Monte Kristo Kontu

By ClassicsTR

8.5K 309 47

Dumas klasik romanın kilometre taşlarından biri olan bu yapıtında, Doğu'ya, klasik mitolojiye ve insan psikol... More

1
2
3
4
5
6
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56
57
58
59
60
61

7

158 7 4
By ClassicsTR

34 NUMARA VE 27 NUMARA

Dantes bir hapishanede unutulan tutukluların çektikleri acıların her aşamasını geçirdi.

Umudun arkasından gelen ve bir suçsuzluk bilinci olan gururla başladı; sonra suçsuzluğundan kuşku duymaya başladı, bu durum hapishane müdürünün akıl bozukluğu konusundaki düşüncelerini biraz doğruluyordu; sonunda gururunun en üst noktasından aşağı düştü, Tanrı'ya değil insanlara yalvarıyordu henüz; Tanrı son çaredir. Ünce Tanrı'dan yardım dilemesi gereken bir zavallı, tüm diğer umutlarını yitirdikten sonra ondan medet umma noktasına gelir ancak.

Dantes, kendisini hücresinden çıkarıp daha karanlık ve daha kuytu başka bir hücreye koymalarını rica etti. Değişiklik, daha kötü de olsa değişiklikti ve Dantes'e birkaç günlük oyalanma sağlayacaktı. Ona açık hava ve dolaşma hakkı, kitap, ve alet vermeleri için yalvardı. Bunlardan hiçbiri ona verilmedi; ama hiç önemi yoktu, o istemeye devam etti. Eski gardiyanından daha sessiz de olsa, sanki olabilirmiş gibi, yeni gardiyan ile konuşmaya alışmıştı; ama biriyle konuşmak, bir dilsizle bile olsa, hâlâ bir zevkti. Dantes kendi sesini duymak için konuşuyordu: yalnızken konuşmayı denemişti, ama bu onu korkutuyordu.

Dantes, özgür iken sık sık, sefil zevk anlayışlarının, eğlence âlemlerinin ve ürküntü veren dostlukların bir araya getirdiği serseri, haydut ve katillerden oluşmuş tutuklu koğuşlarının çok korkunç olduğunu düşünürdü. Ama şimdi hiç konuşmak istemeyen bu duygusuz gardiyanın yüzü dışında başka yüzler görmek için bu batakhanelerden birine atılmış olmayı dileyecek noktaya gelmişti; aşağılayıcı giysisi, ayağa takılan zinciri, omuza vurulan damgası ile bir zindanın özlemini çekiyordu. Kürek mahkumları en azından benzerleriyle bir aradaydılar, havayı soluyor, gökyüzünü görüyorlardı; kürek mahkumları mutluydular.

Bir gün gardiyandan kendisi için kim olursa olsun bir arkadaş istemesi için yalvardı, bu, sözünü ettiklerini duyduğu deli rahip de olabilirdi. Ne kadar sert bir görüntü de çizse, gardiyanın içinde her zaman biraz insanlık kalır. Bu adamın da kalbinin derinliklerinde, her ne kadar yüzü bunu belli etmiyor ise de, tutsaklığı bu denli zor geçen şu zavallı genç adam için bir acıma duygusu vardı; 34 numaranın isteğini hapishane müdürüne iletti; ama müdür, Dantes'in bir siyasetçi imiş gibi, tutukluları kışkırtmak, bir komplo hazırlamak, kaçmayı denemek için bir dostla yardımlaşmak istediğim sandı ve bu öneriyi geri çevirdi.

Dantes'in artık insanlardan beklediği hiçbir şey kalmamıştı. O zaman, daha önce bunun bir gün olacağını söylediğimiz gibi, Tanrı'ya yöneldi.

Yazgının bellerini büktüğü zavallıların medet umduğu, yeryüzünde yaygın tüm dindarca düşünceler içini rahatlattı; annesinin kendisine öğrettiği duaları anımsadı ve bunlarda daha önce hiç bilmediği anlamlar buldu; çünkü mutlu bir insan için dua, acının gelip de mutsuz insana Tanrı'yla konuşurken kullanacağı bu soylu dili açıklayacağı güne kadar, tekdüze ve anlamdan yoksun bir birikim gibi gelir.

Bu nedenle coşkuyla değil öfkeyle dua etti. Yüksek sesle dua ederken artık sözlerinden korkmuyordu; bir tür esrime içine düşüyordu; ağzından çıkan her sözde Tanrı'nın ortaya çıktığını görüyordu; basit ve mahvolmuş hayatının tüm eylemlerini, ulu Tanrı'nın iradesine bağlıyor, bunlardan kendine dersler, yerine getirmesi gereken görevler çıkarıyordu ve her duanın sonunda, insanların çoğu zaman Tanrı yerine insanlara başvurmanın yolunu buldukları çıkarcı arzuyu dile getiriyordu: Bize karşı günah işleyenleri affettiğimiz gibi siz de bizim günahlarımızı affediniz.

Bu coşkulu dualarına karşın Dantes tutuklu olarak kaldı.

Bunun üzerine, zihni bulandı, gözlerinin önünde kalın bir bulut oluştu. Dantes basit ve eğitimsiz bir adamdı; geçmiş onun için, ancak bilimin kaldırabileceği bu karanlık perdeyle örtülü olarak kalmıştı. Hücresinin yalnızlığı ve düşüncelerinin ıssızlığı içinde geçmiş dönemleri yeniden kuramaz, tükenmiş halkları yeniden canlandıramaz, hayal gücünün büyüttüğü ve şiirleştirdiği ve gözler önünden geçen Martin'in Babil tabloları gibi gökyüzünün ateşi ile aydınlanmış şaşırtıcı ilkçağ kentlerini yeniden yaratamazdı; onun sadece kısacık bir geçmişi, kapkaranlık bugünü, kuşku dolu geleceği vardı: belki de sonsuz bir gecede düşüneceği aydınlık on dokuz yıl! Hiçbir avuntu ona yardım edemezdi: güçlü ve yıllar kat etmekten daha fazla seveceği hiçbir şey olmayan ruhu, bir kafesteki kartal gibi hapsedilmişti. O zaman, bir düşünceye takılıyordu aklı: görünür hiçbir nedeni olmadan görülmemiş bir uğursuzlukla yıkılan mutluluğuna; bu düşünceye dört elle sarılıyor, onu tüm yönleriyle evirip çeviriyor, Dante'nin cehenneminde acımasız Ugolin'in, başpiskopos Roger'nin başını yemesi gibi o da bu düşünceyi oburcasına yiyip bitiriyordu. Dantes'in güç üzerine kurulmuş geçici bir inancı vardı sadece; başkalarının başarıdan sonra inançlarım yitirmeleri gibi, o da inancını yitirdi. Sadece o bundan yarar sağlamamıştı.

Çileciliğin ardından öfke geldi. Edmond Tanrı'ya, gardiyanın korku içinde gerilemesine yol açan küfürler savuruyordu; bedenini zindanın duvarlarına çarparak yaralıyordu; öfkesini, büyük bir hırsla, onu saran her şeyden, özellikle de kendinden alıyordu; bir kum tanesinin, bir saman çöpünün, bir hava akımının onda yarattığı en küçük hoşnutsuzluk yeterliydi bunun için. Gördüğü, Villefort'un ona gösterdiği, dokunduğu o ihbar mektubu akima geliyordu; her satır duvarın üstünde Baltazar'ın Mene, Tekel, Feres'ı gibi pırıl pırıl parlıyordu. Onu bu uçurumun içine atanın Tanrı'nın intikamı değil insanların kini olduğunu söylüyordu kendi kendine; bu bilinmeyen insanların, ateşli hayal gücünün akima getirdiği tüm işkencelerden geçtiğini kuruyordu kafasında, en korkunç işkencelerin onlar için fazla yumuşak özellikle fazla kısa olacağım düşünüyordu; çünkü işkenceden sonra ölüm geliyordu; ölümde huzur değilse de en azından ona benzeyen duyarsızlık vardı.

Düşmanları hakkında, huzurun ölüm olduğunu, zalimce cezalandırmak isteyen için ölümden başka yollar gerektiğini kendi kendine söyleye söyleye intihar düşüncesinin iç karartıcı devinimsizliği içinde buldu kendini; felaket yokuşunda bu karanlık düşüncelere takılıp kalanın vay haline! Tertemiz dalgaların maviliği gibi uzanan, ama içinde yüzücünün, kendine çeken, emen ve sulara gömen zift gibi bir balçığa bacaklarının giderek yapışıp kaldığını hissettiği ölü denizlerden biridir bu. Bir kez böyle hissedince, eğer ilahi güç onun yardımına koşmazsa her şey biter ve harcadığı her çaba onu biraz daha ölüme çeker.

Yine de bu ruhsal çöküntü durumu, belki de kendisinden önce gelmiş acıdan ve onu izleyecek cezadan daha az korkunçtur; bu size kocaman uçurumu, ama uçurumun dibinde de hiçliği gösteren bir tür baş döndürücü avuntudur. Bu noktaya gelen Edmond bu düşüncede bir avuntu buldu; tüm acıları, tüm dertleri ve arkalarından sürükledikleri bu hayaletler alayı, ölüm meleğinin sessizce ayak basabileceği bu hapishane köşesinden uçup gidiyor gibi göründü. Dantes geçmiş yaşamına huzurla, gelecek yaşamına dehşetle baktı ve ona bir sığmak gibi görünen bu orta noktayı seçti.

"Kimi kez," diyordu kendi kendine, "uzak seferlerimde, henüz bir insan olduğum zaman, bu özgür ve güçlü insan başka insanlara yerine getirdikleri emirler verdiği zaman, gökyüzünün kapandığını, denizin titreyip gürlediğini, göğün bir köşesinde fırtınanın doğduğunu ve dev bir kartal gibi iki kanadını her iki ufukta da çırptığını gördüm; o zaman gemimin artık sadece güçsüz bir barınak olduğunu hissediyordum, çünkü bir devin elindeki tüy gibi hafif olan gemim titriyor ve kendi kendine sarsılıyordu. Çok geçmeden kabaran dalgaların korku veren gürültüsüyle sarp kayaların görüntüsü bana ölümü haber veriyordu ve ölüm beni çok korkutuyordu; ondan kaçmak için tüm çabamı harcıyordum ve Tanrıyla savaşmak için tüm insan gücümü, tüm denizci zekamı bir araya getiriyordum!.. Ama o zaman mutluydum, yaşama dönmek mutluluğa dönmekti; bu ölümü ben çağırmamıştım, ben seçmemiştım; yosunlardan ve çakıllardan oluşmuş bu yatağın üzerinde uyumak bana zor geliyordu; kendini Tanrı gibi yaratılmış bir insan sanan ben ölümümden sonra büyük martılara ve akbabalara yem olma düşüncesinden tiksiniyordum. Ama bugün durum başka: bana yaşamı sevdiren her şeyi yitirdim, bugün ölüm bana, beşikte sallayacağı çocuğa gülümseyen bir dadı gibi gülümsüyor; ama bugün istediğim gibi ölüyorum ve odamda üç biri kez döndüğüm, yani otuz bin adım attığım, yani hemen hemen on fersah yürüdüğüm öfke ve umutsuzluk dolu şu gecelerin birinden sonra nasıl uyuyorsam, öylece yorgun ve kırık uykuya dalıyorum."

Bu düşünce genç adamın kafasında filizlenir filizlenmez daha yumuşak, daha güler yüzlü oldu; sert yatağı ve kara ekmeği artık onun için sorun olmaktan çıktı, daha az yedi, uyumaz oldu ve yaşamının geri kalanını, eskimiş bir giysiyi bırakır gibi istediği zaman orada bırakacağından emin olarak, neredeyse katlanılabilir buldu.

Ölmenin iki yolu vardı: biri basitti, atkısını bir pencere demirine bağlayarak kendini asmaktı; öbürü yemek yer gibi görünüp kendini açlıktan ölmeye bırakmaktı. Birincisi Dantes'e çok itici geldi. Korsanların, gemilerin serenine asılan insanların yaşattığı korkunç duyguyla yetiştirilmişti; bu nedenle asılma onun için kendine uygulamak istemediği bir tür alçaltıcı ölüm cezasıydı; onun için İkinciyi benimsedi ve aynı gün uygulamaya koydu.

Dört yıla yakın bir zaman anlattığımız seçeneklerle akıp gitti. İkinci yılın sonunda Dantes günleri saymayı bırakmış ve bir zamanlar müfettişin onu içinden çekip çıkardığı "zamanı bilmezliğe" yeniden düşmüştü.

Dantes, "ölmek istiyorum" demiş ve ölüm biçimim kendisi seçmişti; o zaman bunu iyice tasarlamış ve kararından dönmek korkusuyla kendi kendine, böyle öleceğine yemin etmişti. "Bana sabah kahvaltımı ve akşam yemeğimi getirdiklerinde," diye düşünmüştü, "yiyecekleri pencereden atacağım ve onları yemiş gibi yapacağım."

Karar verdiği gibi de yaptı. Günde iki kez onun gökyüzünü görmesini sağlayan küçük açıklıktan yiyeceklerini atıyordu, önce neşeyle, sonra düşünerek daha sonra da pişmanlıkla; bu korkunç kararı uygulayacak gücü kendinde bulabilmek için ettiği yemini anımsaması gerekti. Eskiden onu iğrendiren yiyecekler açlık başına vurunca gözüne iştah açıcı görünüyor, mis gibi kokuyordu; kimi zaman içinde yiyecekler olan tabağı, gözlerini çürümüş et parçasına ya da kokuşmuş balığa, küflü kara ekmeğe dikip, bir saat boyunca elinde tutuyordu. Bunlar, içinde hâlâ savaşan ve zaman zaman kararını yerle bir eden son yaşam içgüdüleriydi. O zaman hücresi ona o kadar karanlık görünmüyor, durumu daha az umutsuz geliyordu; daha gençti; yirmi beş, yirmi altı yaşlarında olmalıydı, daha önünde yaşanacak hemen hemen elli yılı yani yaşadığı yılların iki katı vardı. Bu süre içinde bir sürü olay kapıları zorlayabilir, İf Şatosu'nun duvarlarını yerle bir edebilir ve ona özgürlüğünü verebilirdi! O zaman ağzım yemeğe yaklaştırıyor, ama ardından, gönüllü Tantale olarak yemeği ağzından uzaklaştırıyordu; çünkü ettiği yemini anımsıyor ve bu mert karakter yeminini tutmadığı için kendini küçümsemekten çok korkuyordu. Bu nedenle geriye kalan günlerini katı ve acımasız bir biçimde tüketti sonunda, ona getirilen yemeği tavan penceresinden atmak için ayağa kalkacak gücünün kalmadığı gün geldi.

Ertesi gün artık görmüyor, zar zor duyuyordu. Gardiyan çok ağır bir hastalığı olduğunu sanıyordu; Edmond yakında ölmeyi umut ediyordu.

Gün böyle geçip gitti: Edmond, içinde bir tür huzur olan belli belirsiz bir uyuşukluğun her yanım sardığını hissediyordu. Midesindeki sinirli kasılmalar yatışmıştı; susuzluk ateşi sönmüştü; gözlerini kapadığında, geceleri çamurlu topraklarda yanıp sönen şu alevlere benzer bir sürü parlak ışıltılar görüyordu; bu, adına ölüm denen, bilinmeyen ülkenin alacakaranlığı idi. Birden akşam saat dokuza doğru, kenarında yattığı duvarın öte tarafından boğuk bir ses geldi kulağına.

Öyle çok iğrenç hayvan bu hapishanede gelip gürültü yapmıştı ki Edmond yavaş yavaş bu kadar küçük bir şeyden uykusunun bölünmemesine alışmıştı; ama bu kez ister duyularının perhiz nedeniyle yoğunlaşmış olmasından, ister gürültünün alışılmıştan daha güçlü olmasından ister ölüm saatinde her şeyin önem kazanmasından, Edmond daha iyi duymak için başım kaldırdı.

Bu, büyük bir hayvan pençesinin ya da güçlü bir dişin ya da taşların üstünde çalışan bir aletin çıkardığı sese benzer düzenli bir tıkırtıydı.

Güçten düşmüş de olsa, genç adamın beyni tutukluların hep akimda olan beylik düşünceye takıldı: özgürlük. Onun için tüm gürültülerin tam bittiği anda başlayan bu gürültü, sanki Tanrı onun acıları karşısında sonunda merhamete gelmiş ve ona bir ayağının mezarın kenarında durduğunu haber vermek için bu gürültüyü yollamış gibi geldi Dantes'e. Dostlarından birinin, düşünmekten zihninin yorulduğu şu çok sevdiği insanlardan birinin, şu anda onun için uğraşmadığını ve onları ayıran uzaklığı aşmaya çalışmadığını kim bilebilirdi?

Ama hayır, kuşkusuz Edmond yanılıyordu, ölümün eşiğinde gidip gelen düşlerden biriydi bu.

Yine de Edmond hep bu gürültüyü dinliyordu. Bu gürültü yaklaşık üç saat sürdü, sonra Edmond bir tür çökme sesi duydu ve ardından da gürültü kesildi.

Birkaç saat sonra daha yakından ve daha güçlü olarak yeniden duyuldu. Edmond başkalarıyla ilişki kurmasını sağlayan bu çalışma ile ilgilenmeye başlamıştı; birden gardiyan içeri girdi.

Ölmeye karar verdiği yaklaşık sekiz gündür, tasarısını uygulamaya koyduğu dört gündür Edmond, hangi hastalığa yakalandığını sandığını sormak için onunla konuşan gardiyana yanıt vermeyerek, kendisine çok dikkatle baktığında duvardan yana dönerek tek bir söz söylememişti. Ama bugün gardiyan bu boğuk gürültüyü duyabilir, telaşa düşebilir, buna bir son verebilir ve böylece sadece düşüncesi bile Dantes'in son dakikalarını güzelleştiren, nereden geldiği bilinmeyen umudu yok edebilirdi.

Gardiyan yemek getiriyordu.

Dantes yatağında doğruldu ve sesini yükselterek aklına gelen her konuda, getirdiği yiyeceklerin kötülüğü ve bu hücrede katlandığı soğuk hakkında, bazen söylenerek, bazen de daha fazla bağırma hakkına sahip olabilmek için homurdanarak, tam da bugün hasta tutuklu için çorba ve taze ekmek sağlayabilmiş ve bu çorbayla ekmeği ona getirmiş olan gardiyanın sabrını zorlayarak konuşmaya başladı.

Bereket versin gardiyan Dantes'in sayıkladığını sandı; yiyecekleri her zaman yaptığı gibi bir ayağı tam oturmayan kötü masanın üstüne bıraktı ve çekildi.

Özgür kalınca Edmond neşeyle dinlemeye koyuldu yeniden.

Gürültü öyle belirginleşmişti ki genç adam şimdi hiç çaba harcamadan bunu duyuyordu.

"Artık hiç kuşku yok," dedi kendi kendine, "gündüz olmasına karşın mademki bu gürültü devam ediyor, bu, kurtuluşu için çalışan benim gibi zavallı bir tutuklu olmalı. Ah! Yanında olsaydım ona ne kadar yardımcı olurdum!"

Sonra birdenbire, mutsuzluğa alışmış ve insanca sevinçleri ancak zorlukla yeniden duyabilen beynindeki umut şafağından karanlık bir bulut geçti; bu gürültünün, müdürün yandaki bir odanın onanmında kullandığı birkaç işçinin çalışmasından kaynaklandığı düşüncesi geldi hemen aklına.

Bunu kesin olarak öğrenmek kolaydı ama böyle bir soru tehlikeli olmaz mıydı? Kuşkusuz gardiyanın gelişini beklemek, ona bu gürültüyü dinletmek ve o dinlerken yüzüne bakmak bunun için yeterdi; ama böyle bir zevki tatmak, bu kadar kısa süren bir zevk için çok değerli kazanımlara ihanet etmek olmaz mıydı? Ne yazık ki Edmond'un bomboş kafası, bir düşüncenin uğuldaması yüzünden hiçbir şey algılayamaz haldeydi; öyle güçsüzdü ki aklı buhar gibi gidip geliyordu ve bir düşünce çevresinde yoğunlaşamıyordu. Edmond düşüncelerine berraklık, değerlendirmelerine açıklık getirmek için tek bir yol görüyordu; gözlerini gardiyanın biraz önce masanın üstüne bıraktığı dumanı hâlâ tüten çorbaya çevirdi, ayağa kalktı, oraya kadar sendeleyerek gitti, kaseyi aldı dudaklarına götürdü ve içindeki sulu yiyeceği anlatılmaz bir huzur duygusuyla yiyip bitirdi.

O zaman burada bırakma cesaretini gösterdi: deniz kazasına uğramış zavallı insanların kurtarıldıktan sonra, açlıktan bitkin düşmüş oldukları için çok besleyici yiyecekleri bir anda oburcasına yiyip öldüklerim duymuştu. Neredeyse ağzına sokmak üzere olduğu ekmeği masanın üzerine bıraktı ve yeniden yatmaya gitti. Edmond artık ölmek istemiyordu.

Kısa bir süre sonra beyninin aydınlandığım hissetti; belirsiz ve anlaşılmaz tüm düşünceleri, insanın hayvanlara üstünlüğünü ortaya koymak için belki de fazladan tek bir hanenin yettiği bu harika satranç tahtası üzerindeki yerlerim alıyorlardı. Düşünebildi ve düşüncesini akıl yürüterek güçlendirebildi.

O zaman kendi kendine şöyle dedi:

"Bu denemeyi yapmak gerek, ama kimseyi tehlikeye atmadan. Eğer bu çalışmayı yapan sıradan bir işçi ise duvarıma vurmam yeter, ben vurunca o da kimin vurduğunu, ne amaçla vurduğunu anlayabilmek için işini bırakacaktır. Çalışması sadece yasal olmakla kalmayıp bir de emredilmişse işine hemen yemden başlayacaktır. Eğer tersine bu bir tutuklu ise yapacağım gürültü onu korkutacaktır; fark edilmekten korkacaktır; çalışmasını kesecek ve ancak herkesin yatmış ve uyumuş olduğundan emin olduktan sonra yeniden başlayacaktır."

Biraz sonra Edmond yeniden ayağa kalktı. Bu kez bacakları titremiyor, gözleri kararmıyordu. Hücresinin bir köşesine gitti, nemden aşınmış bir taşı yerinden çıkardı ve yankılanmanın en duyulur olduğu yerde duvara vurdu.

Duvara üç kez vurdu.

Daha, birincisinde gürültü sihirli değnek değmişçesine kesilmişti.

Edmond tüm dikkatiyle dinledi. Bir saat geçti, iki saat geçti, hiçbir yeni gürültü duyulmadı. Edmond duvarın öte yanında kesin bir sessizliğe yol açmıştı.

içi umutla dolan Edmond, ekmekten birkaç lokma yedi, birkaç yudum su içti ve doğanın ona verdiği güçlü yapısı sayesinde hemen hemen eski haline kavuştu.

Gün bitti, sessizlik sürüyordu.

Gece olduğunda gürültü hâlâ başlamamıştı.

"Bu bir tutuklu," dedi Edmond kendi kendine, anlatılmaz bir neşeyle.

O anda başı alev alev yanmaya başladı, harekete geçtiği için yaşam ona güçlü bir biçimde geri gelmişti.

Gece en küçük bir gürültü duyulmadan geçti.

Edmond o gece gözünü kırpmadı.

Sabah oldu; gardiyan yiyecek getirmek için geldi, Edmond eskileri çoktan silip süpürmüştü; yemleri de, bir daha yinelenmeyen gürültüyü duymaya çalışarak, sonsuza kadar kesilmiş olmasından korkarak, hücresinde on on iki fersah yol kat ederek, hava deliğinin demir parmaklıklarını saatlerce sarsarak, uzun zamandan beri unuttuğu beden hareketleriyle kollarına ve bacaklarına esneklik ve güç kazandırmaya çalışarak ve sonunda, kollarını gerip, bedenlerim yağla ovuşturup arenaya çıkmaya hazırlanan dövüşçüler gibi, gelecekteki yazgısını göğüslemeye hazırlanarak yiyip bitirdi. Bu coşkulu çalışma aralarındaysa, özgürlüğü için çalışırken kendisini rahatsız edenin özgür olmak için en az onun kadar acele eden bir başka tutuklu olabileceğini hiç düşünmeyen bu tutuklunun ihtiyatlı oluşuna sinirlenerek, gürültünün yemden başlayıp başlamadığını anlamaya çalışıyordu.

Üç gün geçti, dakika dakika sayılan ölümcül yetmiş iki saat!

Sonunda bir akşam, gardiyan son yoklamasını yaptıktan ve Dantes belki de yüzüncü kez kulağım duvara dayadıktan sonra, sessiz taşlarda belli belirsiz bir sarsıntı hisseder gibi oldu.

Dantes kafasını toplamak için geriledi, odasında birkaç kez dolaştı ve kulağını aynı noktaya yeniden yerleştirdi.

Hiç kuşku yoktu, öte tarafta bir şeyler oluyordu; tutuklu çalışmasının tehlikesini anlamış ve başka bir yöntem benimsemişti ve kuşkusuz işini daha güvenli bir biçimde sürdürebilmek için levye yerine makas kullanmaya başlamıştı.

Bu keşfiyle yüreklenmiş olan Edmond, yorulmaz emekçinin yardımına, koşmaya karar verdi. Arkasında özgürlüğe kavuşmak için bir çalışma yapıldığım düşündüğü yatağının yerini değiştirmekle işe başladı, duvarı kazıyacağı, nemli çimentoyu düşüreceği, sonunda taşı yerinden oynatacağı bir eşya aradı gözleriyle.

Hiçbir şey göremedi. Ne bıçağa ne de kesici bir alete sahipti, sadece parmaklıkların demirleri vardı, parmaklıkların duvara çok sağlam gömülmüş olduğunu, onları oynatmaya çalışmanın boşuna olduğunu deneyleriyle biliyordu.

Tüm eşya olarak bir yatak, bir sandalye, bir masa, bir kova ve bir testi vardı.

Bu yatakta birçok demir zıvana dili vardı, ama bunlar tahtaya vidalarla sıkı sıkıya gömülmüştü. Bu vidaları çıkarmak ve zıvana dillerini koparmak için bir tornavida gerekiyordu.

Masada ve sandalyede hiçbir şey yoktu; eskiden kovanın bir kulpu olduğu belliydi, ama bu kulp koparılmıştı.

Artık Dantes için tek bir çare kalmıştı, o da testiyi kırmak ve sivri uçlu testi parçalarından biri ile işe başlamak.

Testiyi taş döşemeye attı ve testi parçalara ayrıldı.

Dantes iki üç tane sivri parça seçti, onları ot döşeğin içine sakladı, kalanları yerde dağınık olarak bıraktı.

Edmond'un önünde çalışmak için tüm bir gece vardı; ama karanlıkta iş iyi ilerlemiyordu, çünkü el yordamı ile çalışması gerekiyordu ve kısa bir süre sonra biçimsiz aletin daha sert bir zemin karşısında keskinliğini yitirdiğini hissetti. O zaman yatağını yerine itti ve sabahı bekledi. Umutla birlikte sabır da geri gelmişti.

Tüm gece boyunca dinledi ve yeraltı çalışmasını sürdüren bilinmeyen madenciyi duydu.

Sabah oldu, gardiyan içeri girdi. Dantes ona bir gün önce testiden su içerken testinin elinden kaydığım ve yere düşüp kırıldığım söyledi. Gardiyan bir gün önceki kırıkları toplama zahmetine bile katlanmadan homurdana homurdana yeni bir testi getirmeye gitti.

Bir dakika sonra geri geldi, tutukluya daha dikkatli olmasını söyleyerek çıkıp gitti.

Dantes kapı kilidinin eskiden her kapanışta yüreğini daraltan gıcırtısını anlatılmaz bir neşeyle dinledi, sonra bu gürültü kesilince yatağın yanına koşup yerini değiştirdi ve hücresine giren zayıf gün ışığının aydınlığında, bir gece önce, taşın kenarlarını saran alçının üstünde çalışacağına taşın üstünde çalışmış olduğunu, bu nedenle de yararsız bir iş yaptığını gördü.

Nem sıvayı gevrekleştirmişti.

Dantes bu sıvanın parça parça koptuğunu yüreği mutlulukla çarparak fark etti; gerçekten de bu parçalar neredeyse atomlar halindeydi, ama yarım saat sonra Dantes hemen hemen bir avuç kadar alçı koparabilmişti. Bir matematikçi bu çalışmayla yaklaşık iki yılda, hiç kayaya rastlanmadığı varsayılırsa, iki ayakkarelik yirmi ayak derinliğinde bir geçit kazılabileceğini hesaplardı.

Tutuklu, gittikçe daha ağırlaşarak art arda akıp gitmiş, umutla, umutsuzlukla ve dualarla yitirmiş olduğu uzun saatleri bu işe harcamamış olmaktan pişmanlık duydu.

Bu hücreye kapatıldığı, yaklaşık altı yıldan bu yana ne kadar yavaş olursa olsun, hangi iş olsa biterdi!

Ve bu düşünce ona yeni bir canlılık verdi.

Üç günde olağanüstü önlemler alarak tüm çimentoyu kaldırmayı ve taşı ortaya çıkarmayı başardı: duvar moloz taşlarından yapılmış, ortalarına, sağlamlaştırmak için, yer yer kesme taş konmuştu. Neredeyse yerinden çıkarmak üzere olduğu işte bu kesme taşlardan biriydi ve şimdi bunu yuvasının içinde oynatmayı amaçlıyordu.

Dantes bunu tırnaklarıyla yapmayı denedi, ama bu iş için tırnakları yetmiyordu.

Aralara soktuğu testi parçalan, levye olarak kullanmak istediğinde kırılıyordu.

Bir saat süren yararsız denemelerden sonra Dantes, alnında ter ve iç sıkıntısıyla doğruldu.

Daha işin başında vazgeçmesi ve belki de pes edecek olan komşusunun her şeyi tek başına yapmasını, hiçbir şey yapmadan ve hiçbir işe yaramadan beklemesi mi gerekiyordu?

O zaman akima bir şey geldi; ayakta ve gülümseyerek durdu bir an; terden nemlenmiş alm hemen kurudu.

Gardiyan her gün Dantes'in çorbasını teneke bir tencerede getiriyordu. Bu tencerenin içinde kendisinin ve ikinci bir tutuklunun çorbaları vardı, çünkü Dantes bu tencerenin, gardiyanın yiyecek dağıtımını ondan ya da komşusundan başlatmasına göre, kimi zaman

ağzına kadar dolu kimi zaman yarısına kadar boş olduğunu fark etmişti.

Bu tencerenin demirden bir kulpu vardı; Dantes'i heyecanlandıran işte bu kulptu ve bu kulp karşılığında yaşamının on yılını isteseler verirdi.

Gardiyan bu tencerenin içindekini Dantes'in tabağına boşaltıyordu. Dantes de tahta bir kaşıkla çorbasını içtikten sonra her gün kullandığı bu tabağı yıkıyordu.

Akşam Dantes tabağı, kapıyla masa arasındaki yolun ortasına, yere koydu; gardiyan içeri girerken tabağın üstüne bastı ve tabak paramparça oldu.

Bu kez Dantes'e söyleyecek hiçbir sözü olamazdı: tabağım yere bıraktığı için kusurluydu, doğru, ama gardiyan da bastığı yere bakmadığı için kusurluydu.

Gardiyan homurdanmakla yetindi.

Sonra çorbayı boşaltabileceği bir şey bulmak için çevresine bakındı; Dantes'in bu tabaktan başka eşyası yoktu, gardiyanın başka bir seçeneği kalmamıştı.

"Tencereyi bırakın," dedi Dantes, "yarın yemeğimi getirdiğinizde bunu geri alırsınız."

Bu öğüt, yukarı çıkıp sonra yeniden aşağı inip sonra yeniden yukarı çıkma gereksinimini ortadan kaldıracağı için, zindancının tembelliğine uygun düşüyordu.

Tencereyi bıraktı.

Dantes sevinçten titredi.

Bu kez çorbayı ve hapishane âdetlerine göre çorbayla birlikte verilen eti çabucak yedi. Gardiyanın düşüncesinden caymayacağından emin olmak için bir saat bekledikten sonra yatağını yerinden oynattı, tencereyi aldı, kulpunun ucunu çimentosu düşmüş kesme taşla yanındaki moloz taşların arasına soktu ve levye olarak kullanmaya başladı.

Küçük bir kımıldanma Dantes'e işin yolunda gittiğini gösterdi.

Gerçekten de bir saatin sonunda, duvarın içinde, çapı bir buçuk ayaktan büyük bir oyuk oluşturan taş çıkarılmıştı.

Dantes büyük bir özenle tüm alçıyı topladı, hücresinin köşelerine taşıdı, grimsi toprağı testisinin parçalarından biri ile kazıdı ve alçıyı toprakla örttü.

Sonra rastlantının ya da daha çok, planlamış olduğu ustaca düzenlemenin bu çok değerli aleti kendisine sunduğu bu geceden yararlanmak isteyerek hırsla oymayı sürdürdü.

Güneş doğarken taşı yeniden deliğine yerleştirdi, yatağını duvara dayadı ve yattı.

Yemeği bir parça ekmekten ibaretti; gardiyan içeri girdi ve bu ekmek parçasını masanın üstüne bıraktı.

"Bana başka bir tabak getirmeyecek misiniz?" diye sordu Dantes.

"Hayır," diye yanıt verdi gardiyan; "siz sakar birisiniz, testinizi kırdınız, tabağınızı kırmamın nedeni de sizsiniz; tüm tutuklular bu kadar zarar verseydi hükümet ayakta kalamazdı. Size tencereyi bırakıyorum, çorbanızı bunun içine boşaltacağım; böylece eşyalarınızı belki de kırmazsınız."

Dantes gözlerini gökyüzüne kaldırdı ve ellerini yorganının altında kavuşturdu.

Ona kalan bu demir parçası, geçmiş yaşamında başına gelen en iyi şeylerin bile yüreğinde hiçbir zaman uyandırmadığı kadar büyük bir minnet duygusu uyandırdı Tanrı'ya karşı.

Yalnız, kendisi çalışmaya başladığından bu yana öbür tutuklunun artık çalışmadığını fark etmişti.

Ne önemi vardı, işini bırakması için bu bir neden olamazdı; eğer komşusu ona gelmiyorsa o komşusuna giderdi.

Bütün gün hiç dinlenmeden çalıştı; akşam yeni aleti sayesinde duvardan on avuç kadar moloz taşı, alçı ve çimento çıkarmıştı.

Denetim saati geldiğinde tencerenin bükülmüş kulpunu elinden geldiği kadar düzeltti ve kabı her zamanki yerine koydu. Gardiyan tencereye her zamanki tayım olan çorbayı ve eti ya da daha doğrusu çorbayı ve balığı boşalttı çünkü bugün perhiz günüydü, haftada üç gün tutuklulara perhiz yemeği veriliyordu. Dantes eğer uzun zamandır hesaplamayı bırakmamış olsaydı, bu da, zamanı tahmin etmenin bir yolu sayılırdı.

Çorba boşaltıldıktan sonra gardiyan çekildi.

Bu kez Dantes komşusunun gerçekten işi bırakıp bırakmadığından emin olmak istedi.

Dinledi.

Çalışmaların kesildiği üç gün öncesinden bu yana olduğu gibi yine her şey sessizdi.

Dantes içini çekti; komşusunun ondan kuşkulandığı çok açıktı.

Yine de hiç cesareti kırılmadı ve bütün gece çalışmasını sürdürdü; ama iki ya da üç saatlik çalışmadan sonra bir engele rastladı. Demir artık kazıyamıyor, düz yüzey üzerinde kayıyordu.

Dantes engele elleriyle dokundu ve bir kirişe ulaştığını anladı.

Bu kiriş Dantes'in oymaya başlamış olduğu deliği boydan boya kat ediyor ya da daha çok bu deliği tümüyle tıkıyordu.

Şimdi altını ya da üstünü oymak gerekiyordu.

Zavallı genç adam bu engeli hiç düşünmemişti.

"Ah! Tanrım, Tanrım!" diye haykırdı, "size o kadar dua etmiş, beni duyacağınızı öyle umut etmiştim ki! Tanrım! Yaşam özgürlüğümü elimden alan Tanrım! Ölümün huzurunu benden esirgeyen Tanrım! Beni varlığımı sürdürmeye çağıran Tanrım! Bana acıym, umutsuzluk içinde ölmeme izin vermeyin!"

"Aynı anda hem Tanrı'dan hem de umutsuzluktan söz eden de kim?" diye bir ses duyuldu; bu ses yerin altından geliyormuş gibiydi ve ses geçirmezlik yüzünden boğuk çıkması, genç adamda, mezardan geliyormuş duygusu uyandırdı.

Edmond başının üstünde saçlarının diken diken olduğunu hissetti ve dizlerinin üstünde geriledi.

"Ah!" diye mırıldandı, "bir insanın konuştuğunu duyuyorum."

Dört ya da beş yıldır Edmond sadece gardiyanının konuştuğunu duymuştu ve tutuklu için gardiyan bir insan değildir: meşe ağacından kapısına eklenmiş canlı bir kapıdır; demir parmaklıklara eklenmiş etten bir parmaklıktır.

"Tanrı aşkına!" diye haykırdı Dantes, "konuşuyorsunuz ha! Konuşun yine, sesiniz içime ürkü salsa da konuşun; kimsiniz?"

"Asıl siz kimsiniz?" diye sordu ses.

"Zavallı bir tutuklu," dedi Dantes, yanıt vermekte hiç zorluk çekmeden.

"Hangi ülkedensiniz?"

"Fransızım."

"Adınız?"

"Edmond Dantes."

"Mesleğiniz?"

"Denizci."

"Ne kadar zamandır buradasınız?"

"28 Şubat 1815'ten beri."

"Suçunuz?"

"Suçsuzum."

"Neyle suçlanıyorsunuz peki?"

"imparatorun dönüşü için komplo hazırlamakla."

"Nasıl! İmparatorun dönüşü için mi? imparator artık tahtta değil öyleyse?"

"1814'te Fontainebleau'da tahttan çekildi ve Elbe Adası'na sürgüne gönderildi. Ama siz ne kadar zamandır buradasınız da tüm bunları bilmiyorsunuz?"

"181 l'den beri."

Dantes ürperdi; bu adam kendisinden dört yıl daha fazla bir süredir hapisteydi. "Pekala, artık kazmayın," dedi ses acele acele konuşarak; "sadece yapmış olduğunuz oyuğun hangi yükseklikte olduğunu bana söyleyin."

"Toprak düzeyinde."

"Oyuk nasıl gizleniyor?"

"Yatağımın arkasında."

"Hapiste olduğunuz süre içinde yatağınızın yeri değişti mi?"

"Hiç değişmedi."

"Odanız nereye bakıyor?"

"Bir koridora."

"Ya koridor?"

"Avluya açılıyor."

"Hay Allah!" diye mırıldandı ses.

"Aman Tanrım! Ne oldu?" diye haykırdı Dantes.

"Olan şu, yanılmışım, tasarılarımdaki hata beni yanlış yere yöneltti, bir pusulamın olmaması beni mahvetti, planımın üzerindeki yanlış bir çizgi, gerçekleşme aşamasında on beş ayaklık bir yanılgıya yol açtı ve sizin oyduğunuz duvarı kalenin duvarı sandım."

"O zaman denize mi ulaşacaktınız?"

"İstediğim buydu."

"Başarabilseydiniz peki!"

"Denize atlayıp yüzecektim, If Şatosu'nun çevresinde bulunan adalardan birine, ya Da-ume Adasına, ya Tiboulen Adası'na yâ da kıyıya çıkacaktım ve o zaman kurtulacaktım."

"Oralara kadar yüzebilecek miydiniz?"

"Tanrı bana güç verirdi; şimdi her şey mahvoldu."

"Her şey mi?"

"Evet. Oyduğunuz deliği dikkatli bir biçimde kapatın, artık hiçbir şey yapmayın ve benden haber bekleyin."

"Kimsiniz?... Bana en azından kim olduğunuz söyleyin."

"Ben... ben... 27 numarayım."

"Demek benden kuşkulanıyorsunuz, öyle mi?" diye sordu Dantes.

Edmond acı bir gülüşün kirişi delip ona kadar ulaştığını duyar gibi oldu.

"Ah! Ben iyi bir Hıristiyanım," diye haykırdı içgüdüsel olarak, bu adamın kendisini terk etmeyi düşündüğünü anlayarak; "gerçeğin küçük bir belirtisini bile sizin cellatlarınıza ve benimkilere belli etmektense kendimi öldürmeyi yeğleyeceğime Isa üzerine yemin ederim; ama Tanrı aşkına beni varlığınızdan yoksun bırakmayınız, beni sesinizden yoksun bırakmayınız yoksa yemin ederim, çünkü artık gücümün sonuna geldim, kafamı duvarlara çarparım ve ölümümden siz sorumlu olursunuz."

"Kaç yaşmdasmız? Sesiniz genç bir adamın sesine benziyor."

"Yaşımı bilmiyorum, çünkü burada olduğumdan beri zamanı hesaplamadım. Bildiğim şey, 28 Şubat 1815'te tutuklandığımda on dokuz yaşıma basmak üzere olduğum."

"Tam yirmi altı sayılmaz," diye mırıldandı ses. "Haydi haydi bu yaşta hain olunmaz." "Ah! hayır, hayır! Size yemin ederim," diye yineledi Dantes. "Size söylemiştim, yine söylüyorum, size ihanet etmektense parça parça doğranmaya razıyım."

"Benimle konuştuğunuza iyi ettiniz; bana rica etmekle iyi ettiniz, çünkü başka bir plan yapacaktım ve sizden uzaklaşacaktım. Ama yaşınız bana güven veriyor, beni bekleyin, yanınıza geleceğim."

"Ne zaman?" .

"Şansımızı hesaplamam gerek; size işaret vermemi bekleyin."

"Ama beni terk etmeyeceksiniz, beni yalnız bırakmayacaksınız, bana geleceksiniz ya da benim sizin yanınıza gelmeme izin vereceksiniz değil mi? Birlikte kaçacağız, eğer kaçamazsak konuşacağız, siz sevdiklerinizden söz edeceksiniz, ben de kendi sevdiklerimden. Birini seviyor olmalısınız."

"Dünyada yapayalnızım."

"O zaman beni seveceksiniz, beni: eğer gençseniz arkadaşınız, yaşlıysanız oğlunuz olacağım. Eğer yaşıyorsa, yetmiş yaşında bir babam var; sadece onu ve adı Mercedes olan bir genç kızı seviyordum. Babam beni unutmamıştır, bundan eminim; ama o, onun beni hâlâ düşünüp düşünmediğini ancak Tanrı bilir. Sizi babamı sevdiğim gibi seveceğim." "Bu iyi," dedi tutuklu, "yarın görüşürüz."

Bu birkaç söz Dantes'i inandıracak bir tonda söylenmişti; o da daha fazlasını istemiyordu zaten, yeniden ayağa kalktı, duvardan çıkan döküntüleri gizlemek için, daha önceki aynı önlemleri aldı ve yatağını duvara doğru itti.

Ondan sonra Dantes kendini tümüyle mutluluğuna bıraktı; artık kesinlikle yalnız olmayacaktı, hattâ belki de özgür olacaktı; eğer tutuklu olarak kalırsa, bir arkadaşının olması, kötünün iyisi demekti, çünkü paylaşılmış bir tutukluluk artık sadece yarı tutukluluktur. Birlikte yapılan yakınmalar neredeyse dua; iki kişi olarak yapılan dualar da neredeyse Tanrıya şükretmedir.

Bütün gün Dantes kalbi sevinçten hoplayarak hücresinde dolaştı durdu. Zaman zaman bu neşe onu boğuyordu: göğsünü eliyle bastırarak yatağına oturuyordu. Koridorda duyduğu en küçük gürültüde kapıya doğru koşuyordu. Bir iki kez, hiç tanımadığı ama bir dost gibi sevdiği bu adamdan kendisini ayıracakları korkusu geçti akimdan. O zaman karar verdi: gardiyan yatağını çekip oyuğu incelemek için başını eğdiği anda üstünde testinin durduğu döşeme taşı ile kafasını parçalayacaktı.

Onu ölüme mahkum edeceklerdi, bunu iyi biliyordu; ama bu mucizevi gürültü onu yaşama döndürdüğünde sıkıntı ve umutsuzluktan ölmek üzere değil miydi?

Akşam gardiyan geldi; Dantes yatağının üzerinde oturmuştu, böyle oturursa açılması tamamlanmamış oyuğu daha iyi gizlediğini sanıyordu. Can sıkıcı ziyaretçiye kuşkusuz garip bir biçimde bakmıştı çünkü gardiyan ona şöyle dedi:

"Ne o, yine deliriyor musunuz?"

Dantes hiçbir yanıt vermedi, sesindeki heyecanın onu ele vermesinden korkuyordu.

Gardiyan başını sallayarak dışarı çıktı.

Gece olunca Dantes komşusunun sessizlik ve karanlıktan yararlanarak onunla yine konuşacağını sandı ama yanılıyordu; gece, hiçbir gürültü onun coşkulu bekleyişine yanıt vermeden geçti. Ama ertesi gün sabah denetiminden sonra yatağını duvardan uzaklaştırdığı sırada, eşit aralıklarla üç kez duvara vurulduğunu duydu; hemen diz çöktü.

"Siz misiniz?" dedi,."buradayım!"

"Gardiyanınız gitti mi?" diye sordu ses.

"Evet," yanıtını verdi Dantes, "ancak akşama yeniden gelir; on iki saat özgürüz."

"Harekete geçebilir miyim?" dedi ses.

"Ah! evet, evet, bir an bile gecikmeden, yalvarıyorum size."

Dantes'in yarı beline kadar girdiği delikte, iki elini bastırdığı toprak parçası altından kayar gibi oldu; Dantfes kendini arkaya attı, o anda kopan, toprak ve taş karışımı bir kütle Dantes'in kendi kazmış olduğu oyuğun altında açılan bir deliğe düştü; o zaman bu karanlık ve derinliğini ölçemediği deliğin dibinde bir baş, sonra omuzlar belirdi ve sonunda söz konusu delikten, oldukça çevik bir biçimde çıkan bir adam gördü.

BİR İTALYAN BİLGİN

Dantes bu kadar uzun zaman ve bu kadar sabırsızlıkla beklediği bu yeni dostu kollarına aldı ve hücreye giren azıcık ışığın tümüyle aydınlatması için onu pencereye doğru çekti.

Bu kısa boylu bir adamdı, yaştan çok acıyla ağarmış saçları, kırlaşan kalın kaşlarının altına saklanmış zeki bakışları vardı, göğsüne kadar inen sakalı hâlâ siyahtı: derin çizgilerin oyduğu yüzünün zayıflığı, belirgin yüz hatlarının cesur ifadesi, bedensel güçlerinden çok zihinsel yeteneklerim kullanmaya alışkın bir adamı ortaya koyuyordu. Yeni gelenin alm ter içindeydi.

Giysilerine gelince, ilk biçimlerinin ne olduğunu ayırt etmek olanaksızdı, çünkü paramparçaydılar.

Hareketlerindeki canlılık daha birkaç yaş genç olabileceğini düşündürse de, uzun tutukluluğun sonucu olsa gerek, en az altmış beş yaşında görünüyordu.

Genç adamın heyecan gösterilerini bir tür zevkle karşıladı; buz tutmuş ruhu bir an bu ateşli ruhun etkisiyle ısınmış ve erimiş gibi göründü. Her ne kadar özgürlükle karşılaşacağım sandığı yerde bir ikinci hücre ile karşılaşmak onda büyük bir düş kırıklığına neden olmuşsa da, Dantes'e dostluğu için büyük bir içtenlikle teşekkür etti.

"Önce," dedi, "benim geçişimin izlerini gardiyanlarınızın gözlerinden gizlemenin yolu olup olmadığına bakalım. Gelecekteki tüm huzurumuz olup bitenleri onların bilmemesine bağlı."

Sonra oyuğa doğru eğildi, ağırlığına karşın kolayca yerinden kaldırdığı taşı aldı ve onu deliğin içine soktu.

"Bu taş oldukça özensiz bir biçimde yerinden oynatılmış," dedi kafasını sallayarak; "aletleriniz yok mu?"

"Ya sizin," diye, sordu Dantes şaşkınlıkla, "sizin var mı?"

"Kendime birkaç alet yaptım. Bir eğe dışında makas, pense, levye gibi bana gereken her şey var."

"Ah! Sabrınızın ve zanaatınızın ürünlerini görmeyi çok isterim," dedi Dantes.

"Alın, işte önce bir makas."

Ve Dantes'e, sapı gürgen ağacından, sert ve sivri bir bıçak gösterdi.

"Bunu ne ile yaptınız?" dedi Dantes.

"Yatağımın millerinden biri ile. Beni buraya kadar getiren tüm yolu bu aletle kazdım; yaklaşık elli ayak."

"Elli ayak mı!" diye bağırdı Dantes bir tür korkuyla.

"Daha alçak sesle konuşun delikanlı, daha alçak sesle konuşun; tutukluların kapıları sık sık dinlenir."

"Benim yalnız olduğumu biliyorlar."

"Hiç önemi yok,"

"Buraya kadar gelmek için elli ayak kazdığınızı mı söylüyorsunuz?"

"Evet, benim odamı sizinkinden ayıran uzaklık yaklaşık bu kadar; sadece oran ölçeğimi hazırlamak için geometri aletlerim olmadığından eğrimi kötü hesaplamışım; kırk ayaklık elips yerine elli ayaklık oldu; size söylediğim gibi dış duvara ulaştığımı, bu duvarı deldiğimi ve kendimi denize atabileceğimi sanıyordum. Sizin odanızın baktığı koridorun altından geçeceğime koridor boyunca gitmişim; tüm emeklerim mahvoldu, çünkü bu koridor içi nöbetçilerle dolu bir avluya bakıyor,"

"Doğru," dedi Dantes; "ama bu koridor odamın sadece bir cephesi boyunca ilerliyor, oysa odamın dört cephesi var."

"Evet, doğru ama, bunlardan biri kayalık ve suru oluşturuyor; bu kayayı delmek için tüm aletlerle donatılmış on madencinin on yıl çalışması gerekir; bir duvar, hapishane müdürünün dairesinin temellerine dayanıyor olmalı; hiç kuşku yok anahtarla kilitlenmiş mahzenlere düşeriz ve yakalanırız; öbür cepheye gelince, durun bakalım, o cephe nereye bakıyor?"

Bu cephe, içinden gün ışığı geçen mazgal deliğinin bulunduğu cepheydi: giderek daralan ve ancak ışığın içeri girmesine izin verecek bir genişliğe ulaşan bu mazgal deliğinin arasından bir çocuğun bile geçmesi imkansızdı; yine de en kuşkucu gardiyanın, bu yolla olası bir kaçış korkusunu yatıştırabilecek üç sıra demir parmaklıkla da berkitilmişti.

Yeni gelen sorusunu sorarken masayı pencerenin altına çekti. "Masanın üstüne çıkın," dedi Dantes'e.

Dantes söyleneni yaptı, masaya çıktı ve arkadaşının ne düşündüğünü tahmin ederek sırtını duvara dayadı ve ellerini ona uzattı.

Kendisini odasının numarasıyla tanıtan ve Dantes'in hâlâ gerçek adını bilmediği kişi yaşından hiç beklenmeyecek bir kedi ya da kertenkele çevikliği ile önce masanın üstüne sonra masadan Dames'in ellerinin üstüne, daha sonra da ellerinden omuzlarına çıktı; böylece iki büklüm -çünkü hücrenin kirişi doğrulmasını engelliyordu- başını demirlerin ilk sırasının arasına kaydırdı ve yukarıdan aşağıya sarktı.

Bir dakika sonra başını hızla geri çekti.

"Ah! ah!" dedi, "bundan kuşkulanmıştım."

Ve kendini Dant£s'in bedeni boyunca masaya kadar kaydırdı, masadan da yere atladı.

"Neden kuşkulanmıştımz?" diye sordu kaygılı genç adam, komşusunun yanına atlayarak.

Yaşlı tutuklu düşünüyordu.

"Evet," dedi, "doğru; hücrenizin dördüncü cephesi devriyelerin dolaştığı ve nöbetçilerin beklediği, devriye yolu türünden bir dış geçide bakıyor."

"Bundan emin misiniz?"

"Askerin şapkasını ve tüfeğinin ucunu gördüm, beni fark etmesinden korktuğum için hemen geri çekildim."

"Şimdi ne olacak?" dedi Dantes.

"Hücreden kaçmanın olanaksız olduğunu iyice gördünüz."

"O zaman?" diye sürdürdü genç adam soran bir ses tonuyla.

"O zaman," dedi yaşlı tutuklu, "Tanrı'nın dediği olur!"

Ve ihtiyarın yüzünde, yazgıya tam bir boyun eğiş ifadesi vardı.

Dantes bu kadar uzun zamandan beri beslenmiş bir umuttan bu kadar filozofça, böy-lece vazgeçen bu adama hayranlıkla karışık bir şaşkınlıkla baktı.

"Şimdi bana kim olduğunuzu söyler misiniz lütfen?" diye sordu Dantes.

"Ah! Tanrım, evet, artık sizin için işe yaramaz biri olmuşken bu sizi hâlâ ilgilendiriyorsa."

"Beni avutabilir, bana destek olabilirsiniz, çünkü siz bana güçlülerin arasında güçlü gibi görünüyorsunuz."

Rahip hüzünle güldü.

"Ben sizin de bildiğiniz gibi 181 l'den beri If Şatosu'nda tutuklu Rahip Faria'yım," dedi; "ama üç yıl önce Fenestrelle Kalesi'ne kapatıldım. 1811'de beni Fransa'ya Piemont'a getirdiler. İşte o zaman, o sıralar kendisine boyun eğer gibi görünen yazgının Napoleon'a bir erkek çocuk verdiğini ve beşikteki bu çocuğa Roma kralı sıfatı verildiğini öğrendim. O zamanlar, bana anlattıklarınız aklımdan bile geçmezdi: dört yıl sonra dev adam devrilmiş olsun ha. Şimdi Fransa'da kim saltanat sürüyor? II. Napoleon mu?"

"Hayır, XVIII. Louis."

"XVIII. Louis, XVI. Louis'nin kardeşi! Tanrı'nın buyrukları garip ve inanılmaz. Tanrı yükselttiği adamı alçaltarak, alçalttığı adamı yükselterek ne yapmak istiyor?"

Dantes başkalarının yazgılarıyla uğraşmak için kendi yazgısını bir an unutan bu adamı gözleriyle izliyordu.

"Evet, evet," diye sürdürdü, "bu tıpkı İngiltere'deki gibi: I. Charles'tan sonra Crom-well, Cromwell'den sonra II. Charles, ve belki de II. Jacques'tan sonra bir damat, bir akraba, bir Orange prensi, ya da bir Felemenk prensi kral olacak; o zaman halka yeni ödünler verilecek, bir meşrutiyet ve özgürlük! bunu göreceksiniz genç adam," dedi Dantes'e dönerek ve peygamberlerde rastlanabilecek derin ve parlak gözlerle bakarak. "Bunu görecek kadar gençsiniz, göreceksiniz."

"Evet, buradan çıkarsam."

"Ah! bu doğru," dedi Rahip Faria. "Biz tutukluyuz; bunu unuttuğum anlar oluyor, o anlarda gözlerim beni hapseden duvarları deliyor ve kendimi özgür sanıyorum."

"Ama siz neden hapsedildiniz?"

"Ben mi? Napoleon'un 1811'de gerçekleştirmek istediği tasarıyı ben 1807'de düşündüğüm için; Machiavelli gibi, İtalya'yı zorba ve zayıf küçük krallıkların bir yuvası yapan tüm küçük devletçiklerin ortasında birleşik ve güçlü, büyük ve tek bir imparatorluk istediğim için; bana daha iyi ihanet etmek için beni anlıyormuş gibi görünen taçlı bir budalada kendi Cesare Borgia'ını bulduğumu sandığım için. Bu VI. Alexander ile VII. Cle-mens'in tasarısıydı; bu tasarı her zaman başarısızlığa uğrayacaktır, çünkü bu işe gereksiz bir biçimde giriştiler ve bunu Napoleon da bitiremedi. Hiç kuşku yok İtalya lanetlendi!" Ve yaşlı adam başını eğdi.

Dantes bir adamın böyle işler için hayatını nasıl tehlikeye atabildiğini anlamıyordu; eğer Napoleon'u görmüş ve onunla konuşmuş olduğu için onu tanıdığı söylenebilirse de, Dantes'in VII. Clemens ve VI. Alexander'ın kim olduklarını hiç bilmediği bir gerçekti.

Dantes İf Şatosu'ndaki genel kanıyı, gardiyanının görüşünü benimsemeye başlayarak, "siz," dedi, "herkesin ... hasta sandığı rahip değil misiniz?"

"Deli sandığı demek istiyorsunuz değil mi?"

"Cesaret edemedim," dedi Dantes gülümseyerek.

"Evet, evet," dedi Faria acı bir gülüşle; "evet, deli sanılan benim; bu hapishanenin konuklarım uzun zamandır eğlendiren ve umutsuz acılar mekanında çocuklar olsaydı bu küçük çocukları da eğlendirecek olan benim."

Dantes bir an hareketsiz ve hiçbir şey söylemeden kaldı.

"Böylece kaçmaktan vaz mı geçiyorsunuz?" dedi ona.

"Kaçışı olanaksız buluyorum; Tanrı'nın yapılmasını istemediği bir şeyi yapmaya çalışmak Tanrıya karşı çıkmaktır."

"Neden cesaretinizi kırıyorsunuz? İlk denemede başarmayı istemek Tanrı'dan çok şey istemek olurdu. Bu yaptığınız işe başka yöne doğru yeniden başlayamaz mısınız?"

"Yeniden başlamaktan söz ederken siz benim ne yaptığımı biliyor musunuz? Elimdeki aletleri yapmak için dört yıl uğraştığımı biliyor musunuz? İki yıldır granit gibi sert bir toprağı kazdığımı ve oyduğumu biliyor musunuz? Eskiden yerinden oynatamayacağıma inandığım taşların dibindeki toprağı açmam gerektiğini, tüm günlerimin devlerin yapabileceği bu zahmetli çalışma ile geçtiğini, kimi zaman akşamları taş kadar sertleşmiş eski çimentodan minik bir parça çıkardığımda mutlu olduğumu biliyor musunuz? Gömdüğüm tüm bu toprağı ve tüm bu taşları yerleştirmek için bir merdivenin tonozunu delmem gerektiğini, tüm bu molozların birer birer merdivenin altındaki boşluğa gömüldüğünü ve bugün artık orasının dolu olduğunu ve bir avuç tozu nereye koyacağımı bilmediğimi siz biliyor musunuz, biliyor musunuz? Nihayet tüm çalışmalarımın amacına ulaştığını sandığımı, kendimde artık sadece bu işi tamamlamak için güç kaldığını hissettiğimi ve işte Tanrı'nın bu amacı yalnız ertelemekle kalmayıp bilmediğim bir yöne götürdüğünü biliyor musunuz? Ah! size söylüyorum, yineliyorum, Tanrı'nın isteği özgürlüğümü sonsuza kadar yitirmem olduğuna göre, özgürlüğümü kazanmaya çalışmak için artık hiçbir şey yapmayacağım."

Edmond, bir arkadaş edinmenin sevinciyle, kaçmayı başaramayan tutuklunun hissettiği acıyı gerektiği gibi paylaşamadığını bu adama itiraf etmemek için başım eğdi.

Rahip Faria kendini Edmond'un yatağına attı, Edmond ayakta kaldı.

Genç adam hiçbir zaman kaçmayı düşünmemişti. Bazı şeyler öylesine olanaksız görünür ki bunları denemeyi bile düşünmez insan ve içgüdüsel olarak bunlardan kaçınır. Toprağın altını elli ayak kazmak, eğer başarıya ulaşılırsa denize dik inen bir uçuruma ulaşmak için bu işe üç yıl emek harcamak; elli, altmış, belki de yüz ayak yükseklikten düşerken eğer nöbetçilerin kurşunları sizi daha önce öldürmemişse kafa üstü kayalara çakılarak parçalanmak için kendinizi aşağı atmak; eğer tüm bu tehlikelerden kurtulabilmişseniz bir fersah yüzmek zorunda olmak, bütün bunlar yazgıya boyun eğmemek için fazlaydı ve Dantes'in yazgıya boyun eğmeyi neredeyse ölüme kadar götürdüğünü gördük.

Ama şimdi genç adam bir yaşlı adamın tüm enerjisiyle yaşama asıldığını ve ona hiç umut edilmeyecek çözümleri sunduğunu gördüğü için düşünmeye ve kendi cesaretini ölçmeye koyuldu. Onun yapmayı hiç düşünmediği bir şeyi bir başkası denemişti; ondan daha yaşlı, daha güçsüz, daha az becerikli bir başkası, ustalık ve sabır sayesinde, bu inanılmaz iş için gereksinimi olan tüm aletleri kendi kendine edinmiş ve sadece kötü bir hesaplama bunu başarısızlığa götürmüştü; tüm bunları bir başkası yapmıştı, öyleyse hiçbir şey Dantes için olanaksız değildi: Faria elli ayak oymuştu, o yüz oyacaktı; Faria elli yaşında iken eseri için üç yıl uğraşmıştı; onun yaşı Faria'nınkinin yarısı kadardı, o altı yıl uğraşırdı; rahip, bilgin, kilise adamı olan Faria If Şatosu'ndan Daume, Ratonneau ya da Le-maire adalarına denizden gitmek için tehlikeye atılmaktan korkmamıştı; o, denizci Edmond, o, çoğu zaman denizin dibinde bir mercan damarı aramış kahraman dalgıç yüzerek bir fersah yapmakta duraksayacak mıydı? Yüzerek bir fersah yapmak için ne gerekiyordu? Bir saat mı? Pekala! kıyıya adımını atmadan saatlerce denizde kalmamış mıydı? Hayır, hayır, Dantes'in sadece bir örnekten cesaret alması gerekiyordu. Bir başkasının yaptığı ya da yapabileceği her şeyi Dantes yapardı.

Genç adam bir an düşündü.

"Sizin aradığınız şeyi buldum," dedi yaşlı adama.

Faria ürperdi.

"Siz mi?" dedi, eğer Dantes doğruyu söylüyorsa arkadaşının yılgınlığının uzun sürmeyeceğini gösteren bir biçimde başını kaldırarak; "siz, bakalım ne buldunuz?"

"Hücrenizden buraya gelmek için kazdığınız koridor dış geçitle aynı yönde ilerliyor değil mi?"

"Evet."

"Bu koridor oradan sadece on beş adım kadar uzaklıkta olmalı değil mi?"

"En fazla."

"Pekala! koridorun ortasına doğru bir haçın kolu biçiminde bir yol kazalım. Bu kez ölçülerinizi iyi alırsınız. Dış geçidin sonuna varırız. Nöbetçiyi öldürürüz ve kaçarız. Bu planın başarıya ulaşması için sadece cesaret gerek, bu sizde var; güç kuvvet ise bende eksik değil. Sabırdan söz etmiyorum, siz sizinkini kanıtladınız, ben de kendiminkini kanıtlayacağım."

"Bir dakika," diye yanıt verdi rahip; "sevgili dostum, siz benim nasıl bir cesarete sahip olduğumu ve gücümü nasıl kullandığımı daha bilmiyorsunuz. Sabra gelince her sabah akşamın işine, her akşam da sabahın işine başlarken yeteri kadar sabırlı olduğumu sanıyorum. Bu nedenle beni iyi dinleyin delikanlı, suçsuzken tutuklanmış bir kulunu kurtararak Tanrı'ya hizmet ediyormuşum gibi geliyordu."

"Pekala!" diye sordu Dantes, "durum şimdi aynı noktada değil mi? Bana rastladığınızdan beri kendinizi suçlu görmeye mi başladınız? Söyleyin."

"Hayır, ama suçlu haline gelmek istemiyorum. Bu zamana kadar sadece cansızlarla işim vardı, oysa şimdi siz bana insanlarla işimiz olacağını söylüyorsunuz. Bir duvarı delebilir, bir merdiveni çökertebilirim, ama bir insanın göğsünü delemem, bir canlıyı yok edemem."

Dantes şaşırmış gibi hafif bir hareket yaptı.

"Nasıl," dedi "özgür kalabilecekken böyle bir titizlik mi sizi alıkoyacak?"

"Ama, ya siz," dedi Faria, "neden bir gece masanın ayağı ile gardiyanınızın başına vurup öldürmediniz, giysilerini giyip kaçmayı denemediniz?"

"Çünkü böyle bir şey hiç aklıma gelmedi," dedi Dantes.

"Böyle bir cinayet için içinizde büyük bir korku, hiç düşünmediğiniz büyük bir korku duyduğunuz için aklınıza gelmedi," dedi yaşlı adam; "çünkü basit ve izin verilen şeyler için doğal isteklerimiz doğru çizgimizden sapmamamız konusunda bizi uyarır. Doğası gereği kan döken kaplanın -ki bu onun yaşam biçimidir, görevidir- sadece bir şeye gereksinimi vardır bu da koku alma duyusunun ona erişebileceği yerde bir av olduğunu haber vermesidir. Kaplan hemen bu ava doğru sıçrar, üstüne çıkar ve onu parçalar. Bu onun içgüdüsüdür, ona boyun eğer. Ama insan tam tersine, kandan iğrenir; cinayetten iğrenen hiç de toplumsal yasalar değildir, doğa yasalarıdır."

Dantes'in kafası karışmıştı: bu aslında o farkında olmadan aklında ya da daha doğrusu ruhunda olup bitenlerin açıklamasıydı çünkü bazı düşünceler akıldan, bazılarıysa, yürekten gelir.

"Hem sonra," diye sürdürdü Faria, "hapishaneye girdiğimden bu yana neredeyse on iki yıldır aklımdan tüm ünlü kaçışları geçirdim. Çok ender olarak bunların başarıya ulaştığını gördüm. Şanslı kaçışlar, başarıyla sonuçlanmış kaçışlar dikkatlice düşünülmüş ve yavaş yavaş hazırlanmış kaçışlardır. Beaufort dükü Vincennes Şatosu'ndan, Rahip Dubu-quoi Fort-Eveque'ten, Latude Bastille'den böyle kaçmıştır. Bir de rastlantının sunduğu kaçışlar vardır: bunlar en iyilerdir; bir fırsat bekleyelim, inanın bana, ve eğer bir fırsat çıkarsa bundan yararlanalım."

"Siz bekleyebildiniz," dedi Dantes içini çekerek; "bu uzun iş sizin tüm zamanınızı alıyordu, oyalanmak için bir işiniz olmadığında kendinizi avutmak için umutlarınız vardı." "Sonra," dedi rahip, "sadece bununla uğraşmıyordum."

"Ya ne yapıyordunuz?"

"Yazıyordum ya da araştırıyordum."

"Size kağıt, kalem ve mürekkep mi veriyorlar?"

"Hayır," dedi rahip, "onları ben kendim yapıyorum."

"Kendinize kalem, kağıt ve mürekkep mi yapıyorsunuz?" diye bağırdı Dantes.

"Evet."

Dantes bu adama hayranlıkla baktı; sadece söylediklerine inanmakta hâlâ zorluk çekiyordu. Faria bu küçük kuşkuyu fark etti.

"Bana geldiğinizde," dedi, "tüm yaşamım boyunca yaptığım araştırmaların, düşüncelerimin ve inançlarımın sonucu olan yapıtı size göstereceğim Roma'da Colosseum'un karanlığında, Venedik'te San-Marco sütununun dibinde, Floransa'da Amo kıyılarında tasarladığım ve bir gün gardiyanlanmm İf Şatosu'nun dört duvarı arasında bunları gerçekleştirme fırsatı vereceklerini hiç düşünmediğim çalışmalar bunlar. Adı, İtalya'da genel bir monarşinin olasılığı üstüne kitap. ln-quarto büyük bir cilt olacak."

"Ve bunu yazdınız mı?"

"İki gömlek üzerine. Çamaşırı kaygan ve parşömen gibi düz bir hale getiren bir pre-parat icat ettim."

"Siz kimyacı mısınız?"

"Biraz. Lavoisier'yi tamdım ve Cabanis yakın dostumdur."

"Ama böyle bir yapıt için tarih konusunda araştırma yapmanız gerek. Kitaplarınız mı vardı?"

"Roma'da, kitaplığımda hemen hemen beş bin kitabım vardı. Onları okuya okuya iyi seçilmiş yüz elli kitapla, insanlarla ilgili bilgilerin tüm bir özetine değil ise de, en azından bir insanın bilmesi gereken her şeye sahip olunabileceğim keşfettim. Yaşamımın üç yılım bu yüz elli cildi tekrar tekrar okumakla geçirdim, öyle ki tutuklandığımda bunların hepsini neredeyse ezbere biliyordum. Hapishanemde azıcık bir bellek çabasıyla onların hepsini anımsadım. Böylece size Thukydides'i, Ksenophanes'i, Plutarkhos'u, Titus-Livius'u, Tacitus'u, Strada'yı, Jomandes'i, Dante'yi, Montaigne'i, Shakespeare'i, Spinosa'yı, Machi-avelli'yi ve Bossuet'yi ezberden okuyabilirim. Size sadece en önemlilerinin adını saydım."

"O zaman siz birçok dil biliyorsunuz."

"Yaşayan beş dili konuşurum, Almanca, Fransızca, İtalyanca, İngilizce ve İspanyolca; eski Yunancanın yardımıyla modem Yunancayı da anlarım, yalnız kötü konuşurum, şu anda onu da öğreniyorum."

"Öğreniyor musunuz?" dedi Dantes.

"Evet, bildiğim sözcüklerle bir sözcük dağarcığı oluşturdum, onları düşüncelerimi dile getirmeme yetebilecek biçimde evirdim çevirdim, düzenledim, sıraladım. Aşağı yukarı bin sözcük biliyorum, sözlüklerde sanırım yüz bin sözcük olmasına karşın, gerektiğinde bu sözcük sayısı bana yeter. Akıcı konuşamayacağım, ama derdimi çok iyi anlatabileceğim, bu da benim için yeterli."

Giderek daha fazla hayrete düşen Edmond bu garip adamın yeteneklerini hemen hemen doğaüstü bulmaya başlıyordu; onun herhangi bir noktada yanlışım bulmak istedi ve sürdürdü:

"Ya size kalem verilmeseydi," dedi, "bu kadar kaim bir kitabı neyle yazabilirdiniz?"

"Perhiz günlerinde kimi zaman bize verilen büyük mezgit balıklarının kafalarındaki kıkırdaklarla, eğer bu madde bilinseydi, sıradan kalemlere yeğlenecek en iyi kalemlerden yaptım kendime. Çarşambaların, cumaların ve cumartesilerin gelişini her zaman büyük bir zevkle beklerim, çünkü bana kalem yedekliğimi artırma umudu verirler ve itiraf edeyim, tarih üzerine çalışmalarım benim en tatlı uğraşımdır. Geçmişe inerken bugünü unuturum; tarihte özgür ve bağımsız ilerlerken tutuklu olduğum hiç aklıma gelmez."

"Ya mürekkep?" dedi Dantes; "mürekkebinizi neyle yaptınız?"

"Eskiden hücremde bir şömine vardı," dedi Faria; "bu şömine kuşkusuz benim gelişimden bir süre önce tıkanmış, ama uzun yıllar boyunca içinde ateş yanmış: tüm iç kısmı isle kaplanmış. Bu isi bana her pazar verilen bir porsiyon şarabın içinde erittim, bu da bana en iyi mürekkebi sağladı. Dikkati çekmesi gereken özel notları da, parmaklarımı delip kanımla yazıyorum."

"Tüm bunları ne zaman görebileceğim?" diye sordu Dantes.

"Ne zaman isterseniz," diye yanıtladı Faria.

"Ah! hemen!" diye bağırdı genç adam.

"Beni izleyin o zaman," dedi rahip.

Ve yeraltı koridoruna girip gözden kayboldu. Dantes onu izledi.

Continue Reading

You'll Also Like

6K 295 9
William Shakespeare (1564-1616): Oyunları ve şiirlerinde insanlık durumlarını dile getiriş gücüyle dört yüz yıldır bütün dünya okur ve seyircilerini...
2.6K 146 10
Bir kefeye iblis bırakırsan diğer kefeye melekler düşer. Hayatını sana cehennem eden her kusuru düzeltmen için ikinci bir şans. Blackscales'a katıl v...
4.2K 258 22
Kırk iki yıllık gözden uzak ve sade yaşantısına karşın yazdıklarıyla İngiliz edebiyat tarihinin bir kült romancısı olmayı başardı. Eserlerinde güçlü...
KUŞ GÖZÜ By 𝓜🦋

Science Fiction

215 114 11
✨Kara Kış Festivali 2024 Favori Hikayesi seçilmiştir.✨ "Winston'da artık uyumak istiyordu. Gözlerini kapattığında, kendini uçsuz bucaksız yeşil bir v...