27

1.6K 296 48
                                    

Gecenin karanlığına bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun sesi eşlik ediyordu. İki eski dost, karındaşlık olmasa da kaderdaşlığın bir araya getirdiği iki kardeş terasta, küçük bir masanın iki yanında oturmuş çay içiyorlardı. Otuzuna merdiven dayamış bu iki genç adam kaç geceyi böyle devirdiklerini kendileri de bilmiyorlardı. Yusuf karşıdaki dağların arasından çaka şimşeğe bakarak iç geçirdi. Ahmet yine konu ne zaman kendisine gelse yaptığı gibi suskundu. Bu yüzden çözülmek için Yusuf tarafından itilmeye ihtiyacı vardı.

"Dertlisin, içine dönmüşsün yine. Kalbinin ışıklarını kapatmış, bir başına oturuyorsun."

Yusuf'un açıkça dile getirdiği tespit Ahmet'i gülümsetti. "Sen hiç bizim keyiften sabahladığımızı gördün mü ki Yusuf Ali? Bir ömür böyle geçti, geçiyor işte."

"Doğru, otuz sene uzun zaman. Ama daha yaşanacak kaç gün var, sabahlanacak kaç gece var, orasını Allah bilir. Ahmet, kardeşim. Ne olacak böyle? Sıkılmadın mı yalnızlıktan? O gönlünde bir ateş yansa, ısınsa, ısıtsa... Birine yuva yapsan orayı olmaz mı?"

Çayından koca bir yudum içerek gözlerini uzağa dikti, geceye baktı Ahmet. Ama yine de dayanamayıp cevap verdi.

"Ben bile sığamıyorum, barınamıyorum içinde. Kim ne yapsın bendeki viraneyi?"

"Duyduğuma hatta gördüğüme göre bir talibi varmış."

İkisi de kimden konuştuklarının farkında olarak göz göze geldiler. Ama Ahmet o talibi ciddiye almadığını belli eden bir yüz ifadesine büründü. "Yapma Allah aşkına, o daha gözünü diktiğinin ne olduğundan habersiz. Hiç olacak iş mi? Çocuk işte... Ayrıca dediğini yapıp sevenleri de gördük."

"Kimeydi şimdi bu laf?"

"Düne kadar sana, ebediyen de babamıza. Adam koca bir ömrü çöpe atmış bir sevda uğruna, sonra yas uğruna."

Yusuf anlıyorum dercesine başını salladı ama bunun arkasından bir laf geleceğini biliyordu Ahmet. Geldi de zaten. "Sen ne yaptın peki şu koca otuz yılda? Ne için yaşadın? Senin hikâyen ne? Amacın?"

"Ne yani, şimdi âşıksın diye senin buna bir cevabın var ama benim yok. Öyle mi?"

Artık Ahmet'i uyandırmaktan çok kendiyle sohbet ediyor gibiydi Yusuf. Havadaki toprak kokusunu içine çekerek yüreğindekileri dürüstçe itiraf etti.

"Bazen düşünüyorum. Özellikle de onu kaybetmeye yaklaştığım anlarda bir balyoz gibi vuruluyor kafama. Ben eskiden kimdim? Ne yapıyordum? Neye yarıyordum? Sahi, yaşıyor muydum? Şimdi biz her nefes alıp vereni, her kalbi atanı, bu dünyada yer kaplayanı yaşıyor mu sayacağız? Hiçbir şeye dokunmadan, toprağa karışmak dışında bir iz bırakmadan gününü doldurup göçenler için yaşamış mı diyeceğiz?"

Biz o handa kaç çocuğun elinden tuttuk, kaçının bize benzemesinler diye başını okşadık, unuttun mu? Bizim bir amacımız vardı zaten. Başkaları da biz olmasın diye yaşadık."

"Bunu yaparken derdimiz bizdik yani, öyle mi Ahmet? Aslında kendimizle, vicdanımızla savaşıyorduk. O çocuklara kimse olmaya çalışarak kendi kimsesizliğimizden kaçıyorduk. Hem birilerinin bir şeyi olmaya çalıştık hem de bundan korktuk. Ya giderlerse, ya yine yalnız kalırsak diye diye herkesten kaçtık. O baba dediğimiz dayım var ya, ben yıllarca sırf sıcağına, varlığına alışmamak için ondan bile kaçtım. Çiftlikte değil de uzakta bir başıma yaşadım. O beni on defa aradıysa ben onu bir defa aradım. Yoksa alışırdım. Bir gün elim telefona gittiğinde aramak için onu bulamazsam diye korkuma..."

Ahmet yutkunarak dolan gözlerini kırpıştırdı. Yusuf'un bahsettiği bu duygular ona öyle tanıdıktı ki...

"Benim alışık olduğum duygu yalnızlık Yusuf, ben bunu biliyorum. Bu yaşıma kadar bununla yaşadım. Başka türlüsünü öğrenirsem sonra bununla baş edemem. Durduk yere canımı yakmaya, başımı derde sokmaya ne gerek var? Ben ne güzel yaşıyorum böyle."

Görülmeyen حيث تعيش القصص. اكتشف الآن