YİRMİ DOKUZUNCU BÖLÜM - HAKİKAT

567 32 10
                                    

Gecenin rengi değişiyordu. Havası gibi. Kan ısı kaybettiği zaman vücut nasıl soğursa gece de ışığı, iyi olanı kaybettiği için soğumaya, içinde taşıdıklarını -bizleri- fakat en çok beni daraltmaya başlamıştı. Ortaçağın kim bilir kaçıncı yüzyılından kalan, kaçıncı, zamanının yetkin kişisinin dudaklarının çatlaklarında pusuda bekleyen, ''Hapsedin!'' lafı yüzünden kan beynime sıçramıştı. Açık havada burnuma çalınan buhur kokusu yetmiyormuş gibi gerçek anlamda hapsedilmiş olmak ve bunun Karal yüzünden olduğunu bilmek sinirlerimi bir hayli yıpratmıştı ve yıpratmaya devam ediyordu. Var olan yıpranmış sinirleri mümkünmüş gibi daha da yıpratmak. Harap olmuş sinirlerin kancalarına asılmak. Kişiyi kendi küçük kıyametine hazırlamak... Öfkenin bir kokusu olsaydı, şu an yoğun kokudan, kendi öfkemin kokusundan, zehirleniyor olurdum.

Uzun bir aradan sonra beni gördüğünde, gözlerimiz birbirine tesadüf ettiğinde nasıl davranır ya da kim bilir nerede, ne şekilde karşılaşırız diye düşünürdüm. Sımsıkı bir sarılma eylemini gerçekleştirmeyi umuyordum galiba, ilerleyen saatlerde onunla konuşmayı, sesini duymayı, neler yaşandığını onun ağzından dinlemeyi beklerken şimdi buradaydım. Bu soğuk parmaklıkların içinde. Sağımdaki kafeste Übeydullah'la. İnsanlardan ayrılan, ateşin epey gerisinde, ışıktan, sesten, yerleşkeden bağımsız bu karanlık yerde. Haziran ayında olmamıza rağmen vakit geç olduğu ve ormanın içinde olduğumuz için üşüyordum ve kızgındım. Uzun ama sabit aralıklarla Übeydullah'tan onu bu duruma düşürdüğüm için özür diliyordum. Özürlerim Übeydullah'ın umurunda değildi. Sırt çantasının ondan alındığına kızmıştı, söylediğine göre çantada çok önemli ve uzun uğraş isteyen işlerin ürünleri vardı. O çantayı geri alabilirdi ama ben hayal kırıklığından delik deşik olmuş kalbime, tutmasını dileyerek yapıştıracağım kaç yüzüncü yara bandını nereden bulurdum, bir fikrim yoktu.

Medyumla sürtüşmesi, çemberin gerisinde baygınlık geçirmesi, Balamir'in tabiriyle işaret fişeğine dönmesi, daha sonra buraya gelmek zorunda kalması ve medet umduğu yerde de hüsrana uğrayıp bir kafese kapatılması derken bunlar onun umurunda olmasa bile benim umurumdaydı. Balamir, yerinde ve doğru bir benzetme yapmıştı ama benzetmeyi üzerine yapıştırdığı kişide yanlışlık yaptığını düşünüyordum. İşaret fişeği Übeydullah değildi, bendim, kısa süreli tanışıklığımızda bir ayda anca başına gelecek olayları ona bir buçuk günde yaşatmıştım. Kara kara düşüncelerle parmaklarımı soğuk demire sardım. Karnım açtı, susuz ve bitkindim. Üşüyordum ve tüm bu iç-dış etkenler bir arada, aynı zamanda bana uğradığı ve benden Übeydullah'a sıçradığı için uyuyamıyordum. Karal'ın yirmi beş-otuz metre ilerde, ateşin önünde oturduğu biliyor olmak da beni uyutmuyordu. Bu duruma mantıklı bir açıklama bulmaya çalıştıkça daha kötü düşüncelere saplanıyordum. Übeydullah'ın koluna girdim diye beni kapattırmış olamazdı ya! Ama bakışlarını kenetlenmiş kollarımıza dikip ayırmayışını unutamıyordum ve eğer sebep buysa ve kıskançlığı karşısında ayılıp bayılacağımı, beni koruduğunu, önemsemediğini sanıp sevineceğimi düşünüyorsa kütükten başka bir boka benzemeyen düşünceleri fena çuvallamış demekti. Özgür irademe bu kadar çirkin bir müdahalede bulunması beni önüne geçilemez şekilde ondan soğutuyordu.

Bütünleşmiş ruhsal ıstıraplarıma ve gideremediğim bedensel ihtiyaçlarıma, açlığıma rağmen bir ara daldım ya da bilincim açıktı ve gözlerim kapalı olduğu halde gözlerim açıkmış gibi görüntüler görmeye başladım. Düğün günü. Kilometrelerce ötede hava, geceye ters düşecek kadar renkli ve dolu dolu. Bayram havası var. Bilmem kaç yıl öncesi. Babam yılladır oğluyla ve kendisiyle yaşadığımız kadınla dünya evine giriyor. Bunun disiplini, heyecanı her yere sıçramış. Bense kilometrelerce ötede uluyan hayvandan farksızım. Acilden elim karnımda çıkarken buraya nasıl geldiğimi, beni kimin getirdiğini dahi hatırlamıyorum. Karazan'da bir kural vardır. Kötülük, kötülük için yapılır. İyilik iyilik için. Amaç neyse ona göre davranılır, bunun dışına çıkılmaz. Cebimdeki son paraya göz koyacak biri değildi Arden, zaten buna ihtiyacı da yoktu. Taksiye atlayıp evin yüz metre ötesinde inişimi, şişmiş dudağım, dikiş atılmış kaşımla mor yüzle, topallaya topallaya eve yaklaşışımı hatırlıyorum. Gece mürekkep rengi. Çıt kırıldım komşularda düğüne davetli olduğu için ve vakit, düğünün bitimine yaklaştığı için civardaki evlerin hemen hiçbirinde ışığa dair bir şey yok. Temiz, manolya kokulu sokağa şu halimle hiç de yakışmadığımı düşünüyorum. Doğrusu düşüncelerim ve dünyaya bakış açım buradaki hiçbir insanla, bu sokağın ruhuyla örtüşmezdi, orası ayrı, ama bugün hem ruhen hem daha önce hissetmediğim bir boyutta, fiziken, kendimi buraya ait hissetmiyordum. Evin yakınlarındaki kuytu bir köşede bahçenin en uç kısmındaki beton duvara sırtımı dayayıp ışığa da seslere de arkamı verirken karın boşluğuma saplanan ağrıyı şimdi de hissediyorum. Canımın ne kadar yandığını, nasıl öfkeli, nasıl kırılmış olduğumu... Ellerimle yüzümü kapayıp ağlamaya bile halim yok. Kırgın ve yorgunum, ha, bir de unutulmuş... Sanki yıllardır nikâhsız yaşayan onlar değilmiş gibi babama bu evlilik gerçekleşirse beni kaybedeceğini söylemiştim. On dört yaşında bir ergen olmamı göz önünde bulundurarak beni kaleye almamıştı. En çok da buna kırgındım.

KAMBERHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin