Monte Kristo Kontu

By ClassicsTR

8.5K 309 47

Dumas klasik romanın kilometre taşlarından biri olan bu yapıtında, Doğu'ya, klasik mitolojiye ve insan psikol... More

1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56
57
58
59
60
61

25

98 2 0
By ClassicsTR

HAYDEE

Yeni ya da daha doğrusu Monte Kristo Kontunun Meslay sokağında oturan eski tam-dıklarını anımsıyoruz: bunlar Maximilien, Julie ve Emmanuel idi.

Yapacağı bu güzel ziyaretin, geçireceği birkaç mutlu dakikanın, isteyerek kendim attığı cehennemin içine sızan bu cennet pırıltısının umudu, Villefort'u gözden yitirdiği andan başlayarak kontun yüzüne en sevimli dinginliği yaymıştı ve zilin sesine koşan Ali, çok ender rastlanan bir neşeyle parlayan yüzü görünce, efendisinin çevresinde uçuşurken gördüğünü sandığı güzel düşünceleri ürkütmemek için parmaklarının ucuna basarak, soluğunu tutarak dışarı çıkmıştı.

Öğle olmuştu: Kont Haydee'yi görmek için kendine bir saat ayırmıştı; o kadar uzun zaman acı çekmiş bu ruhun bir anda neşeyle dolması çok zordu; başka ruhların şiddetli heyecanlara hazırlanmaya ihtiyaçları olduğu gibi, onun da tatlı heyecanlara hazırlanmaya ihtiyacı vardı sanki. '

Genç Yunanlı kadın, dediğimiz gibi, kontun dairesinden tümüyle ayn bir dairedeydi. Bu daire baştan başa Doğu tarzında döşenmişti; yani, döşemeler kalın Türk halılarıyla kaplanmış, brokar kumaşlar duvarlar boyunca aşağı inmiş, her odaya odayı çepeçevre saran geniş bir divan konmuş, üstüne de kullananın isteğine göre yerlerini değiştirebileceği bir dizi yastık yerleştirilmişti.

Haydee'nin üç Fransız, bir Yunanlı hizmetçisi vardı. Üç Fransız kadın ilk odada, küçük altın bir zilin sesini duyunca koşmaya ve hanımının isteklerini üç hizmetçisine aktaracak kadar Fransızca bilen Rum kölenin emirlerini yerine getirmeye hazır bekliyorlardı, Monte Kristo onlara, Haydee'ye bir kraliçeye gösterilecek saygıyı göstermelerini öğütlemişti.

Genç kız dairesinin en arka odasındaydı; sadece yukardan aydınlatılmış, güneşin yalnızca pembe pencere camlarından içeri girdiği bir tür yuvarlak giyinme odasıydı burası. Yere, gümüş işlemeli mavi atlastan minderlerin üzerine uzanmış, divana yaslanmış, gevşek bir biçimde kıvırdığı sağ kolunu başına dolamış, sol kolu ile bir nargilenin mercan marpucunu dudaklarının arasına sıkıştırmıştı; marpuç, hafifçe içine çektiğinde aselbent suyundan geçirdiği kokulu buharı ağzına ulaştıran esnek hortumunun ucuna takılmıştı.

Doğulu bir kadın için çok doğal olan duruşu bir Fransız kadını için belki de biraz yapmacık bir işveydi.

Giyim kuşamına gelince Epeiroslu kadınlarınki gibiydi, yani altın ve incilerle işlenmiş burnu kıvrık iki küçük sandaletin içinde hareket ettikleri görülmese Paros mermerinden yapılmış sanılacak iki çocuk ayağını açıkta bırakan pembe çiçekler işlenmiş beyaz atlastan bir şalvar, mavi ve beyaz uzun çizgili, yırtmaçlı geniş kollu, gümüş ilikli, inci düğmeli bir ceket ve yürek biçimindeki açılmış kesimi boynunu ve göğsünün tüm üst bölümünü açıkta bırakan, göğsün altında üç elmas düğme ile iliklenen bir tür korse vardı üzerinde. Korsenin alt ve şalvarın üst kısmına gelince, bunlar Parisli zarif kadınlarımızı kıskandıracak rengarenk uzun ipek saçaklı kemerlerden birinin içinde kayboluyorlardı.

Başında yana yatmış, incilerle işlenmiş küçük altın bir başlık vardı, başlığın yana yatmış tarafına sıkıştırılmış lal rengi güzel bir doğal gül simsiyah saçların arasında mavi gibi görünüyordu.

Yüzünün güzelliğine gelince, kadife gibi iri siyah gözleri, düz burnu, mercan dudakları ve inci gibi dişleri ile tipinin kusursuzluğu içinde tam bir Yunan güzeliydi.

Bu sevimli bütünlüğün üzerine, gençlik çağının tüm pırıltısı ve tüm kokusu sinmişti; Haydee on dokuz ya da yirmi yaşlarında olmalıydı.

Monte Kristo Yunanlı hizmetçiyi çağırdı ve Haydee'ye yanma girip giremeyeceğim sormasını istedi.

Yanıt olarak Haydee hizmetçiye kapının önünde asılı duran halıyı kaldırmasını işaret etti, kare biçimindeki kapı pervazı, uzanmış genç kızı güzel bir tablo gibi çerçeve içine aldı. Monte Kristo ilerledi.

Haydee nargileyi tutan kolunun dirseği üzerinde doğruldu ve konta elini uzatarak onu bir gülümsemeyle karşıladı:

"Neden," dedi, Sparta ve Atina kızlarının çınlayan sesiyle, "neden benden içeri girmek için izin istiyorsun? Artık benim efendim değil misin? Ben artık senin kölen değil miyim?" Bu kez de Monte Kristo gülümsedi.

"Haydee," dedi, "biliyorsunuz ..."

"Neden bana her zamanki gibi sen demiyorsun?" diye onun sözünü kesti Yunanlı genç kız; "bir yanlış mı yaptım? O zaman beni cezalandır, ama siz diyerek değil."

"Haydee," dedi kont, "biliyorsun ki Fransa'dayız ve bu nedenle de özgürsün."

"Ne yapmak için özgür?" diye sordu genç kız.

"Beni bırakıp gitmek için."

"Seni bırakıp gitmek!., seni neden bırakıp gideyim?"

"Ne bileyim ben? İnsanların arasına karışacağız."

"Ben kimseyi görmek istemiyorum."

"Karşına çıkacak güzel delikanlılar arasında hoşuna gidecek birini bulursan, ben çok haksızlık etmiş..."

"Şimdiye kadar senden güzel erkek görmedim ve sadece babamı ve seni sevdim." "Zavallı çocuk," dedi Monte Kristo, "bu sadece babandan ve benden başka kimseyle konuşmadığından."

"İyi ya! neden başkalarıyla konuşmaya ihtiyacım olsun? Babam bana neşem, derdi, sen bana aşkım diyorsun, ikiniz de bana çocuğum diyorsunuz."

"Babam anımsıyor musun Haydee?"

Genç kız gülümsedi.

"O burada ve burada," dedi elini gözlerinin ve kalbinin üzerine koyarak.

"Ya ben neredeyim?" diye sordu Monte Kristo gülümseyerek.

"Sen," dedi "sen her yerdesin."

Monte Kristo öpmek için Haydee'nin elini tuttu, ama saf çocuk elini çekti ve alnını uzattı.

"Şimdi Haydee," dedi Monte Kristo, "özgür olduğunu, kendinin efendisi olduğunu ve kraliçe olduğunu biliyorsun; giysinle kalabilir ya da onu istediğin gibi değiştirebilirsin; burada istediğin sürece kal, dışarı çıkmak istediğin zaman çık; senin için her zaman atları koşulmuş bir araba hazır bekleyecek; Ali ve Myrto her yere seninle birlikte gelecekler ve senin emrinde olacaklar; senden sadece tek bir şey rica edeceğim."

"Söyle."

"Doğumun konusundaki sırn gizli tut, geçmişin hakkında tek söz etme; hiçbir zaman ne ünlü babanın ne de zavallı ananın adını an."

"Bunu sana daha önce de söylemiştim efendim, kimseyi görmeyeceğim."

"Dinle Haydee; belki de tamamen Doğu'ya özgü bu her şeyden elini eteğini çekmek Paris'te olanaksız hale gelecek: Roma'da, Floransa'da, Milano'da ve Madrid'de olduğu gibi Kuzey ülkelerimizin yaşamını öğrenmeye devam et; ister burada yaşamaya devam et ister Doğu'ya geri dön, bu her zaman işine yarayacaktır."

Genç kız nemli gözlerini konta doğru kaldırdı ve yanıt verdi:

"İster Doğu'ya geri dönelim, demek istiyorsun değil mi efendim?"

"Evet kızım," dedi Monte Kristo; "benim seni hiçbir zaman bırakıp gitmeyeceğimi iyi biliyorsun. Ağaç hiçbir zaman çiçeğini bırakıp gitmez, ağacı bırakıp giden her zaman çiçektir."

"Seni asla bırakmayacağım efendim," dedi Haydee, "çünkü sensiz yaşayamayacağımdan eminim."

"Zavallı çocuk! On yıl sonra ben ihtiyar olacağım, on yıl. sonra sen hâlâ genç olacaksın."

"Babamın uzun beyaz sakalı vardı, bu benim onu sevmemi hiç de engellemedi; babam altmış yaşındaydı ve bana gördüğüm tüm delikanlılardan daha güzel görünüyordu." "Peki, söyle bana, buraya alışabileceğine inanıyor musun?"

"Seni görecek miyim?"

"Her gün."

"Öyleyse daha ne isterim ki, efendim!"

"Senin canının sıkılmasından korkuyorum."

"Hayır efendim, çünkü sabahları senin geleceğini düşüneceğim, akşamları senin gelmiş olduğunu anımsayacağım; zaten yalnız kaldığımda anılarım var, uzaklardaki Olym-pos ve Pindos ile geniş ufukları, çok büyük manzaraları yeniden görüyorum; sonra yüreğimde insanın hiç sıkılmayacağı üç duygu var: Hüzün, aşk ve minnet."

"Sen Epeiroslu soylu bir krzsm Haydee, iyi yürekli ve şiirselsin, ülkende doğmuş tanrıçaların ailesinden geldiğin çok açık. İçin rahat olsun kızım, gençliğinin boşa gitmemesi için çalışacağım, çünkü sen beni nasıl baban gibi seviyorsan, ben de seni çocuğum gibi seviyorum."

"Yanılıyorsun efendim; babamı hiç de seni sevdiğim gibi sevmiyordum; sana olan aşkım başka türlü bir aşk: Babam öldü, ama ben ölmedim; oysa sen ölürsen ben de ölürüm."

Kont genç kıza büyük bir sevgiyle gülümseyerek elini uzattı; her zamanki gibi Haydee dudaklarını eline değdirdi.

Ve kont, Morrel ve ailesi ile yapacağı görüşmeye hazır halde, Pindaros'un şu dizelerini mırıldanarak dışarı çıktı:

"Gençlik bir çiçek, aşk da onun meyvesidir... Bu meyvenin yavaş yavaş olgunlaştığını gördükten sonra onu toplayan bahçıvana ne mutlu."

Emrettiği gibi araba hazırdı. Bindi ve araba her zamanki gibi dörtnala yola çıktı.

MORREL AİLESİ

Kont birkaç dakikada Meslay sokağı 7 numaraya geldi.

Ev beyaz ve iç açıcıydı, önünde, güzel çiçeklerden iki öbeğin yer aldığı bir avlu vardı.

Kont kapıyı açan kapıcının yaşlı Cocles olduğunu gördü. Ama anımsayacağımız gibi Cocles'in sadece bir gözü vardı ve dokuz yıldır bu göz önemli ölçüde zayıfladığından, Cocles kontu tanımadı.

Arabalar girişin önünde durmak için, çakıl ve deniz kabuklarından yapılmış bir havuzdan fışkıran küçük bir fıskiyeden kaçmak amacıyla dönmek zorunda kalıyorlardı, bu havuz mahallede oldukça kıskançlık uyandırmış ve eve Küçük Versailles adının verilmesine neden olmuştu.

Havuzda kırmızı ve sarı birçok balığın oynaştığım söylemeye gerek yok.

Mahzen ve mutfak katının üstünde yükselen evde giriş katının dışında iki kat daha ve bir de çatı katı bulunuyordu; gençler bu evi büyük bir atölye, bahçenin dibinde iki küçük ev ve bahçeden oluşan ekleriyle birlikte satın almışlardı. Emmanuel ilk bakışta bu yerleşim sayesinde kârlı küçük bir iş yapabileceğini anlamıştı; evi ve bahçenin yansım kendisine ayırmış, sonra bir hat çekmişti, yani küçük evlerle birlikte kiraya verdiği atölyeler ve onlara düşen bahçe bölümü ile kendisi arasına bir duvar ördürmüştü; öyle ki kendisi oldukça önemsiz bir harcamayla orada yaşıyor ve Saint-Germain mahallesindeki bir konağın son derece titiz sahibi kadar kendi içine kapanabiliyordu.

Yemek odası meşedendi; salon maun ağacından ve mavi kadifedendi; yatak odası limon ağacından ve yeşil damaskoydu; bunun dışında, çalışmayan Emmanuel için bir çalışma odası, müzisyen olmayan Julie için bir müzik salonu vardı.

İkinci kat tümüyle Maximilien'e ayrılmıştı: Bu kat kız kardeşinin dairesinin tam bir kopyası gibiydi, yalnız yemek odası bilardo salonuna dönüştürülmüştü, Maximilien buraya arkadaşlarını getiriyordu.

Kontun arabası kapıda durduğunda, bahçenin girişinde purosunu içiyor ve atının tı-marlanmasını denetliyordu.

Kapıyı, daha önce söylediğimiz gibi, Cocles açtı ve Babtistin yerinden uzanarak Mösyö ve Madam Herbault'nun, Mösyö Maximilien Morrel'in Monte Kristo Kontunu kabul edip edemeyeceklerini sordu.

"Monte Kristo Kontu!" diye bir çığlık attı Morrel purosunu atıp ziyaretçisini karşılamaya koşarak: "Onu her zaman kabul edebiliriz sanınm! Ah! verdiğiniz sözü unutmadığınız için bin kez teşekkür ederim sayın kontum."

Genç subay kontun elini öyle büyük bir dostlukla sıktı ki kontun gösterinin içtenliği konusunda yanılması olanaksızdı, ayrıca sabırsızlıkla beklendiğini ve candan bir yakınlıkla karşılandığını hissetti.

"Geliniz, geliniz," dedi Maximilien, "sizi eve ilk götüren ben olmak istiyorum; sizin gibi bir insanı hizmetçi haber vermemeli; kız kardeşim bahçesinde, solmuş gülleri kesiyor; eniştem, ondan altı adım ötede, iki gazetesini, La Presse ve Les Debats'yı okuyor, çünkü Mösyö Emmanuel'i görmek için Madam Herbault'nun görüldüğü her yerde dört metre yarıçapında bir alana bakmak yeter ve Politeknik Okulu'nda dedikleri gibi bu karşılıklıdır." Ayak sesleri üzerine yirmi, yirmi beş yaşlarında, ipek bir sabahlık giymiş, özellikle fındık rengi bir gül fidanını özenle inceleyen genç bir kadın başını kaldırdı.

Bu, Thomson ve French firmasının temsilcisinin ona önceden bildirdiği gibi Madam Emmanuel Herbault olan bizim küçük Julie idi.

Julie yabancıyı görünce bir çığlık attı. Maximilien gülmeye başladı.

"Rahatsız olma kardeşim," dedi, "sayın kontum sadece iki üç gündür Paris'te, ama şimdiden bir Marais mirasyedisinin ne olduğunu biliyor, eğer bilmiyorsa sen bunu ona öğretirsin."

"Ah! Mösyö," dedi Julie, " sizi buraya getirmek, zavallı kız kardeşi için en küçük bir incelik göstermeyen erkek kardeşimin bir ihanetidir... Penelon!.. Penelon!.."

Bengal gül fidanı tarhını çapalamakta olan yaşlı bir adam çapasını yere attı ve kasketi elinde, çiğnediği tütünü o anda becerebildiği kadar yanaklarının içine saklayarak yaklaştı. Hâlâ gür saçlarında birkaç beyaz tutam, gümüş gibi parlıyordu, oysa bronz teni, canlı ve korkusuz gözleri ekvator güneşinde esmerleşmiş ve fırtınalarda kavrulmuş yaşlı denizciyi ele veriyordu.

"Bana seslenmiştiniz sanırım Matmazel Julie," dedi, "işte geldim."

Penelon patronunun kızma Matmazel Julie deme alışkanlığından vazgeçmemiş, ona hiçbir zaman Madam Herbault diyememişti.

"Penelon," dedi Julie, "Mösyö Maximilien beyefendiyi salona götürürken siz de Mösyö Emmanuel'e önemli bir ziyaretçimiz olduğunu haber veriniz."

Sonra Monte Kristo'ya dönerek:

"Beyefendi bir dakikalığına ortadan kaybolmama izin verirler değil mi?"

Ve kontun iznini beklemeden küçük bir ağacın arkasına koştu ve yandaki bir yoldan eve yollandı.

"Ah! sevgili Mösyö Morrel," dedi Monte Kristo, "üzüntüyle fark ediyorum ki ailenizde bir karışıklığa neden oldum."

"Bakın işte mösyö," dedi Maximilien gülerek, "şurada ceketini redingotla değiştirecek olan kocayı görüyor musunuz? Ah! Meslay sokağı sizi tanıyor, haberinizi almışlardır, buna inanmanızı rica ediyorum."

"Burada mutlu bir aileniz var gibi geliyor bana," dedi kont kendi düşüncesine yanıt vererek.

"Ah! evet, bu konuda güvence veririm sayın kontum; ne yaparsınız? Mutlu olmaları için hiçbir eksikleri yok: Gençler, neşeliler, birbirlerini seviyorlar ve yirmi beş bin liralık gelirleriyle Rothschildların zenginliğine sahip olduklarını sanıyorlar. Oysa, büyük servetler edinecek çok fırsatlar çıktı önlerine."

Monte Kristo öylesine tatlı bir sesle, "Yirmi beş bin liralık gelir yine de az," dedi ki, şefkatli bir babanın sesiymişçesine Maximilien'in yüreğine işledi; "ama gençlerimiz burada kalmayacaklardır, onlar da milyoner olacaklardır. Enişteniz beyefendi avukat mı... doktor mu?"

"O tüccardı sayın kontum ve zavallı babamın evini almıştı. Mösyö Morrel beş yüz bin franklık bir servet bırakarak öldü; yarısı benim oldu yarısı da kız kardeşimin, çünkü biz iki kardeştik. Onunla evlendiğinde soylu dürüstlüğünden, büyük zekasından ve lekesiz ününden başka bir varlığı olmayan kocası, karısı kadar bir servete sahip olmak istedi. İki yüz elli bin frank biriktirinceye kadar çalıştı; bunun için altı yıl yetti. Bu kadar çalışkan, bu kadar birbirine bağlı, yetenekleriyle en büyük servetleri hak eden, babadan kalan firmanın geleneklerinden hiçbirini değiştirmek istemeyen ve yenileştiricilerin iki üç yılda yapabileceklerini yapmak için altı yıllarını veren bu gençlerin görünümü yemin ederim çok dokunaklıydı sayın kontum; yardımları onca yürekli bir özveriyle geri çevirmeleri Marsilya'da büyük ses getirdi. Sonunda bir gün borçlarının hepsini ödeyen Emmanuel karısının karşısına çıktı.

"'Julie,' dedi, 'işte Cocles'in bana verdiği ve kazancımızın sınırı olarak saptadığımız iki yüz elli bin frankı tamamlayan son yüz franklık tomar. Bundan sonra yetinmemiz gerekecek olan bu kadar az para seni mutlu edebilecek mi? Dinle, firma yılda bir milyonluk iş yapar ve kırk bin frank kâr getirebilir. Eğer istersek bir saat sonra firmayı üç yüz bin franka satabiliriz, işte Mösyö Delaunay'in kendisininkiyle birleştirmek istediği işletmemizin karşılığında bize üç yüz bin frank vereceğini gösteren mektup. Ne yapacağımıza sen karar ver.'

"'Dostum,' dedi kız kardeşim, 'Morrel firmasını ancak bir Morrel işletebilir. Babamızın adını yazgının kötü şansından sonsuza kadar kurtarmak üç yüz bin franka değmez mi?'

"'Ben de böyle düşünüyordum,' diye yanıt verdi Emmanuel, 'yine de senin görüşünü almak istedim.'

"İşte dostum. Tüm alacaklarımızı aldık, tüm borçlarımız ödendi; bu on beş günlük hesabın altına bir çizgi çizebilir ve dükkanı kapatabiliriz; çizgiyi çizelim ve dükkanı kapatalım.'

"Söylenen hemen o anda yapıldı. Saat üçtü: Üçü çeyrek geçe iki geminin geçişini sigortalatmak için bir müşteri geldi; bu peşin on beş bin franklık net bir kâr demekti.

"'Mösyö,' dedi Emmanuel, 'bu sigorta için meslektaşımız Mösyö Delaunay'e başvurunuz. Biz işi bıraktık.'

'"Ne zaman?' diye sordu şaşıran müşteri.

"'On beş dakika önce.'

"işte mösyö," diye devam etti Maximilien gülümseyerek, "kız kardeşimin ve eniştemin nasıl sadece yirmi beş bin liralık gelirleri olduğunun öyküsü."

Maximilien kontun yüreğini giderek ferahlatan anlatısını henüz bitirmişti ki başında bir şapka ve redingot giymiş olarak Emmanuel göründü. Ziyaretçinin değerini bilen biri gibi kontu selamladı; konta çitle çevrili çiçekli küçük alanı gezdirdikten sonra onu eve götürdü.

Salon, doğal kulpları olan büyük bir Japon vazosunun içine zar zor sığdırılmış çiçeklerle mis gibi kokmuştu. Julie çok iyi giyinmiş, saçlarını sevimli bir biçimde taramış olarak -tüm bu güç işleri on dakikada yapmıştı- kontu karşılamak üzere geldi.

Yandaki kuşhaneden kuş sesleri duyuluyordu; yoz abanoz ağaçlarının dalları ve pembe akasyalar salkımlarıyla mavi kadife perdeleri çevreliyorlardı: Bu küçük bannakta kuş seslerinden ev sahiplerinin gülüşüne kadar her şey dinginlik kokuyordu.

Eve girdiğinden bu yana kontun içi bu mutlulukla dolmuştu; ilk güzel sözlerden sonra kesilmiş olan konuşmayı yeniden başlatmasını beklediklerini unutarak sessiz ve dalgın kalakalmıştı.

Neredeyse uygunsuz düşecek bu sessizliğin farkına vardı ve dalgınlığından sıyrılmaya çalışarak:

"Madam," dedi, "sizi, burada rastladığım mutluluğa ve huzura alışmış olan sizi şaşırtmış olması gereken heyecanımı bağışlayınız; ama benim için bir insanın yüzünde mutluluğu görmek o kadar yeni bir şey ki size ve kocanıza bakmaktan kendimi alamıyorum."

"Gerçekten de çok mutluyuz mösyö," diye yanıt verdi Julie; "o kadar uzun zaman acı çektik ki, çok az kişi mutluluğu bizim kadar pahalıya satın almıştır."

Kontun yüz çizgilerinde merak belirdi.

"Ah! geçen gün Château-Renaud'nun size söylediği gibi bu bir aile öyküsü," dedi Maxi-milien, "çok bilinen mutsuzlukları ve görkemli sevinçleri görmeye alışık olan sizin için sayın kontum, bu aile tablosunda ilginç çok az şey olacaktır. Her ne kadar bu küçük çerçeve içinde kalmış olsalar da, biraz önce Julie'nin size söylediği gibi, çok büyük acılar çektik..."

"Tanrı herkese yaptığı gibi, acılarınızı avutacak bir şey yaptı mı?" diye sordu Monte Kristo.

"Evet sayın kontum," dedi Julie; "bunu yaptığını söyleyebiliriz, çünkü bizim için ancak seçkin kullarına yapacağı şeyi yaptı; bize meleklerinden birini gönderdi."

Kont yanaklarına kadar kızardı, heyecanını saklamak için mendilini ağzma götürerek öksürdü.

"Lal rengi bir beşikte doğup hiçbir zaman bir şey istemeyenler yaşama mutluluğunun ne olduğunu bilmezler," dedi Emmanuel; "hayatları hiçbir zaman öfkeli denize atılmış dört tahtaya bağlı olmamış insanlarda açık bir gökyüzünün değerini bilmezler."

Monte Kristo ayağa kalktı, sesinin titremesinden onu huzursuz eden heyecan anlaşılabileceği için, hiç yanıt vermeden yavaş yavaş salonda dolaşmaya başladı.

"Eli açıklığımız sizi güldürüyor sayın kontum," dedi gözleriyle Monte Kristo'yu izleyen Maximilien.

"Hayır, hayır," diye yanıt verdi Monte Kristo rengi atmış bir halde, bir eliyle kalp atışlarını bastırıp öbür eliyle genç adama, altında, siyah kadife bir yastığa büyük bir özenle yerleştirilmiş ipek bir kesenin olduğu kristal bir lamba karpuzunu gösteriyordu. "Kendi kendime içinde sanınm hem bir kağıt hem de oldukça güzel bir elmas bulunan bu kesenin ne işe yaradığını soruyordum sadece."

Maximilien hemen ciddileşti ve yanıt.verdi:

"Bu, sayın kontum, aile servetimizin en değerli parçasıdır."

"Gerçekten de bu elmas çok güzel," dedi Monte Kristo.

"Ah! bu elmas her ne kadar yüz bin frank ediyorsa da kardeşim size onun fiyatından söz etmiyor sayın kontum; o size sadece bu kesenin içindeki eşyaların biraz önce sözünü ettiğimiz meleğin kutsal işaretleri olduğunu söylemek istiyor."

"İşte anlayamadığım ama yine de sormamam gereken bir şey madam," dedi Monte Kristo eğilerek; "beni bağışlayınız, saygısızlık etmek istememiştim."

"Saygısızlık mı dediniz? Ah! tam tersi sayın kontum, bize bu konuyu açma fırsatını vererek bizi öyle mutlu ettiniz ki! Eğer bu kesenin bize anımsattığı güzel olayı bir sır gibi saklasaydık onu böyle gözler önüne sermezdik. Ah! bize iyilik yapan yabancının yüreğini titretip bizi kendi varlığından haberdar etmesini sağlamak için bunu tüm evrene açıklayabilmek isterdik."

"Ah! demek öyle!" dedi Monte Kristo boğuk bir sesle.

"Mösyö," dedi Maximilien kristal lamba karpuzunu kaldırıp ipek keseyi dinsel bir biçimde öperek, "babamı ölümden, bizi iflastan, adımızı utançtan kurtaran bir adamın, biz sefalete ve gözyaşına mahkum zavallı çocuklar iken bizi bugün insanların mutluluğumuza hayranlıkla baktıklarım gördüğümüz kişiler yapan adamın eli değdi buna; bu mektup, -Maximilien kesenin içinden bir pusulayı çıkararak konta gösterdi- bu mektup babamın çok umutsuz bir karar aldığı gün o yabancı tarafından yazıldı, bu elmas bu cömert yabancı tarafından kız kardeşime çeyiz olarak verildi."

Monte Kristo mektubu aldı ve tanımlanamaz bir mutluluk ifadesiyle okudu; bu, okuyucularımızın bildiği gibi Julie'ye yazılmış, Denizci Simbad olarak imzalanmış olan pusulaydı.

"Yabancı mı dediniz? Size böyle bir iyilik yapan adam sizin için yabancı biri olarak mı kaldı?"

"Evet mösyö, hiçbir zaman elini sıkma mutluluğuna erişemedik; Tanrı'dan böyle bir lütuf istemek yine de suç değil," dedi Maximilien; "ama bu serüvende hâlâ anlayamadığımız gizemli bir yan kaldı; her şey bir sihirbazmki gibi güçlü görünmez bir el tarafından yönetildi."

"Âh!" dedi Julie, "bir gün dokunduğu bu keseyi öptüğüm gibi o eli de öpme umudumu hiç yitirmedim. Dört yıl önce Penelon Trieste'deydi: Penelon, sayın kontum, elinde çapayla gördüğünüz, ikinci lostromo iken bahçıvan olan yürekli denizcidir. İşte Penelon

Trieste'deyken rıhtımda bir yata binmek üzere olan bir İngiliz görmüş, söylediğine .göre 5 Haziran 1829'da babama gelen, 5 Eylül'de bana bu mektubu yazan kişiyi tanımış ama onunla konuşmaya cesaret edememiş."

"Bir Ingiliz!" dedi Monte Kristo, dalgın ve Julie'nin her bakışından kaygılanarak; "bir İngiliz mi dediniz?"

"Evet," dedi Maximilien, "bize Roma'daki Thomson ve French firmasının temsilcisi gibi gelen bir İngiliz. İşte geçen gün Mösyö de Morcerfin evinde Thomson ve French'in sizin bankacılarınız olduğunu söylediğinizde yüreğimin yerinden oynamasının nedeni. Tanrı aşkına mösyö, bunlar, söylediğimiz gibi, 1829'da oldu; bu İngiliz'i tanıyor musunuz?"

"Ama siz bana Thomson ve French firmasının size böyle bir hizmet yaptığını sürekli olarak yadsıdığını söylememiş miydiniz?"

"Evet."

"O zaman bu İngiliz, babanıza, onun bile unuttuğu bir iyiliğin karşılığı olarak, böyle bir bahaneyle yardım eden bir adam olamaz mı?"

"Her şey olabilir mösyö, böyle bir durumda mucize bile olabilir."

"Adı neydi?" diye sordu Monte Kristo.

"Pusulanın altına attığı imzadakinden başka bir ad bırakmadı: Denizci Simbad," diye yanıt verdi konta büyük bir dikkatle bakan Julie.

"Bu kuşkusuz bir ad değil, bir takma ad."

Sonra Julie ona daha büyük bir dikkatle baktığı ve sesinin tınısından bir şeyler çıkarmaya ve anlamaya çalıştığı için:

"Acaba," diye devam etti, "bu aşağı yukarı benim boyumda, belki biraz daha uzun, biraz daha ince, boynuna dolanmış kaim bir kravatı olan düğmeli, korse gibi daracık giysili, elinde hep bir kalem olan bir adam değil mi?"

"Ah! onu tanıyor musunuz?" diye bağırdı Julie gözleri sevinçten parlayarak.

"Hayır," dedi Monte Kristo, "sadece tahmin ediyorum. Lord WiImore adında birini tanımıştım," böyle cömertlikler saçardı.

"Ama kendini açığa vurmadan, herhalde."

"Minnettarlığa inanmayan garip bir adamdı."

"Ah!" diye bağırdı Julie, ellerini kavuşturup soylu bir vurguyla, "neye inanıyordu o zaman zavallı?"

"En azından onu tanıdığım dönemde," dedi Monte Kristo, "buna inanmıyordu, ruhun deriliklerinden gelen bu sesin insanın duygularını altüst edeceğine inanmıyordu; ama o zamandan bu yana belki de minnettarlığın var olduğunun bir kanıtını görmüştür."

"Siz bu adamı tanıyor musunuz?" diye sordu Emmanuel.

"Ah! eğer onu tanıyorsanız mösyö," diye bağırdı Julie, "söyleyiniz, söyleyiniz, bizi ona götürebilir misiniz? Bize onu gösterebilir misiniz? Nerede olduğunu söyleyebilir misiniz? Söyle Maximilien, söyle Emmanuel; eğer onu bir gün bulsaydık yüreğin bir belleği olduğuna inanırdı."

Monte Kristo iki damla yaşm gözlerinden süzüldüğünü hissetti; salonda birkaç adım daha attı.

"Tanrı aşkma mösyö," dedi Maximilien, "bu adam hakkında bir şey biliyorsanız, bildiklerinizi bize söyleyiniz!"

"Heyhat!" dedi Monte Kristo sesindeki heyecanı bastırarak, "eğer size iyilik yapan Lord Wilmore ise korkarım onu hiçbir zaman bulamayacaksınız. Ondan, iki ya da üç yıl önce Palermo'da ayrıldım, en masalsı ülkelere gidiyordu; bir gün oralardan geri dönebileceğinden kuşkuluyum."

"Ah! Mösyö çok acımasızsınız!" diye bağırdı Julie dehşetle.

Ve genç kadının gözleri yaşlarla doldu.

"Madam," dedi kont ciddi bir biçimde, Julie'nin yanaklarından yuvarlanan inci gibi iki damla gözyaşını gözleriyle izleyerek, "eğer Lord Wilmore burada gördüklerimi görmüş olsaydı yaşamı sevecekti, çünkü döktüğünüz gözyaşları onu insanlarla banştıracaktı."

Ve elini Julie'ye uzattı, o da kontun bakışı ve ses tonundan coşmuş olarak elini konta uzattı.

"Ama bu Lord Wilmore," dedi son bir umutla, "onun bir ülkesi, bir ailesi, ana babası vardı, bilmiyordu değil mi? Acaba biz onları..."

"Ah! hiç aramayınız madam," dedi kont, "ağzımdan kaçan sözlere bakarak tatlı düşler kurmayınız. Hayır Lord Wilmore belki de aradığınız adam değil: O benim dostumdu, tüm sırlarım bilirdim, bana bunu anlatmış olmalıydı."

"Size hiçbir şey söylemedi mi?" diye bağırdı Julie.

"Hiçbir şey."

"Sizi kuşkulandıracak bir sözcük bile mi?"

"Hiçbir zaman."

"Ama onu hemen tanıdınız."

"Ah! biliyorsunuz... böyle durumlarda tahmin edilir."

"Kardeşim, kardeşim," dedi Maximilien kontun yardımına koşarak, "mösyö haklı. Sevgili babamızın sık sık bize söylediği şeyi anımsa: Bize bu iyiliği yapan bir İngiliz de-ğil"

Monte Kristo ürperdi.

"Babanız... Mösyö Morrel... size bunu mu söylüyordu?"

"Babam, bu olayda bir mucize görüyordu. Babam bizim için mezarından çıkmış iyiliksever birinin varlığına inanıyordu. Ah! dokunaklı boşinanç, mösyö, ben bunlara hiç inanmamakla beraber o soylu yürekteki bu inancı yıkmayı hiç istemedim. Birçok kez alçak sesle çok sevgili bir dostun adını, yitirilmiş bir dostun adım söyleyerek düşlere daldı; ölmek üzereyken, sonsuzluğa yaklaşmak akima mezardan esinler getirdiğinde, o zamana dek sadece kuşku olarak kalmış bu düşünce bir kanı haline geldi ve ölürken söylediği son sözler şunlar oldu: 'Maximilien, o Edmond Dantes'ti!"'

Kontun birkaç dakikadan beri artan solgunluğu bu sözler üzerine ürkütücü bir hal aldı. Tüm kam kalbine hücum etmişti, konuşamıyordu; saatin kaç olduğunu unutmuş gibi saatine baktı, şapkasını aldı, Madam Herbault'ya ani ve rahatsız bir biçimde saygılan-nı sundu ve Emmanuel ve Maximilien'in elini sıkarak:

"Madam," dedi, "ara sıra size saygılarımı sunmak için gelmeme izin veriniz. Evinizi seviyorum ve beni kabul ettiğiniz için size minnettarım, çünkü uzun yıllardır ilk kez kendimi unuttum."

Ve acele adımlarla çıktı gitti.

"Bu Monte Kristo Kontu tuhaf bir adam," dedi Emmanuel.

"Evet," diye yanıt verdi Maximilien, "ama sanınm çok iyi bir yüreği var ve bizi sevdiğinden eminim."

"Ya ben!" dedi Julie, "sesi yüreğime işledi, iki üç kez sanki sesini daha önce duymuşum gibi geldi bana."

PYRAMOS VE THISBE

Zengin Faubourg Saint-Honore'nin dikkat çekici konutları arasında bulunan güzel bir konağın arkasında, bu mahallenin üçte ikisini kaplayan geniş bir bahçe uzanır, ilkbahar geldiğinde, aralarında XIII. Louis zamanından bir demir parmaklık bulunan dörtgen biçiminde iki duvar ayağının üstüne karşılıklı konmuş yivli taştan iki saksıya, kale gibi yüksek bu büyük duvarları aşan sık kestane ağaçlarının pembe ve beyaz çiçekleri düşer.

Konağın sahiplerinin kullanım alanı olarak, mahalleye bakan ağaçlı avlu ve eskiden konuta bitişik bir dönüm çok güzel sebze bahçesine açılan bu parmaklığın sınır oluşturduğu bahçeyle yetindiklerinden bu yana bu görkemli giriş, iki vazoda büyüyen, ebruli ve lal rengi yaprakları rüzgarda sallanan olağanüstü güzel sardunyalara karşın, kullanılmamaktaydı. Ama vurgun canavarı bu sebze bahçesinin ucuna bir hat çekmiş yani bir sokak oluşturmuştu; ve daha oluşmadan önce parlak demirden bir levha sayesinde bir isme kavuşmuş olan bu sokağa binalar yapmak ve Faubourg Saint-Honore adındaki Paris'in bu candamarı ile yanşmak için bu sebze bahçesinin satılması düşünülüyordu.

Ama vurgun söz konusu olduğunda, insan ister, para yapar; yeni yol doğmadan öldü, sebze bahçesini alan, parasını son kuruşuna kadar ödedikten sonra onu istediği fiyata satamadı ve bir türlü yakalayamadığı fiyat artışını beklerken günün birinde geçmiş zararlarım ve yerinde sayan anaparasını karşılamaktan çok uzak da olsa bu alanı yılda beş yüz franka bostancılara kiralamakla yetindi.

Bu yüzde yarım faiz getiren bir paraydı, birçok kişinin yüzde elli faiz aldığı ve paranın çok az gelir getirdiğini söylediği akıp giden zaman içinde bu çok bir şey değildi.

Yine de, söylediğimiz gibi, eskiden sebze bahçesine açılan demir parmaklık kullanılmamaktaydı, pas zıvanaları kemirmişti; dahası da vardı: pis bostancılar adi bakışlarıyla aristokrat alanın içini kirletmesinler diye parmaklıkların üstüne levhalardan yapılmış altı ayak yüksekliğinde bir bölme konmuştu. Doğruyu söylemek gerekirse levhalar kaçamak bakışların aralıklardan kayamayacağı kadar iyi birleştirilmemişlerdi; ama bu ev bu yersiz davranışlardan hiç korkmayacak kadar ciddi bir evdi.

Bu sebze bahçesinde lahana, havuç, turp, bezelye ve kavun yerine bu terk edilmiş yerin hâlâ düşünüldüğünü gösteren tek tarım ürünü olan büyük yoncalar bitmişti. Tasarlanan sokağa açılan küçük alçak bir kapı, çoraklığı nedeniyle kiracılarının terk ettiği ve sekiz günden bu yana eskiden olduğu gibi yüzde yarım getireceğine artık hiçbir şey getir-

meyen, duvarlarla çevrili bu alana girişi sağlıyordu.

Konak tarafında, sözünü ettiğimiz kestane ağaçlan duvarları örtüyordu, ama bu, gür ve çiçekli başka ağaçların hava almak için can atan dallarının onların arasından geçmesini engellemiyordu. Ancak sürekli serin oluşu, ışığın geçebileceği kadar gürleşmiş yaprakların olduğu bir köşede bahçe sandalyeleri ve geniş taş bir bank, burasının bir toplantı yeri ya da yüz adım ötede kendisini saran yeşillikten surların arasından ancak fark edilebilen, konağın halkının sevdiği bir köşe olduğunu gösteriyordu. Ve güneşin gelmeyişi, yazın en sıcak günlerinde bile serin oluşu, kuşların cıvıltısı, evden ve sokaktan, yani işlerden ve gürültüden uzak oluşu düşünüldüğünde mal sahiplerinin bu gizemli yerin seçiminde ne kadar haklı olduğunu gösteriyordu.

ilkbaharın, Paris'te oturanlara hâlâ bahşettiği en sıcak günlerden birinde akşama doğru, bu taş bankın üzerinde bir kitap, bir güneş şemsiyesi, bir iş sepeti ve işlenmesine başlanmış patiska bir mendil duruyordu; bu bankın biraz uzağında, parmaklığın yanında, levhaların önünde ayakta durmuş, gözünü duvarın kafeslerine uydurmuş genç bir kadın, aralıktan görülen şu bildiğimiz ıssız bahçeye bakıyordu.

Aynı anda bu arsanın küçük kapısı sessizce kapandı ve uzun boylu, güçlü kuvvetli, ham bezden bir gömlek giymiş, kadife kasketli ama son derece bakımlı sakalı, bıyıkları ve siyah saçları bu halk kılığı ile pek uyuşmayan genç bir adam, kimsenin onu gözetlemediğinden emin olmak için çevresine hızla bir göz attıktan sonra, bu kapıdan geçti ve arkasından kapıyı kapayarak hızlı adımlarla parmaklığa doğru yürüdü.

Genç kadın beklediği kişiyi, hiç ummadığı bu kılıkta görünce korktu ve geriye kaçtı. Yine de genç adam kapının aralıklarından sadece âşıklara özgü bir gözle, beyaz bir elbisenin ve mavi uzun bir kemerin dalgalandığını görmüştü, ince duvara doğru ilerledi ve ağzını açıklığa dayayarak:

"Korkmayınız Valentine," dedi, "benim."

Genç kız yaklaştı.

"Ah! Mösyö," dedi, "neden bugün bu kadar geciktiniz? Birazdan akşam yemeği yiyeceğimizi, bahaneler bulmak zorunda kaldığımı, beni gözetleyen üvey annemden, beni ispiyonlayan oda hizmetçimden, bana işkence eden erkek kardeşimden kurtulmak ve buraya sanırım bitmesi uzun sürmeyecek işimi işlemeye gelmek için nasıl kurnaz davranmam gerektiğini bilmiyor musunuz? Sonra geciktiğiniz için özür dilemeniz bitince giymekten hoşlandığınız ve benim az kalsın sizi tanıyamayacak olmama yol açan bu yeni giysinizin ne olduğunu bana söylersiniz."

"Sevgili Valentine," dedi genç adam, "size sözünü etmeye cesaret edemeyeceğim kadar büyük size duyduğum aşk, yine de sizi her gördüğümde, yanımda olmadığınız zamanlar kendi sözlerimin yankısı yüreğimi tatlı tatlı okşasın diye size taptığımı söylemeye ihtiyaç duyuyorum. Şimdi beni azarladığınız için teşekkür ederim: Azarlamanız çok sevimliydi, çünkü bana, beni beklediğinizi demeye cesaret edemeyeceğim ama, beni düşündüğünüzü kanıtlıyor. Gecikmemin ve kılık değiştirmemin nedenini bilmek istiyorsunuz; bunları size söyleyeceğim ve umarım hoş görürsünüz: Yeni bir yaşam biçimi seçtim."

"Yaşam biçimi mi!.. Ne demek istiyorsunuz Maximilien? Bizimle ilgili şeyleri böyle şakaya almanız için yeteri kadar mutlu muyuz?".

"Ah! Tanrı beni yaşamım demek olan şeyi şakaya almaktan korusun," dedi genç adam; "ama savaş meydanlarında koşan ve duvarlardan atlayan biri olmaktan yorulduğum için, geçen gün bende babanızın beni bir gün hırsız olarak yargılatacağı gibi korkunç bir düşüncenin doğmasına yol açıp beni korkuttuğunuz için, üstelik bu durum tüm Fransız ordusunun saygınlığını lekeleyeceği için, kuşatacak en küçük bir kale, savunulacak en küçük bir korugan olmayan bu toprak parçasının çevresinde dönüp durduğumu görmekten şaşırmaları olasılığından da en az o kadar koktuğum için, bir sipahi komutanı olan ben, sebze yetiştiricisi olmayı seçtim ve mesleğime göre bir kılığa büründüm."

"Aman! Ne delilik!"

"Tam tersine, bu sanırım hayatımda yaptığım en akıllıca şey, çünkü bu bize büyük bir güvenlik sağlıyor."

"Pekala, açıklayınız bakalım."

"Olur! Gidip bu çitle çevrilmiş toprağın sahibini buldum; eski kiracılarla sözleşme sona ermişti, ben de burasım yeniden kiraladım. Gördüğünüz tüm bu iri yoncalar bana ait Valentine; hiçbir şey beni bu otların arasında bir kulübe yapıp bundan sonra sizden yirmi adım ötede yaşamaktan alıkoyamaz. Ah! sevinçten ve mutluluktan içim içime sığmıyor. Bunu ödeyebileceğimi düşünemiyorsunuz, değil mi Valentine? Bu olanaksız, değil mi? Pekala, tüm bu büyük mutluluk, tüm bu sevinç, tüm bu neşe, hayatımın on yılını verebileceğim tüm bunlar bana kaça maloluyor bilin bakalım?... Yılda beş yüz bin franka, üç ayda bir ödeme koşuluyla. Görüyorsunuz, artık korkacak hiçbir şey yok. Burada evimdeyim, merdivenimi duvarıma dayar ve üstünden bakabilirim, bir devriyenin gelip beni rahatsız etmesinden korkmadan, gururunuz sırtına bir gömlek giymiş, başına bir kasket takmış zavallı bir gündelikçi işçinin ağzından sevgi sözcüğünün çıktığını duymaktan gocunmadıkça, size sizi sevdiğimi söyleme hakkına sahibim."

Valentine küçük bir sevinç çığlığı attı; sonra birden:

"Heyhat! Maximilien," dedi hüzünle, kıskanç bir bulut gelip, yüreğini aydınlatan güneş ışığını örtmüş gibi, "şimdi daha özgür olacağız, mutluluğumuz insanüstü girişimlere yöneltecek bizi; güvenliğimizi kötüye kullanacağız ve bu güvenlik bizi yanlış yola götürecek."

"Bana, sizi tanıdığımdan beri her gün düşüncelerimi ve yaşamımı sizin düşüncelerinize ve yaşamınıza bağlamış olan bana, bunu nasıl söyleyebilirsiniz dostum? Kim sizde bana karşı güven uyandırdı? Mutluluğum değil mi? Bana, belli belirsiz bir içgüdüye dayanarak tehlikeyle karşılaşacağınızı söylediğinizde hizmetinizde olmaktan başka bir karşılık beklemeden kendimi size adadım. O zamandan bu yana, bir sözcük ya da bir hareketle, sizin için ölmekten mutlu olacak kişiler arasında beni seçmiş olduğunuz için pişmanlık duyma fırsatı verdim mi size? Bana Mösyö d'Epinay ile nişanlandığınızı, babanızın bu birlikteliği istediğini, yani bunun kesin olduğunu söylediniz, zavallı çocuk, çünkü Mösyö de Villefort'un istediği her şey kesinlikle olur. O zaman her şeye hazırlıklı olarak gölgede kaldım, kendi isteğimle değil, sizinkiyle de değil, olayların, yazgının, Tanrı'nın isteğiyle, ama yine de beni seviyorsunuz, bana acıdınız, Valentine ve bunu bana söylediniz; zaman zaman bana yinelemenizi istediğim, bana her şeyi unutturan bu tatlı sözler için sağolun."

"İşte sizi yüreklendiren şey Maximilien, işte benim yaşamımı hem çok güzel hem de çok mutsuz yapan şey, öyle ki çoğu zaman, üvey annemin katılığının ve kendi oğlunu körü körüne üstün tutmasının eskiden bana verdiği acının mı yoksa sizi görmekten duyduğum tehlikelerle dolu mutluluğun mu, hangisinin benim için daha iyi olduğunu kendi kendime soruyorum."

"Tehlike mi!" diye bağırdı Maximilien; "bana bu kadar acımasız ve bu kadar haksız bir sözü nasıl söyleyebilirsiniz? Hiç benden daha uysal bir köle gördünüz mü? Kimi zaman sizinle konuşmama izin verdiniz Valentine, ama sizi izlememi yasakladınız; boyun eğdim. Bu çitle örülmüş alana girmenin, bu kapı aralığından sizinle konuşmanın, sonunda sizi görmeden çok yakınınızda olmanın yolunu bulduğumdan beri, söyleyin bana, hiç parmaklıkların arasından giysinizin eteğine dokunmayı istedim mi sizden? Benim gençliğim ve gücüm karşısında gülünç bir engel olan bu duvarı aşmak için bir adım attım mı hiç? Hiç katılığınıza sitem ettim mi, yüksek sesle bir istek belirttim mi? Bir geçmiş zaman şövalyesi gibi sözüme sıkı sıkıya bağlı kaldım. Sizi haksız bulmamam için en azından bunu itiraf ediniz."

"Doğra," dedi Valentine, iki levha arasına ince uzun parmaklarından birini uzattı, Ma-ximilien de dudaklarını bu parmağa değdirdi; "doğru, siz onurlu bir dostsunuz. Ama sonuçta siz de sadece kendi çıkar duygunuzla hareket ettiniz sevgili Maximilien; kölenin çok şey istediği gün her şeyi yitireceğini biliyordunuz. Siz bana, dostu olmayan bana, babamın unuttuğu bana, üvey annemin ezdiği bana, avunmak için sadece hareketsiz, dilsiz, buz gibi, eliyle elimi sıkamayan, benimle sadece gözleriyle konuşan, kuşkusuz yüreği, kalan sıcaklığıyla benim için çarpan bir ihtiyardan başka kimsesi olmayan bana, bir erkek kardeşin dostluğunu vaat ettiniz. Beni benden daha güçlü olan herkesin düşmanı ya da kurbanı yapan ve bana destek ve dost olarak bir kadavra veren yazgının acı alayı bu. Ah! gerçekten de Maximilien, size yineliyorum, çok mutsuzum, beni benim için değil, kendiniz için sevmekte haklısınız."

"Valentine," dedi genç adam derin bir heyecanla, "dünyada sadece sizi sevdiğimi söyleyemeyeceğim, çünkü kız kardeşimi de eniştemi de seviyorum ama bu, size karşı duyduğum duygulara hiç benzemeyen tatlı ve dingin bir sevgi: Sizi düşündüğüm zaman kanım kaynıyor, göğsüm şişiyor, kalbim yerinden çıkacak gibi oluyor; ama bu yoğunluk, bu ateş, bu insanüstü güç, işte bunları, size hizmet için kullanmamı isteyeceğiniz güne kadar sadece sizi sevmek için kullanacağım. Mösyö Franz d'Epinay'nin daha bir yıl burada olmayacağı söyleniyor; bir yılda bizim işimize yarayacak birçok fırsat çıkabilir, birçok olay bize yardım edebilir! Hep umut edelim bu nedenle, umut etmek çok tatlı ve çok güzeldir! Ama bu arada siz Valentine, beni bencillikle suçlayan siz, benim için ne idiniz? İffet tanrıçasıVenüs'ün güzel ve soğuk yontusu. Bu özverinin, bu boyun eğmenin, bu ölçülülüğün karşılığında bana ne için söz verdiniz, siz? Hiçbir şey için; bana ne verdiniz? Çok az şey. Bana nişanlınız Mösyö d'Epinay'den söz ediyorsunuz ve bir gün onun olma düşüncesine ah vah ediyorsunuz. Söyleyin Valentine, ruhunuzda olup bitenin hepsi bu mu? Nasıl olur! Ben yaşamımı size bağlıyorum, size ruhumu veriyorum, yüreğimin en küçük atışını bile size adıyorum ve ben tamamen sizin iken, kendi kendime alçak sesle, sizi yitirirsem öleceğimi söylerken, siz, başka birine ait olacağınızı düşünerek dehşete kapılmıyorsunuz! Ah! Valentine! Valentine, sizin yerinizde ben olsaydım, sizi sevdiğimden emin olduğunuz gibi ben de sevildiğimi hissetseydim, şimdiye kadar yüz kez elimi bu demir parmaklıkların arasına sokmuş ve zavallı Maximilien'in elini sıkarak şöyle demiştim: 'Si-zinim, sadece sizinim Maximilien, bu dünyada da öbür dünyada da.'"

Valentine hiç yanıt vermedi, ama genç adam onun içini çektiğini ve ağladığım duydu. Bu tepki Maximilien'i hemen etkiledi.

"Ah!" diye haykırdı, "Valentine! Valentine! Sözlerimde eğer sizi yaralayacak bir şey varsa hemen unutun onları!"

"Hayır," dedi Valentine, "haklısınız; ama babam benim için neredeyse bir yabancı olduğu için, benim hemen hemen yabancı bir evde terk edilmiş, iradesi, on yıldır her gün, her saat her dakika beni ezen efendilerimin demir iradesi altında paramparça edilmiş zavallı bir yaratık olduğumu görmüyor musunuz? Kimse benim ne denli acı çektiğimi görmüyor ve ben bunu sizden başka kimseye söylemedim. Görünüşte ve herkesin gözünde benim için her şey iyi, her şey içten, ama aslında her şey bana düşman, insanlar şöyle söylüyor: 'Mösyö de Villefort kızma karşı çok yumuşak davranamayacak kadar ciddi ve katı; ama kızı Madam de Villefort da ikinci bir anne bulduğu için en azından mutlu.' işte, herkes yanılıyor, babam beni duyarsızca terk ediyor, üvey annem sürekli bir gülümsemeyle örttükçe daha da korkunçlaşan bir gözü dönmüşlükle benden nefret ediyor."

"Sizden nefret etmek mi! Sizden mi Valentine? Sizden nasıl nefret edilebilir?" "Heyhat! Dostum," dedi Valentine, "bana duyduğu bu nefretin çok doğal bir duygudan geldiğini itiraf etmek zorundayım. Oğluna, kardeşim Edouard'a tapıyor."

"Yani?"

"Yani, bu söylediklerimize para sorununu da katmak bana tuhaf geliyor; yani, dostum, en azından nefretinin bundan kaynaklandığını sanıyorum. Kendisinin bir serveti olmadığı için, benim ise anne tarafından şimdiden zengin olduğum ve bu servet bir gün Mösyö ve Madam de Saint-Meran'ın serveti ile de iki katma çıkacağı için sanırım beni kıskanıyor. Aman Tanrım! Bu servetin yansını ona verip Mösyö de Villefort'un evinde, babasının evinde oturan bir kız gibi yaşayabileceğimi bilsem bunu kuşkusuz hemen yapardım."

"Zavallı Valentine!"

"Evet, kendimi hem zincirlenmiş, hem de o kadar zayıf hissediyorum ki, bu bağlar bana destek oluyormuş gibi geldiği için, onları kırmaktan korkuyorum. Zaten babam emirlerine cezalandmlmadan karşı gelinebilecek bir adam değildir: Bana karşı güçlü, size karşı da güçlü olacaktır, hemen hemen karşı koyulmaz konumu ve dokunulmaz bir geçmişi ile güven altında olduğu için krala karşı bile güçlü olacaktır. Ah! Maximilien! Size yemin ederim kendim kadar sizi de bu mücadelede mahvetmekten korktuğum için savaşmıyorum."

"Ama yine de Valentine," dedi Maximilien, "neden böyle umutsuzluğa düşmeli, geleceği hep karanlık görmeli?"

"Ah! Dostum, geçmişe bakarak böyle söylüyorum."

"Hadi ama, ben aristokratlar açısından parlak bir damat adayı olmasam da yine de yaşadığınız dünyaya birçok bakımlardan bağlıyım; Fransa içinde iki Fransa'nın olduğu zaman artık sona erdi; benim monarşimin en önemli aileleri İmparatorluk aileleri içinde eridiler: Mızrak aristokrasisi top soyluluğuyla evlendi, işte ben bu sonuncusuna aitim, orduda güzel bir geleceğim var, sınırlı ama bağımsız bir servetim var; babamın anısına, ülkemizin şimdiye kadar var olmuş en onurlu tüccarlarından biri olarak saygı gösterilir. Ülkemiz, diyorum Valentine, çünkü siz de Marsilyalı sayılırsınız."

"Bana Marsilya'dan söz etmeyiniz Maximilien, bu tek sözcük bana annemi, herkesin özlediği, dünyadaki kısacık yaşamında kızının üstüne titredikten sonra şimdi bile onu gözeten, en azından göklerdeki sonsuz yaşamında öyle yaptığını sandığım o meleği anımsatıyor. Ah! Keşke zavallı annem yaşasaydı, Maximilien, o zaman hiçbir şeyden korkmazdım; ona sizi sevdiğimi söylerdim, o da bizi korurdu."

"Heyhat! Valentine," diye yeniden söze başladı Maximilien, "eğer yaşasaydı kuşkusuz sizi tanıyamayacaktım, çünkü siz de söylediniz, yaşasaydı mutlu olacaktınız ve mutlu Valentine bana küçümseyerek tepeden bakacaktı."

"Ah! Dostum," diye bağırdı Valentine, "şimdi de siz haksızsınız... Ama söyleyin bana..."

"Size ne söylememi istiyorsunuz?" dedi Maximilien, Valentine'in duraksadığını görünce.

"Söyleyin bana," diye devam etti genç kız, "eskiden Marsilya'da babanızla benim babam arasında bir anlaşmazlık olmuş mu?"

"Bildiğim kadarıyla hayır," diye yanıt verdi Maximilien, "sadece babanız Bourbonların çok ateşli bir yandaşıyken benimki Imparator'a bağlıymış. Sanırım aralarındaki tüm görüş ayrılığı bu. Ama neden bu soruyu sordunuz Valentine?"

"Bunu size açıklayacağım," dedi genç kız, "çünkü her şeyi bilmelisiniz. Sizin Legion d'honneur nişanı aldığınızın gazetede yayımlandığı gündü. Hepimiz büyükbabam Mösyö Noirtier'nin yanındaydık, bir de Mösyö Danglars, biliyorsunuz evvelki gün atları az kalsın annemi ve kardeşimi öldürecek olan bankacı vardı. Bu beyler Matmazel Danglars'ın evliliği hakkında konuşurlarken ben de büyükbabama gazete okuyordum. Bir gün önce sabah bana haber verdiğiniz için daha önceden okumuş olduğum sizinle ilgili paragrafa geldiğimde, çok mutluydum... ama adınızı yüksek sesle söylemek zorunda kaldığım için de titriyordum ve yine de sessizliğimin kötü yorumlanacağından korktuğum için tüm cesaretimi toplayarak okudum."

"Sevgili Valentine!"

"İşte adınız geçer geçmez babam başım çevirdi. Herkesin gibi adınızı duyar duymaz etkileneceğine öyle inanıyordum ki -ne kadar çılgın olduğumu görüyorsunuz- babamın ve hattâ Mösyö Danglars'ın -Mösyö Danglars için bu belki kuruntu ama eminim- ürperdiğini gördüm."

"'Morrel,' dedi babam, 'durun bakayım! -kaşlarını çattı - 'Bu, Marsilya'daki Morreller-den biri, bize 1815'te onca sıkıntı veren azılı Bonapartçılardan biri değil mi?'

"'Evet,' diye yanıtladı Mösyö Danglars; 'bunun eski armatörün oğlu olduğunu sanıyorum.'"

"Sahi mi!" dedi Maximilien. "Babanız ne yanıt verdi, söyleyin Valentine?"

"Ah! Korkunç bir şey, size söylemeye cesaret edemeyeceğim bir şey."

"Yine de söyleyin," dedi Maximilien gülümseyerek.

"'İmparatorları,' diye devam etti babam kaşlarını çatarak, 'onlara, tüm bu fanatiklere ağızlarının payını vermeyi biliyordu: Onların hepsini topun ağzına koydu, bu onların hak ettikleri tek şeydi. Yeni hükümetin bu yararlı ilkeyi yürürlüğe koyduğunu mutlulukla görüyorum. Sırf bunun için bile Cezayir'i elinde tutuyorsa, bize biraz pahalıya malolsa da, hükümeti kutlayacağım.'"

"Gerçekten de bu oldukça hoyrat bir siyaset," dedi Maximilien. "Ama Mösyö de Villefort'un söyledikleri nedeniyle utanmayınız sevgili dostum; bu konuda benim iyi yürekli babamın da sizinkinden aşağı kalır yanı yoktu, durmadan şunları yineliyordu: 'Neden bunca iyi şeyler yapmış olan imparator yargıçlardan ve avukatlardan bir alay kurmaz ve önce onları savaşa göndermez?' Görüyorsunuz ya sevgili dostum, taraflar, ifadelerinin ilginçliği ve düşüncelerinin yumuşaklığı açısından eşdeğerdeler. Ama Mösyö Danglars, krallık savcısının bu çıkışma o ne dedi?"

"Ah! O kendine özgü ve acımasız bulduğum gülüşüyle gülmeye başladı; sonra hemen kalktılar ve gittiler. O zaman ancak, büyükbabamın heyecanlı olduğunu fark ettim. Size söylemem gerek Maximilien, sadece ben o zavallı felçlinin sıkıntılarını anlayabiliyorum ve zaten onun önünde geçen bu konuşmanın -çünkü zavallı büyükbabama artık hiç dikkat edilmiyor- onu çok fazla etkilediğinden kuşkulanıyordum, üstelik onun imparatoru hakkında kötü şeyler söylenmişti ve görünüşe bakılırsa büyükbabam ateşli bir imparator yanlısıydı."

"Gerçekten de İmparatorluk'un tanınmış isimlerinden biriydi," dedi Maximilien: "bildiğiniz gibi ya da bilmediğiniz gibi o bir senatördü Valentine, Restorasyon zamanında yapılan tüm Bonapartçı komploların içinde oldu."

"Evet, kimi zaman alçak sesle bana tuhaf gelen bu gibi şeyler söylediğini duyuyorum: Bonapartçı büyükbaba, kralcı baba; elden ne gelir?.. Neyse, ona döndüm. Gözleriyle bana gazeteyi işaret etti.

"'Neyiniz var dede?' dedim; 'memnun musunuz?'

"Bana başıyla 'evet' dedi.

'"Babamın söylediklerinden mi?' diye sordum.

"Başıyla 'hayır' dedi.

"Mösyö Danglars'ın söylediklerinden mi?

"Yine başıyla 'hayır' dedi.

"'O zaman Mösyö Morrel'in Legion d'honneur nişanı almasından mı?' diye sordum, Maximilien demeye cesaret edememiştim.

"Başıyla 'evet,' dedi.

Buna inanıyor musunuz Maximilien? Sizi tanımayan büyükbabam sizin Legion d'honneur nişanı almanızdan memnundu. Belki bu onun deli yanıydı çünkü söylenenlere göre çocukluğa dönüyormuş; ama bu evet yanıtı için onu çok seviyorum."

"Bu garip," diye düşündü Maximilien. "Babanız benden nefret ederken büyükbabanız tam tersine... Tarafların bu sevgisi ve nefreti garip şey!"

"Susun!" diye bağırdı birden Valentine. "Saklanın, kaçın; birisi geliyor!"

Maximilien hemen eline bir bel aldı ve acımasızca yoncaları altüst etmeye koyuldu. "Matmazel! Matmazel!" diye bağırdı ağaçların arkasından bir ses, "Madam de Villefort her yerde sizi arıyor; salonda bir konuk var."

"Bir konuk mu!" dedi Valentine heyecanla; "bu konuğumuz kim olabilir?"

"Önemli bir bey, söylenenlere göre bir prens, Mösyö Monte Kristo Kontu." "Geliyorum," dedi yüksek sesle Valentine.

Her görüşmelerinin sonunda, kendisi için hoşçakal anlamı taşıyan bu geliyorum sözcüğü parmaklıkların öte yanındaki adamı ürpertti.

"Bak sen!" dedi kendi kendine Maximilien, elindeki bele düşünceli bir biçimde dayanarak, "Monte Kristo Kontu Mösyö de Villefort'u nereden tanıyor?"

Continue Reading

You'll Also Like

7.1K 728 24
Jane Austen'ın son romanı olan İkna, dokunaklı bir aşk hikâyesi üzerine kurulu. Romanın kahramanı güzel, hassas ve iyi yürekli Anne Elliot, kibirli...
MUCİZE By deriniremmm

General Fiction

181K 11.8K 25
Newton bir fizikçidir. Kafasına bir elma düşer ve yer çekimini bulur. Alya da bir fizikçi. Kafasına bir basketbol topu düşüyor ve 'aşk'ı buluyor. Baz...
6.2K 309 57
Pip'in sürükleyici hayatının anlatıldığı bu roman 19. yüzyılda İngiltere'deki maden köylerindeki yaşama ayna tutmaktadır. Köyün madencisi olan Joe Ga...
6K 295 9
William Shakespeare (1564-1616): Oyunları ve şiirlerinde insanlık durumlarını dile getiriş gücüyle dört yüz yıldır bütün dünya okur ve seyircilerini...