor." Barones kontun selamına sevimli bir gülümseme ile karşılık verdi.

"Haydi," dedi Morcerf, "kendimi feda ediyorum; sizi bırakıp onunla konuşmanın bir yolunu bulmaya gidiyorum."

"Locasına gidin; en kolayı bu."

"Ama takdim edilmedim."

"Kime?"

"Güzel Yunanlıya."

"O bir köle, böyle dememiş miydiniz?"

"Evet. Ama sizin ileri sürdüğünüze göre o bir prenses... Hayır. Benim çıktığımı görünce kontun da dışarı çıkacağını umuyorum."

"Bu olabilir. Haydi!"

"Gidiyorum."

Morcerf selam verdi ve çıktı. Gerçekten de tam kontun locasının kapısının önüne geldiği sırada kapı açıldı; kont, koridorda bekleyen Ali'ye Arapça bir şeyler söyledi ve Mor-cerfin kolunu tuttu.

Ali kapıyı kapadı ve kapının önünde ayakta durdu; koridorda Sudanlı'nın çevresinde bir kalabalık toplanmıştı.

"Aslında," dedi Monte Kristo, "sizin Paris'iniz tuhaf bir kent, Parislileriniz de garip bir halk. Sanki ilk kez bir Sudanlı görüyorlar. Onların zavallı Ali'nin çevresine nasıl yığıldık-larına bakın, zavallı bunun ne anlama geldiğini bilmiyor. Size bir şey söyleyeyim, örneğin bir Parisli Tunus'a, Konstantinopolis'e, Bağdat'a ya da Kahire'ye gitse kimse onun çevresinde halka oluşturmaz."

"Bu sizin Doğulularınızın sağduyulu insanlar olmasından ve sadece görmeye değecek şeylere bakmalarından; ama inanın bana, Ali, size ait olduğu için bu kadar ilgi çekiyor, çünkü siz şu anda gözde bir kişisiniz."

"Sahi mi? Bu lütfü kime borçluyum?"

"Hay Allah! Kendinize elbet. Bin Louis değerindeki koşu atlarınızı veriyorsunuz; krallık savcısının karısının hayatım kurtarıyorsunuz; saf kan atlarla ve ipekmaymun büyüklüğünde binicilerle, Binbaşı Black adı altında yarışlara katılıyorsunuz; sonunda altın kupalar kazanıyorsunuz ve bunları güzel kadınlara gönderiyorsunuz."

"Tüm bu çılgınlıkları size kim anlattı?"

"Doğrusu, ilk olarak, sizi locasında görmek ya da onun locasına götürülmeniz için can atan Madam Danglars; İkincisi, Beauchamp'ın gazetesi, üçüncüsü de benim kendi imgelemim. Kimliğinizi gizlemek istiyorsanız neden atınızın adını Vampa koydunuz?"

"Ah! Doğru!" dedi kont, "bu bir ihtiyatsızlık. Ama söyleyin bana, Kont de Morcerf arada sırada Opera'ya gelmez mi? Gözlerimle onu aradım, ama hiçbir yerde göremedim."

"Bu akşam gelecek."

"Nereye?"

"Baronesin locasına, sanırım."

"Baronesin yanındaki sevimli hanım kızı mı?"

"Evet."

"O zaman sizi kutlarım."

Morcerf gülümsedi.

"Bundan daha sonra, ayrıntılı olarak söz ederiz," dedi. "Müziği nasıl buldunuz?" "Hangi müziği?"

"Biraz önce dinlediğiniz müziği."

"Bestecisinin bir insan olduğu ve, ateş Diogenes'in dediği gibi, tüysüz ve iki ayaklı kuşlar tarafından yorumlandığı düşünülürse, çok güzel bir müzik olduğunu söyleyebilirim."

"Acayip! Ama sevgili kontum, istediğiniz zaman cennetin yedi korosunu dinleyebilecek gibisiniz, öyle mi?"

"Ama bu biraz öyle. Çok güzel bir müzik, insan kulağının hiçbir zaman duyamayacağı bir müzik dinlemek istediğimde, vikont, uyuyorum."

"İyi ya, burada harika bir yerdesiniz; uyuyunuz sevgili kont, uyuyunuz, Opera başka bir amaçla kurulmadı."

"Hayır, aslında orkestranız fazla gürültü çıkarıyor. Size söylediğim gibi uyuyabilmem için bana dinginlik ve sessizlik, sonra da belli bir hazırlık gerek..."

"Ah! Şu ünlü haşhaş mı?"

"Doğru, vikont, müzik dinlemek istediğinizde bana akşam yemeğine gelin."

"Ama ben daha önce yemeğe gittiğimde bu müziği duydum," dedi Morcerf.

"Roma'da mı?"

"Evet."

"Ah! O Haydee'nin guzlasıydı. Evet, yurdundan uzakta olan zavallı arada sırada bana ülkesinin ezgilerini çalarak oyalanıyor."

Morcerf daha fazla üstelemedi; öte yandan kont da sustu.

O anda zil çaldı.

"Beni bağışlar mısınız?" dedi kont locasının yolunu tutarak.

"Rica ederim."

"Kontes G...'ye vampirinin saygılarını iletiniz."

"Ya baronese?"

"Eğer izin verirse, bu akşam saygılarımı sunmak için onu görmeye gitmekten onur duyacağımı söyleyiniz."    '

Üçüncü perde başladı. Üçüncü perde sırasında Kont de Morcerf, söz verdiği gibi, Madam Danglars'ın yanma geldi.

Kont bir salonu ayağa kaldıracak adamlardan değildi; gelişini, yerini aldığı locadaki-lerden başka kimse fark etmedi.

Yine de Monte Kristo onu gördü, dudaklarından hafif bir gülümseme geçti. Haydee'ye gelince perde açık olduğu sürece başka hiçbir şey görmüyordu; tüm ilkel yaradılışlarda olduğu gibi göze ve kulağa seslenen her şeye tapıyordu.

Üçüncü perde de her zamanki gibi geçip gitti; Noblet, Julia ve Leroux adlı bayan oyuncular ayaklarını birbirine çırparak hafifçe zıpladılar; Robert-Mario, Granada prensine meydan okudu; sonunda bildiğiniz görkemli kral, kızının elinden tutarak kadife paltosunu göstermek için salonda bir tur attı; daha sonra perde kapandı ve salon hemen koridorlara ve fuayeye boşaldı.

Kont locasından çıktı ve bir dakika sonra Madam Danglars'ın locasında göründü. Barones sevinç ile karışık hafif bir şaşkınlık çığlığı atmaktan alamadı kendini.

"Ah! Buyrun sayın kont!" diye bağırdı, "doğrusu size daha önce yazılı olarak ettiğim teşekkürü bir de sözle ifade etmek için sabırsızlanıyorum."

"Ah! Madam," dedi kont, "hâlâ o önemsiz şeyi anımsıyor musunuz? Ben unuttum bile."

"Evet; ama unutulmayacak olan, sayın kont, ertesi gün sevgili dostum Madam de Villefort'u aynı atların neden olduğu tehlikeden kurtarmış olmanız."

"Bu kez teşekkürlerinizi hak etmiyorum, Madam de Villefort'a bu çok değerli hizmeti yapma mutluluğuna erişen benim Sudanlı Ali'ındir."

"Oğlumu Romalı haydutların elinden kurtaran da Ali mi?" dedi Kont de Morcerf. "Hayır, sayın kont," dedi Monte Kristo, generalin kendisine uzattığı eli sıkarken, "hayır; bu kez teşekkürleri kendimi için kabul edebilirim; ama bana daha önce teşekkür etmiştiniz, ben de kabul etmiştim, aslında sizi hâlâ bu kadar minnettar görmekten utanıyorum. Rica etsem bana kızınız hanımefendiye takdim edilme onurunu verir misiniz barones?"

"Ah! Takdim edildiniz bile, en azından adınızla, çünkü iki üç gündür sadece sizden söz ediyoruz. Eugenie," diye sözlerini sürdürdü barones, kızma doğru dönerek, "Sayın Monte Kristo Kontu!"

Kont eğildi: Matmazel Danglars başıyla küçük bir hareket yaptı.

"Çok güzel bir hanımla birliktesiniz sayın kont," dedi Eugenie, "kızınız mı?"

"Hayır matmazel," dedi kont bu büyük saflık ya da şaşırtıcı küstahlık karşısında şaşırarak; "vasisi olduğum zavallı bir Yunanlı kız."

"Ya adı?.."

"Haydee," diye yanıtladı Monte Kristo.

"Bir Yunanlı kız!" diye mırıldandı Kont de Morcerf.

"Evet, kont," dedi Madam Danglars; "o kadar parlak bir biçimde hizmet ettiğiniz Tepedelenli Ali'nin sarayında, gözlerimizin önündeki harika giysi kadar güzel bir giysi görüp görmediğinizi bana söyleyin."

"Ah!" dedi Monte Kristo, "Yanya'da mı görev yaptınız sayın kont?"

"Paşanın ordusunda denetçi generaldim," yanıtını verdi Morcerf, "sahip olduğum küçük servet ünlü Arnavut komutanın eli açıklığından geliyor."

"Bakın o zaman!" diye üsteledi Madam Danglars.

"Nereye?" diye kekeledi Morcerf.

"Şuraya!" dedi Monte Kristo.

Kontu koluyla sararak, onunla birlikte locadan sarktı.

O anda gözleriyle kontu arayan Haydee onun solgun yüzünü, koluyla sarmış olduğu Morcerfin başının yamnda fark etti.

Bu görüntü genç kızın üzerinde Medusa'nın başı gibi etki yaptı; ikisini de gözleriyle yiyecekmiş gibi öne doğru bir hareket yaptı, sonra, neredeyse hemen arkasından ona ve Ali'ye en yakm olan kişilerin yine de duyabildikleri hafif bir çığlık atarak geriye attı kendini, Ali hemen kapıp açtı.

"Allah Allah," dedi Eugenie, "vasisi olduğunuz kıza ne oluyor sayın kont? Kendim pek iyi hissetmiyor sanki."

"Doğru," dedi kont, "ama hiç korkmayın matmazel: Haydee çok sinirlidir ve sonuç olarak kokulara karşı çok hassastır: Ona kötü gelen bir parfüm kokusu bayılması için ye-terlidir; ama," diye ekledi kont cebinden küçük bir şişe çıkararak, "ilacı bende."

Baronesi ve kızım tek bir selamla selamladıktan sonra, kont ve Debray ile de son bir kez tokalaşıp Madam Danglars'ın locasından çıktı.

Kendi locasına girdiğinde Haydee hâlâ solgundu; kont görünür görünmez Haydee onun elini yakaladı.

Monte Kristo kızın elinin hem nemli hem de buz gibi olduğunu fark etti.

"Orada kiminle konuşuyordun efendim?" diye sordu genç kız.

"Ama," diye yanıtladı Monte Kristo, "ünlü babanın hizmetinde bulunmuş ve servetini ona borçlu olduğunu itiraf eden Kont de Morcerf ile."

"Ah! Sefil!" diye haykırdı Haydee, "onu Türklere satan o; ve bu servet, ihanetinin ödülü. Sevgili efendim, bunları bilmiyor muydun?"

"Epeiros'ta bu öyküyle ilgili bir şeyler duymuştum," dedi Monte Kristo, "ama ayrıntıları bilmiyorum. Gel kızım, sen bana bu aynntılan anlat, ilginç olmalı."

"Ah! Evet, gel, gel; bu adamın karşısında daha fazla kalırsam ölürüm gibi geliyor."

Ve hızla ayağa kalkan Haydee inci ve mercanla işli beyaz kaşmir maşlağma sarınarak perde kalkarken hemen dışarı çıktı.

"Görüyorsunuz, bu adam başkasına benzemiyor!" dedi Kontes G..., yanma dönmüş olan Albert'e; "Robert'in  üçüncü perdesini büyük bir dikkatle dinliyor, dördüncü perde başladığı anda çıkıp gidiyor."

Continue Reading

You'll Also Like

SARKAÇ By Maral Atmaca

General Fiction

1.2M 80K 7
"Delilerin sevdası hoyrat bir fırtına gibidir. Günün başında seni sarsan fırtına, gecenin şafağında ılık bir esintiye dönüşüp kaburgalarının arasına...
21.4K 1.1K 21
Kiraz çiçeğinin ölümünün ardından sonsuz bir yas çukuruna kendini gömen, umutsuz bir adamdı Uchiha Sasuke. Annesini kaybettikten sonra, babasını hay...
16.4K 382 39
Dostoyevski, yaşamının son yıllarında başyapıtı Karamazov Kardeşler'i tamamladığında, Rus yazınında 'felsefe düzeyinde roman-tragedya denen türün de...
12.2K 403 40
1860'ların Fransa'sında, kuzeydeki maden işçileri, çetin çalışma koşullarında yaşam mücadelesi vermektedir. İşçiler, ocaklarda göçük ve grizu patlama...