Her Gün Biraz Daha Fazla

1K 69 103
                                    

Burnuma çok fena kokular geliyordu desem tam da doğru teşbihi kullanmış olurdum sanırım. Ameliyattan çıkıp, uyandığım andan itibaren devamlı olarak gözlerim Mert'i aramıştı ama Mert ortalarda yoktu. Pelin olayı yüzünden başına bir şey gelmiş olabilmesinden ödüm kopuyordu ancak kimsenin Pelin mevzusunu bildiğimden haberi olmadığı için ben de üç maymunu oynamaya devam ediyordum. Aslında yalan da sayılmazdı. Sonuçta görüyor, duyuyor ama konuşamıyordum. Kaya ve Burak çocuk eğler gibi sürekli olarak beni geçiştiriyorlardı. En son Mert'in çok önceden ayarlanmış bir program yüzünden Amerika'ya gittiğini, işlerini halledince döneceğini söylemişlerdi. Duy da inanma demişler. Peki, ben inanmış mıydım? Hayvan terli be hocam... Tabii ki inanmamıştım! Dünyanın en saf ve salak kadını olabilirdim de mal değildim çok şükür. Yirmi yıllık hayatımda bana o kadar çok yalan söylenmişti ki daha kelimenin gelişinden doğru mu yalan mı anlayabiliyordum. Kaya ve Burak çok iyi birer müzisyen olabilirlerdi ama ikisi de berbat birer oyuncuydu. Konuşamamak ne fenaydı. Kolumu oynatarak yazı yazmaya çalışmak fazlasıyla canımı yaktığından rahat rahat ifadelerini alamıyordum maalesef...

Nihayetinde çenemi birbirine sabitleyen telleri çıkartacaklardı. Son dönemde birkaç kez Azrail'le çay içip sohbet ettikten sonra artık konuşamıyor oluşumu kafama takmamaya çalışıyordum. Yine de o lanet olası telleri tekrar takmamaları için içimden bildiğim tüm duaları sıralıyordum. Neredeyse tam bir aydır dudaklarımın arasından bir tek damla geçmemiş boğazım Las Vegas'daki çorak çöller gibi kalmıştı. Burak birkaç sefer doktorlardan gizli olarak çay kaşığı ile su akıtmıştı. Dişlerimin arasından süzülerek gelen o su damlacıkları dünyanın en güzel şeyiydi. Şimdi daha iyi anlıyordum Afrika'da açlıktan ve susuzluktan kuruyan o insancıkların neler çektiğini. Fazla kilolarıma veda etmiş, baya baya sıfır beden oluvermiştim bir ay içinde. Olmuştum da en ağır işlerde bile gık demeden çalışan ben, kolumu kaldıracak dermana sahip değildim. Zaten her yerim kırıktı Pelin yellozu sayesinde. Alçılar çıktığında görecektik neremin nereye kaynadığını. Tek suçum bilmeden Kaya'nın yatağında yatıyor olmakken, beni bu hâle getirdiği için mezarında ters dönsün inşallah, çok âmin!

Yine bu bir aylık süre zarfında fena şekilde Kaya ve Burak'a bağlanmıştım. Kaya artık bana "Ufaklık." demiyordu. İsmimle hitap ediyor mümkün olduğunca da benden uzak duruyordu. Ya aklınca beni kendinden koruyordu ya da başka birilerinden. Mert'in yokluğunun dışında ters giden bir şeyler olduğu onun zümrüt rengi gözlerinden ayan beyan okunuyordu. Ah be Kaya! Beni korusan ne olur? Korumasan ne olur? Üzerimden Pelin yellozu geçmişti benim, hayat zaten ayağının altına paspas yapmıştı yıllardır. Sen hangi aklınca bana ne gibi bir zarar verebilirsin ki! Ha tüm bunları bir yerimden de uydurmuyordum. Bir gece Burak ile sabaha kadar oturmuştuk. Ortamın fantastikliğinden olacak ki ben damardan serum burnumdan mama ile beslenirken, Burak oral yolla viskisini yudumluyordu. Onun kafası kıyak, benim kafamın ayık oluşundan istifade ederek sökmüştüm o kelimeleri Burak'ın dudaklarının arasından.

"Kaya seni kendinden korumak için uzak duruyor. Durmalı da... Senin bir daha bizim yüzümüzden zarar görmene izin vermem!" İşte kelimesi kelimesine bunlar dökülmüştü Burak'ın dudaklarından, oturduğu koltukta sızıp kalmadan önce.

Yılların ve yaşadıklarımın bana öğrettiği bir şey varsa o da; insanlar sarhoşken asarlar, keserler ama asla yalan söyleyemezler. Belki de bu yüzden vermiş olduğum karardan dönecek değildim. İyileşecek ve bu iyi insanların hayatından toz olup gidecektim. Üç haftadır Kaya ve Burak beni bir an olsun yalnız bırakmamak için neredeyse kendilerini paralıyorlardı. Öyle bir ayak bağı olmuştum ki onlara benim yüzümden sahneden uzakta bir hastane odasında yaşamaya başlamışlardı. Onların genç kızların âşık olduğu birer star olduğunu bilmesem şu halleriyle yan komşum Melahat ablanın askerden yeni gelen oğlu diyebilirdim rahatlıkla. Hoş üçü de öyle burnu büyük tipler gibi olmamıştı hiçbir zaman. Zaman demişken ne kadar da hızlı geçiyor ve açık unutulmuş çeşmeden boşa akan su misali öylece akıp gidiyordu. Gerçi bazen de bir dakika sanki bir ömür kadar uzunmuş gibi geliyordu hani. Sıkıldığımı hissettiği an Burak neşelenmemi sağlamak için bana şarkılar söylemeyi ihmal etmiyordu. Onun şarkı söylerken uzaklara dalıp gidiyor oluşu şüphelenmeme, benliğimi esir alan merak duygusunun katlanarak büyümesine ve beynimin içindeki her köşeye bir virüs gibi sinsice yayılmasına sebep oluyordu...

Ayağa kalkıp onları yeniden özgürlüğüne kavuşturacak olduğum günü iple çekiyordum artık. Biliyordum eğer gideceğimi söylersem bana hayatta izin vermeyecekler, gitmemem ve onları bırakmamam için ellerinden geleni ardına koymayacaklardı. Yine adlandıramadığım bir duygu çöreklenmişti benliğime. Adeta göğüs kafesimde filler tepişiyor gibiydi. Sanki bir yerlerde Kaya'ya kötü bir şey oluyormuşçasına içim acıyordu. Galiba onların üzerine çökmüş olan karabulut bendim ve bundan asla kurtulamayacaktım. İşte sırf bu yüzden aralarından sessiz sedasız kaybolup gitmeliydim. Uzaklara, çok ama çok uzaklara...

CEBİMDEKİ GÖZYAŞLARI ( RAFLARDA)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin