YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM - BEYOĞLU

735 33 6
                                    

Bugün pazartesi, aylardan nisan. Sene iki bin. Kandar on iki yaşında. Ben, on sekiz yıl öteden, on sekiz yıl geride kalmış bir geçmiş yaşam hikâyesini dinliyorum: Oğlunun canının kurtulmasına karşılık kocasını öldüren, oğlunu tutsak eden adamın ahlaksız teklifini kabul eden bir kadın ve o iğrenç teklifin tohumu ben... On sekiz yıl öncesinde geçen hikâyeyi ve hikâyenin failini dinleyen ben... Kandar'ın lalüebkem gözlerinde bana karşı gördüğüm sonsuz sevgi ve gayritabii merhamet. Ve benim ona ettiğim onca duygusal şiddet. Ben... Ben'den nefret etmeme neden olan Ben! Tırnaklanarak yılların altından çıkarılan bu hikâyede yerimin nerede olduğunu, o anlatmaya başladıktan üç saat sonra sıra rahme düşmeme gelince var olduğum noktada her şey açığa kavuşuyor, o zaman anlıyorum, yüzümü ellerimin arasına almışım. Beynimin bir köşesindeyim, iki bin yılında göbek bağından kurtulan, ciyaklayan kendime bakıyorum. Kendimi, on iki yaşındaki Kandar'ın yaşına göre kuvvetli kollarında görebiliyorum. Yedi yaşıma bastığımda gerçek(!) evime gelip beni gerçek(!) babamdan bir süreliğine alan Savaş ağabeyi ve Balamir'i görüyorum. Onların küçük bir kırlangıç hafifliğinde çevremde attığı adımlarıyla yavaş yavaş yürüdüklerini, Balamir'in nasırlı elinin elimi tutuşunu, Savaş ağabeyin parmaklarının ucunu şakaklarıma bastırışını ve bana dokunduğu anda içimde müthiş bir rahatlamanın ortaya çıkışını ilk günkü gibi hissediyorum... Bu regresyon değil, hipnoz hiç değil. Bambaşka bir şey... Benim kendime yaptığım hem en acımasız hem en akıllıca şey... Dışarıda sene iki bin on sekiz. Eylül yaşanıyor. Ben üstümde beyaz bir önlükle Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nden, camdan dışarıyı seyrediyorum. Ağustos'un yirmisinde, İskender ağabeyi kaybettiğimde yolculuğumun başında tanıştığım sur üfleyici tarafından buraya kapatıldım.

Kimse gelmiyor. Dün gece koridorda gezerken nöbetçi iki hemşirenin yanına doğru gidip koridordaki masalarına yaslandım, o sırada kırklı yaşlarındaki Deli Edip önümüzde durup pantolonunu donuyla birlikte indirince ona tekme atmıştım. Agresifleştiğimi düşünüp beni beyaz odaya almak zorunda kaldılar. Odaya götürülmeden evvel Zehra hemşirenin nazik sesiyle, ''Oğluum! Haydi, sok bakayım frenini içeri!'' deyince Edip'in pantolonunu çekip uslu uslu odasına yürüyüşünü seyretmiştim fakat şimdi buradayım. Saat sabahın dokuzu. Bugünümü de adını hatırlamakta güçlük çektiğim kişileri beklemekle geçireceğim. Burada bana Yağmur diye sesleniyorlar. Yağmur'un kim olduğunu bilmiyorum.

Kahvaltımı ettikten sonra klinik psikolog beni yanına çağırıp uzun uzun benimle konuşuyor, gerçekdışı cümlelerini bilinçaltıma adeta serpiştirmeye çalışıyor fakat bilincimin ne kadar güçlü olduğunun farkında değil. Benim akli dengemin yerinde olduğunu o da biliyor, buna eminim. O da onunla işbirliği yapıyor... Saat ikide son üç haftadır her Salı ve Perşembe olduğu gibi klinik psikologun odasından çıkıp bahçenin, dolaşmama izin olduğu köşesine doğru yürüyorum. Burada bir kural var, aşırı delileri aşırı olmayan delilerle bir yerde tutmuyorlar ve o, aşırı olmayan bir deli olan beni gene orada bekliyor. Onunla Beyoğlun'da kahve içerken tanıştım. İskender'i bekliyordum, tesadüfen tanıştığım, sözde yer bulamadığı için yanıma oturmak isteyen bu adamı geri çevirmemekle büyük hata yaptığımı her geçen gün daha iyi anlıyorum.

''Az sütlü bol çekirdekli kahve. Sevdiğin çikolatalardan da getirdim. Doktorlar yemek yemediğini söylüyor.'' Bakışları, düşüncelerimi kundaklıyor, duygularıma sürtünüp beynimi ısıtıyor. Isınan beynim sulanıyor, beynim sulandıkça zihnimin geçirdiği sakatlığı büyük bir cinnet içinde anımsıyorum. Mide bulantısıyla ona bakıyorum. Geçmişim, dünyayla benzer ölçüde yedi kıtaya ayrılıyor fakat bana yaptıkları sözde gözlem testlerinden, alnıma taktıkları yuvarlak bantlardan sonra yedi kıtamın yedisi de onunla doldu, bunun farkındayım. Yaşadıklarımı hatırlamakta güçlük çekiyorum. Kimliğim yavaş yavaş siliniyor. Zihnimde tek bir isim var: Zebercet. Gerçekliğinden emin olduğum tek şey ismimin Yağmur olmadığı. Bu bilgi dışında şu an görünürde hiçbir bilgim, belgem, kanıtım yok. Rüzgâr adeta yüzümü ütülerken bu şeytani olduğu kadar yakışıklı olan yüzü görmemek için gözlerimi kapatıyorum. Eylül ayındayım ve kafamdaki tek netlik, dört ay kadar önce başlayan yolculuğumla Eylül'e kadar geçen zaman dilimi. Gerisi yok. Ötesi yok. Zaman kavramı yok. Geçmiş bir birikinti ve ben o bulanık birikintide yüzüyorum, haddizatında buna yüzmek denmiyor. Kollarımı deli divane sallayıp yüzeyde kalmaya çalışıyorum. Ufak bir birikintide. Derin olmayan bir yüzeyde. Eylül ayındayım. İsmim sanırım Zebercet. Bana Yağmur diyorlar. Yağmur kim, bilmiyorum.

KAMBERHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin